Arayın, Yeşil Hayatı Tarayın...
31/12/2010
Elektrikli Arabalar Çözüm mü?
Geçtiğimiz hafta bahsettiğimiz Better Place projesine yakından bakacak olursak, kurucusu ve CEO’su Shai Agassi 2020 yılına kadar dünyanın çok daha iyi ve yaşanacak bir yer olması için öncelikle petrol ve benzeri yakıtlara olan bağımlılığı azaltmak adına petrol kullanmadan çalışabilecek otomobillerin araştırılması için girişimlerde bulunuyor. Bunun için elektrikle çalışan, maliyeti mümkün oldukça düşük ve petrolle çalışan araçlar kadar güçlü olabilecek elektrikli arabalar araştırılıyor. Bu yolda karşılarına iki esas engel çıkıyor. Birincisi elektrikle çalışan araçların akülerinin çok yüksek miktarlara mal olması ve bu nedenden dolayı petrollü arabalara rakip çıkamamaları, diğeri ise akülerin tam dolduruldukları zaman bile bugünkü petrollü araçların bir depoyla yapacağı mesafenin ancak yarısını yapabilmeleri.
Bu sorunları ortadan kaldırmak için çalışmalar devam ederken, hükümet bu konuda destek çalışmalarına başlamış ve çıkardığı yeni yasalarla petrollü araçlara yüzde yetmiş iki (72%) vergi getirirken, elektrikli araçların satışından alınacak vergiyi yüzde on (10%)’a indirmiştir. Better Place projesi yasal olarak 29 Ekim 2007’de kurulmuş ve Nisan 2009’a kadar 400 milyon dolar kadar parayı ve birçok ülkenin desteğini bünyesinde toplamıştır.
Geleceğin tamamen elektrikli araçta olduğuna inanan Renault-Nissan CEO’su Carlos Ghosn, Shai Agassi’nin projesine destek göstererek şirket bünyesindeki elektrikli otomobil ve akü teknolojisini mevcut sorunları çözmek için ele alıyor. Bu plan çerçevesinde Renault 3 yılda 600 milyon dolar harcayarak değiştirilebilien pillerle çalışan arabaların 2011’de yollarda olmasını planlıyor. Renualt, Megane Sedan gibi şu an elinde olan modellerinin elektronik versiyonlarını benzinle çalışan arabaların fiyatları ile rekabet edebilecek şekilde piyasaya çıkaracak. Özet olarak, daha önce hayal gibi görünen elektrikli araçların yaygın seyahat aracı olma olasılığı, süratle gerçeğe yaklaştırılıyor.
Tamamı ile verimli çalışan bir sistem yaratma yolunda çözülmesi gereken esas problem benzin ile çalışan arabaların dolu depoyla 400-500 km yol gidebilmelerine kıyasla elektrikle çalışan arabaların dolu bir aküyle ancak 200 km yol aşabiliyor olmalarıdır. Öte yandan benzin depolarını doldurmak 5 dakika süren bir işlemken, akü değiştirmek daha zahmetli. Bu soruna gayet zekice bir yaklaşım getiren Better Place, cep telefonu operatörü modelini benimsemiştir. Buna göre, kendilerinden birkaç yıl asgari miktarda hizmet almayı garanti edince müşterisine en pahalı cep telefonunu bile bedavaya veren telefon operatörleri gibi, Better Place şirketi de belli bir süre asgari miktarda hizmet almayı garanti ettiği müşterilerine elektrikli araç aküsünü cep telefonu gibi bedavaya verecek.
Bu sistemi mümkün kılan en büyük yatırım ise kurulacağı ülkelerdeki karayol ağları üzerinde açılacak olan çok sayıda Better Place akü değiştirme istasyonlarıdır. Elektrikli araç kullanıcıları istasyona girdikten sonra otomatik bir aparat aracın altına girerek 5 cm kalınlığındaki akü plakasını sökecek, dışarı alacak ve dolusunu boşalan yere takacak. Tüm bu işlemlerin tamamlanması için gereken süre benzin doldurmaktan çok daha kısa bir süre olan tam tamına 65 saniye! Programın parçası olarak özel elektrik dağıtım şirketleri devletin desteğiyle tüm otoparklar ve yol kenarı parkmetrelere şarj etme prizleri yerleştirecek ve onlar da petrolsüz üretilen elektrik satışından para kazanma fırsatını bulacak. Better Place ülke geneline tamamı ile yerleşince tüm halkın ulaşım alanında petrole olan bağımlılığının ortadan kalkması planlanıyor. Projeyi İsrail’den sonra yürürlüğe geçirmeyi planlayan Danimarka’da ise, Dong Energy şirketiyle ortak bir girişimle bu proje için yeni sermaye bulduktan sonra ülkenin elektrikli otomobil şarj ağıyla donatılması gerçeğe dönüşüyor.
Elektrikli arabalar bugün kullandığımız fosil yaktılarla çalışan arabalar gibi havayı kirletmiyor ve atmosfere karbondioksit salımını önlüyorlar. Bu iyi birşey gibi duyuluyor, değil mi? Ne yazık ki elektrikli arabaların da bazı çevresel dezavantajları var! Eğer doğayı korumak adına “yeşil” bir adım atarak fosil yakıtlardan vazgeçmek ve elektrikli arabalara yönelmek istiyorsanız, bu yolda düşünülmesi gereken iki esas etken vardır. Birincisi bu arabalarda kullanılan bataryaların nerde ve hangi şartlarda üretildiği ve kullanım ömrünü tamamladıktan sonra çevreye zarar vermeden nasıl elden çıkarılacağıdır. Bir diğer etken ise arabalarda kullanılacak elektrik kaynağıdır. Bu arabaların çalışması için ihtiyaç duydukları elektik enerjisinin nasıl elde edilebileceğini hiç düşündünüz mü? Çünkü bu kaynak elektriği elde etmek için kömür yakan bir santral olabilir. Ancak durum böyle olsa bile elektrikli arabalar benzinle çalışanlardan çok daha verimli çalıştıklarından çevreye daha duyarlıdırlar.
Elektriğinin çoğunu hidroelektrik barajlarından veya nükleer santrallerden elde eden Kanada ve Fransa gibi ülkelerde bu durum doğal olarak daha avantajlıdır. Zamanla dünyanın yaşayacağı enerji sıkıntısını sadece yenilenebilir enerji kaynakları ile çözebileceğimizi düşünürsek, bu kaynaklardan elde edilecek enerji ile çalıştırılan arabaların gelecekte insanlığa daha cazip çözümler sunacağı kesin!
Gerçek anlamda doğaya duyarlı olmak istiyorsanız, benzinli veya elektrikli farketmez, tüm araçlardan daha çevre dostu bir çözüm var – o da SİZSİNİZ! İşe her gün kendi gücünüzü kullanarak yürüyebilir, daha uzun mesafeleri bisikletle aşabilirsiniz. Bu opsiyonlar herhangi bir araç kullanımından çok daha sağlıklı ve inanın daha eğlencelidir! Bazılarımız için yürümek veya bisiklete binmek zor olabileceğinden, bir sonraki en iyi ulaşım metodu olan toplu taşımacılığı bir düşünün. Göreceksiniz ki bu dünya için yapabileceğimiz o kadar şey var ki, bu daha bir başlangıç!
Çise Ünlüer (2 Ocak 2011)
ciseunluer@hotmail.com
24/12/2010
Elektrikli Arabalar - 2
2010 yılının Aralık ayında piyasaya çıkması beklenen Nissan LEAF (Leading, Environmentally friendly, Affordable, Family Car) dünyanın ilk tamamı ile elektikle çalışan ve sıfır emisyona neden olan beş kapılı aile arabası olarak tasarlanmıştır. Amerika Birleşik Devletleri Çevre Koruma Ajansı, Nissan LEAF’in enerji tüketimini 100 milde 34 kWsaat (765 kJ/km) olarak belirlemiştir. Bundan once 2009 yılının Haziran ayında BMW, elektrikle çalışan Mini E model arabasını Amerika ve İngitere’de kullanıma sunmuştu.
Otomotiv sanayii sektöründe gelişen teknolojileri yakından takip eden Türkiye, ilk yerli üretim elektrikli arabasını 2012 yılında kullanıma sunmayı planlıyor. 7 saatlik şarjla 300 kilometrenin üzerinde yol yapabilecek olan bu otomobil, 100 kilometre hızın üzerine çıkabilecek. Tam anlamıyla piyasaya sürülmeden fabrikalarda, tesislerde, otellerde ve parklarda kullanılabilecek şekilde üretilen elektrikli arabalar, sessiz olmaları, egzoz gazı salmamaları ve ekonomik olmaları nedeniyle tercih görerek yük ve insan taşımada kullanılabiliyor. Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu (EPDK)’ndan alınan bilgiye göre elektrikli arabaların ihtiyaç duyacağı akü şarjı istasyonlarının yaklaşık beş yıl içerisinde ülkenin çeşitli yerlerine yerleştirilmesi bekleniyor. İşi kolaylaştıran bir başka faktör ise mevcut benzinliklere akü şarj bölümü eklenmesi için kanunlarda herhangi bir değişikliğe gerek olmaması. Bugün Türkiye'de hem benzin hem elektrikle çalışan hibrid otomobiller bulunmasına rağmen tamamen elektrikle çalışanlar henüz kullanımda değil.
Uluslararası denetim, vergi ve danışmanlık şirketi PricewaterhouseCoopers'in (PwC) hazırladığı Araba Sektörünün Küresel Görünümü - 2009 (Global Automotive Perspectives - 2009) raporuna göre, yeni ve köklü araba üreticilerinin piyasaya sürdüğü sadece elektrikle çalışan veya hibrid arabaların sayısı artarken, bu alanda yapılan yatırımlarla birlikte elektrikli arabalarda büyüme potansiyelinin artacağına kesin gözüyle bakılıyor. Ancak elektrikli arabalara olan talebin artması birçok farklı faktöre bağlı olduğundan, sektörün bu alanda ilerlemesinde teknolojinin ne kadar önemli bir etkisi olacağı konusunda bazı belirsizliklerin mevcut olduğu da kaçınılmaz bir gerçek.
Aynı raporda, 2020 yılında sadece elektrikle çalışan arabaların, tüketici maliyetini düşürerek ve Ar-Ge yatırımlarını sürdürerek toplam araba sayısının yüzde 2 ile 5 (2-5%)’ini karşılayacağı belirtilmiştir. Bu noktada dikkat edilmesi gereken bir unsur ise elektrikli arabaları tercih eden tüketicilerin benzinli arabalara kıyaslandığında aracın türüne bağlı olarak 7 bin ile 20 bin dolar arasında değişen yüksek maliyetleri karşılamak durumunda olduklarıdır. Bu fiyat farkı esas olarak aracın bataryasını oluşturan lityum ve grafit gibi ham maddelerden kaynaklanmaktadır. Ancak, elektrikli arabaların yüksek araba maliyetini çok çabuk amorti edebilecek ve bu arabalara olan talebi artıracak olan esas unsur petrol yerine elektrik kullanılarak sağlanacak olan tasarruftur.
Elektrikle çalışan arabalar tamamı ile batarya takımının sağladığı sürüş mesafesine bağlı çalıştığından, elektrikli bir aracın temel parçaları arasında en büyük sınırlamayı getireni, kısa batarya ömrüne bağlı olarak sürüş mesafesinin sınırlı olmasıdır. Bu sorunu çözmek için, daha güçlü ve uzun mesafelerde daha etkili olacak bataryalar geliştirmek adına çalışmalar devam etmektedir. Araba sektörünün değişen coğrafyasına bağlı olarak elektrikli araba alanında şu an gerçek anlamda “lider” pozisyonuna konulabilecek bir ülke yok. Ancak Çin gibi ülkeler, yatırımlarını içten yanmalı araba üretimine yaparak bu konuda diğer ülkelere rakip çıkmak yerine yerine sera gazları emisyonlarının kontrol altına alınması açısından tek çözüm olan ve yakın gelecekte büyük talep göreceğini düşündükleri elektrikli arabalara yönelmektedirler.
Günümüzde yetersiz altyapının elektrikli arabaların hızlı bir şekilde yayılmasını engellemesine rağmen, elektrikle çalışan arabalar, karbon emisyonuna neden olmadıkları için, araba üreticilerini bekleyen katı emisyon düzenlemelerine dair yasalara uymalarını mümkün kılacak en etkili çözüm olarak görülmektedir. Bu teknolojinin gerçeğe dönüştürülmesi yolunda İsrail ve Danimarka gibi ülkelerde gerçekleştirilen “Better Place” gibi altyapı projeleri, sürücülerin elektrikli arabalarını hızlı bir şekilde şarj etmelerini sağlayabilmektedir. Bu girişimler henüz belirli miktarlarda başarılı olmuş olsalar bile geniş ölçekli bir şarj istasyonu ağının tamamı ile gerçeğe dönüştürülmesinin büyük bir maliyeti de beraberinde getireceğini unutumamak gerekir.
Çise Ünlüer (26 Aralık 2010)
ciseunluer@hotmail.com
18/12/2010
Elektrikli Arabalar - 1
Her sabah uyanıp hazırlanıyor, işe gitmek üzere arabalarımıza atlıyoruz. İş dönüşü biten benzini yenilemek için petrol istasyonlarına yöneliyoruz. Bu rutinin bir gün bozulacağını ve ihtiyaç duyduğumuz yakıtlara artık ulaşamayacağımızı düşünün. Hayat o zaman nasıl olurdu?
Kömür, petrol ve doğalgaz gibi yakıtlardan oluşan fosil yakıtlar yoğunlaştırılmış enerji kaynağı olarak yeraltından çıkarılır ve nakledilir. Fosil yakıtlı santrallerden yılda yüksek miktarlarda kükürt ve azotoksit gibi kirletici maddeler atmosfere yayılır. Kükürt ve azotoksitler, bitkilerin, nehir ve göllerdeki balıkların ölümüne sebep olan ve metal sanayi ürünlerine zarar veren asit yağmuruna yol açar. Bunlara ek olarak azotoksit, biyosferi ultraviyole ışınlardan koruyan ozon tabakasının incelterek insan sağlığı, ekolojik sistem ve dolayısıyla ekonominin büyük zarar görmesine neden olur.
Endüstriyel alanda, elektrik üretiminde ve ulaşımda yaygın bir şekilde kullanılan fosil yakıtların yanması ile güneşten yere ulaşan ve tekrar yükselen ışınlar dünyaya geri yansıyarak atmosferik sera etkisine yol açan karbondioksit salımı gerçekleşir. Bu miktar, 1990 yılında 0.6 milyar ton olarak belirlenmişse bile, 1998 yılında 5.5 milyar ton’a kadar ulaşmıştır. Türkiye’de fosit yakıt kullanımınından dolayı havaya salınan karbondioksit miktarı 2005 yılında 410 milyon ton, 2010 yılında ise 550 milyon ton olarak hesaplanmıştır.
İnsanların dünya üzerinde gerçekleştirdikleri aktivitelere bağlı olarak karbondioksit ve benzeri sera gazlarının atmosferdeki miktarlarının artması, bölgesel yağışlarda belirgin farklılık, deniz yüzeyinin 10-20cm arasında yükselmesi, hava ve okyanusların uzun süreli ortalama sıcaklığında artışlar, tropik bölgelerde buharlaşmanın artması ve buzulların erimeye başlaması gibi değişikliklere yol açmaktadır.
Fosil yakıtları kullanımının doğa ve insan sağlığı üzerindeki olumsuz etkisi düşündüğümüzden çok daha fazla. Bunların en iyi bilinenleri iklim değişikliği, hava kirlenmesi, oksijen azalması, asit yağmurları, ozon tabakası delinmesi, ve petrol savaşları olsa da; fosil yakıtlardan dolayı havaya yayılan diğer gaz ve parçacıkların solunum yolları hastalıklarına, kanserlere ve erken ölümlere sebep olması ve termik santrallerin bazı nükleer tesislerden daha fazla radyoaktivite yayması da başlı başına bir sorundur. Bu yüzdendir ki fosil yakıtların mevcut rezervlerinin bitiyor olması insanlığın yıllardır kendi kendini zehirlemesinin sonu olabilir.
Azalan fosil yakıtları yenilenebilir enerji kaynaklarının ön plana çıkmasına fırsat yaratırken, yaygın olarak kullanıldıkları alanlarda alternatif tasarımların geliştirilmesini de mümkün kılmıştır. Bu yeniliklerin en güzel örneklerinden biri elektrikle çalışan makine ve bataryalardır. Güncel teknolojiyi en iyi kullanıma sokan alanlardan biri olan otomotiv sanayi sektörü, bu alanda üstüne düşen görevi yapmak adına elektrikli araç üretimine geçmiştir. Benzinin yanında elektrikle de çalışan otomobillerin yollara çıkmasının ardından tamamen aküyle çalışanlar ise yakın bir gelecekte insanların hizmetine sunulacak. Bu durumun akaryakıt istasyonlarının çehresini değiştirmesi beklenirken, planın ilk aşamasında benzin pompalarının yanında elektrik pompaları da bulunacak.
Elektrikli arabaların geçmişine biraz bakacak olursak, 19. ve 20. yüzyıllarda benzinin sağlayamadığı konfor ve kullanım kolaylığını kullanıcılarına sundukları için elektrikli arabalar tercih görmeye başlamışlardır. Ford gibi büyük şirketlerin de katkısıyla zamanla gelişen petrol altyapısı sayesinde benzinle çalışan arabaların üretim maliyetleri düşmüş, bu da satış fiyatlarına yansımıştır. Zaman içerisinde petrol ile çalışan arabalar elektrikli arabaların yaklaşık yarı fiyatına satılmaya başlanınca bu durum elektrikli arabalara olan talebin küçümsenemeyecek bir düşüş yaşamasına neden olmuştur. Bunun sonucu olarak 1930 yılına gelene kadar elektrikli arabalar Amerika başta olmak üzere tüm önemli marketlerden çekilmek zorunda bırakılmıştır.
Ancak zamanla gelişen çevre bilincine ve fosil yakıtların dünyada bilinen miktarlarının bitmekte olmasıyla yaşanan fiyat dengesizliklerine bir de benzinli otomobiller için gereken yakıtı tüketicinin karşılama yeteneğinin azalması da eklenince, elektrikli arabalara olan ilgi artmıştır. Araba sektörünün dünya genelinde 8 milyar ton ile küresel ısınmanın en büyük nedeni olan karbon emisyonunun yüzde onbeş (15%)'inden sorumlu olması, yenilelenebilir enerji kaynaklı alternatif çözümlerin daha cazip bir şekil almasını desteklemiştir. Bu fikrin insanlara sunduğu çevre duyarlı seçenekler bir kenara, yüksek başlangıç maliyetine rağmen bakım ve çalıştırma maliyetlerinin düşük olması ve gelişmiş ülkelerdeki hükümetlerin karbon emisyonlarının azaltılması ile ilgili çıkarmak üzere oldukları katı yasalar elektrikli arabalara olan talebi yükseltmeye yetmiştir.
Önümüzdeki hafta elektrikli arabaların bilinen örneklerine değinerek bu teknolojinin gelişimi ve yayılması için gerekli altyapıdan bahsedeceğiz.
Çise Ünlüer (19 Aralık 2010)
ciseunluer@hotmail.com
12/12/2010
08/12/2010
Kış Aylarında Üşümemek İçin
Günlük hayatta enerji tasarrufu yapabileceğimiz birçok alan var! Bunların başında ev ve işyerlerimizde kullandığımız ısıtıcılar ve aydınlatmada yapılacak olan basit ayarlamalar sayesinde ihityaç duyulan enerji miktarının büyük ölçülerde azaltılması gibi önlemler gelmektedir. Gelin daha yakından inceleyelim...
Yaklaşan kış ayları ile birlikte bulunduğumuz ortamları ısıtma ihtiyacımız artacaktır. Buna kısalan günler de eklenince kullandığımız aydınlatma miktarının da artacağını düşünürsek, bu anlarda alacağımız basit ama bir o kadar etkili önlemlerle bu kış gelen elektrik faturalarımız üzerinde düşündüğümüzden fazla kontrol elde edebiliriz. Peki bunu başarmak için ne gibi önlemler almak gerekir?
İlk adım olarak, bulunduğumuz ortamların ortalama sıcaklığının 20 dereceden fazla olmamasına özen göstermeliyiz çünkü bina içerisinde sıcaklığı 1 derece düşürme yüzde beş (5%)’lik yakıt tasarrufuna neden olur. Sadece kullandığımız alanları ısıtarak ihtiyacımız olmadığında ısıtıcıları çalıştırmamak gerekir. Boş alanları ısıtmanın israftan başka birşey olmadığını unutmayarak, hafta sonları veya tatil günleri evimizden ayrılıyorsak, ısıtıcının veya radyatörümüzün vanasının kapalı olduğundan emin olarak gereksiz harcamalardan kaçınabiliriz.
Bulunduğumuz ortamlarda sıcak hava hareketini önlememek ve ısınma amaçlı gerekenden fazla enerji harcamamak için ısıtıcı veya radyatörlerin önüne kesinlikle eşya koymamalıyız. Pencerelerimizden güneş çekildiği zaman ısının kaçmasını önlemek için perdelerimizi kapatmak önemlidir çünkü kapalı ve uygun perdeler, pencerelerden ısı kaybını yüzde yirmi beş (25%) oranında önleyebilir. Ancak perdeler radyatörlerin üzerini örtmemelidir.
Kış aylarında dış kapı ve pencereleri rasgele açmamalı ve açtığımız zaman hemen kapatmayı unutmamalıyız. Soğuk aylarda pencereye güneş ışınları değdiği zaman perdeleri açmak güneş enerjisi ile evlerimizin ısınmasına yardımcı olur. Güneş çekildikten sonra perdelerin kapatılmasıyla istenmeyen ısı kaybı önlenmiş olur.
Radyatör bağlantı borularının su sızdırıp sızdırmadığını kontrol etmek sızıntıların hemen tamir ettirilmesi için etkili bir yöntemdir. Gündüzleri odaları havalandırmak istediğimizde tüm pencereleri aynı anda açmak, yarım saat havalandırdıktan sonra tekrar hepsini kapamak ve bu esnada ısıtıcıyı çalıştırmamak gerekir.
Kış aylarında enerji kaybını engellemek açısından büyük önem taşıyan gerekli yalıtımı sağlamak için evlerimizdeki pencerelerin camlarını mutlaka çift cam yaptırmalı, tüm dış kapı ve pencereleri hava sızdırmaz hale getirmeliyiz. Güneşli havalarda pencerelerimizi temizlemek evlerimizin ısınmasına yardımcı olur. Isıtıcıların evdeki enerjinin yüzde kırk beş (45%)’ini tükettigini akılda bulundurarak gerekmediği zamanlarda ısıtıcıların kapalı olduğundan emin olmalıyız. Kış aylarında radyatörlerin üzerine herhangi bir malzeme kesinlikle koymamalı, radyatörlerin üzerinde çamaşır kurutmaktan çekinmeliyiz. Soguk kış aylarında odalarda çamaşır kurutmak odalarımızın zararlı ve toksik gazlarla dolmasına neden olabilir. Son olarak, ev veya apartmanlarımızdaki koridorları ısıtmaya gerek olmadığından koridorlardaki radyatörlerin kapalı olması doğru olacaktır.
Soğuk zamanlarda enerji sarfiyatını önlemek için ilgilenilmesi gerekilen bir diğer önemli alan su ısıtıcılarıdır. Sıcak su tankına dokunduğumuzda bir sıcaklık hissediyorsak, bu, termosifonumuzun çevresini yalıtmamız gerektiği anlamına gelir. Bu işlem sayesinde yüzde on (10%) enerji tasarrufu sağlamış oluruz. Bunun yanında, su tesistındaki sızıntılar tamir edilmeden bırakılırsa, bu sızıntılar yılda tonlarca suyun ve enerjinin israf edilmesine neden olur. Su ısıtıcılarını sıcak ev içerisinde su kullanılan yerlere yakın kurmak suyun istenilen yere gelinceye kadar soğumasını engeller. Isı kaybını azaltmanın bir diğer yolu ise sıcak su borularını yalıtmaktan geçer.
Banyo yapmak yerine duş almayı tercih ettiğimiz takdirde yüzde otuz (30%) daha az su kullanmış oluruz. Banyo yaparken ayarlanabilir aeratörlü duş başlığı kullanmak su sarfiyatını engellemek açısından önemlidir çünkü bu duş başlığı dakikada en fazla 9-12 litre su tüketirken diğer başlıklar 25-30 litre su tüketir. Böylece 5-6 dakikalık banyo esnasında 50-100 litre sıcak su ve benzer oranda enerji tasarrufu etmiş oluruz. Banyodaki kullanılımına ek olarak mutfaktaki belirli ihtiyaçlar için de sıcak suya gereksinim duyulur. Ancak unutmamak gerekir ki, yiyecekleri temizlerken ve kirli kapları çalkalarken sıcak su yerine soğuk veya ılık su kullanmak yeteridir. Mutfakta gerçekleştirdiğimiz işlemler boyunca gerekli sirkülasyonun en verimli şekilde sağlanması için havalandırıcıları yalıtmak gerekir.
Fazla miktarda enerji tüketen yalıtımsız eski su ısıtıcılarımızı iptal ederek bunların yerine yüksek verimli ve yalıtımlı su ısıtıcılarını tercih etmek mantıklı bir yaklaşımdır. Su ısıtıcılarını boş veya yarı dolu iken çalıştırmak ısıtıcıya zarar vereceğinden, kullanmadan önce ısıtıcının dolu olup olmadığını kontrol etmek önemlidir. Isıtıcının üzerindeki sıcaklık veya basınç tahliye vanası evlerimizin ve ısıtıcımızın zarar görmesini önler. Su ısıtıcısının termostatını banyo ve mutfaktaki işler için uygun olan maksimum 50 dereceye ayarlamak yeterlidir.
Su ısıtıcımızın dibinde zamanla tortu oluştuğunu unutmayarak, yılda bir veya iki defa 5 litre tortulu suyu dren etmeliyiz. Isıtıcıyı kullandığımız süre boyunca kesinlikle sert su tercih etmemeli, tatil günleri evden ayrılmadan önce ısıtıcıları mutlaka kapatımalıyız. Su ısıtıcısı satın alırken verimli ömür maliyetini hesaplamak en iyi kararı vermemizde yardımcı olacaktır. Bunu gerçekleştirmek için, ısıtıcının satın alma fiyatının üzerine, yıllık enerji maliyeti, tahmini ömür ve iskonto faktörünün çarpımından ortaya çıkan sayı eklenir. Bu denkleme göre doğru ısıtıcı seçiminde en önemli faktör ısıtıcının yıllık enerji maliyetidir.
Çise Ünlüer (12 Aralık 2010)
ciseunluer@hotmail.com
03/12/2010
Adı Küçük Ama...
Günün sonunda hepimizin geleceğe dair endişeleri var. Her ne kadar herkesin kendine göre bir yorumu olsa da, kimse geleceği tam olarak kestiremiyor. Sorunlarımızı görmezden gelmek ya da karamsarlığa kapılmanın bir sonuç getirmeyeceği ortada. Ancak yapabileceğimiz birşeyler olması insanın içini biraz da olsun rahatlatıyor...
Dünyanın içerisinde bulunduğu durumun hepimizin farkında olduğunu düşünecek olursak, her birimizin hayatında yapacağı küçük değişiklikler günün sonunda çevreye verdiğimiz zararı azaltmakta büyük rol oynayabilir.
Her alanda olduğu gibi bilinçsizce atılan her adım yarardan çok zarar getireceğinden elimizdeki problemi çözme yolunda atılacak ilk adım bilgi edinmektir. Çevreye verdiğimiz zararı anlamak için önce doğanın kendisini tanımak, temel özelliklerini kavramak gerekir. Doğayı yakından tanımanın en güzel yolu onunla bütünleşerek, kendimizi onun parçası olarak görmektir. İnsanlığın devamı birebir doğanın varlığına bağlı olduğu için çevrenin özenle korunması kaçınılmazdır.
Çevreye verilen zarar açısından incelenmesi gereken alanları şöyle ayırabiliriz: ulaşım, enerji, su, gıda, atıklar, ve kişisel seçimler. Ulaşım amaçlı kullandığımız araçlar yarattıkları kirlilik sayesinde çevreye büyük zarar vermenin yanında alıştığımız konforlu hayat çerçevesinde vazgeçilmesi zor bir seçenek teşgil etmektedirler. Ancak bu alanda küçük adımlar atarak bu zararı biraz da olsa azaltmak mümkün. Hergün olmasa bile arasıra toplu taşımayı kullanmak, gideceğimiz kısa mesafelerde yürümenin veya bisiklet kullanmanın ne kadar kullanışlı ve zevkli bir aktivite olduğunu keşvetmek gibi...
Biraz düşündüğünüzde bunların hiçbirinin mantkıksız olmadığını göreceksiniz. Başka bir alternatif, aynı yerde çalıştığınız iş arkadaşlarınızla birlikte farklı araçlar kullanmak yerine aynı arabada işe gitmeyi deneyin. Bu sayede hem enerji tasarrufu yapmış olur hem de eğlenceli sohbetlerin gerçekleşebileceği yolculuklara fırsat yaratırsınız! İş amaçlı yurt dışına gitmeniz gerekiyorsa ilk opsiyon olarak internet üzerinden skype veya benzeri programlarla haberleşmeyi deneyin. Sürekli bir şekilde gelişen teknoloji sayesinde artık dünyanın diğer ucundaki yakınlarımız veya iş arkadaşlarımızla canlı bir şekilde görüntülü görüşmeler yapmak mümkünken ne diye yüksek karbon salınımı açısından kötü bir tercih olan uçak yolculuklarına saatlerce tahammül edelim? Özellikle kısa iş toplantıları için başka ülkelere uçmak yerine görüşmemizi oturduğumuz yerden internet üzerinden çözmek hem daha rahat hem de gerçekten çevreci bir yaklaşım!
Günümüzde tüm ülkelerin odak noktasını oluşturan en “sıcak” tartışma konularından biri enerji! Sürdürülebilir bir yaşam için enerji alanında geliştirilmiş ve halen üzerinde çalışılan o kadar bir yenilik var ki, yeter ki gözlerimizi bu fırsatlara açalım! Örneğin ülkemizin bulunduğu konumdan dolayı tamamen avantajımıza olabilecek olan güneş panellerinin kullanımı, sayıları sürekli bir şekilde artan rüzgar türbinleri, ve diğer birçok yenilenebilir enerji kaynağının ülkemizde yaygın bir şekilde kullanımının artmasının getirilerini düşünebiliyor musunuz? Bunların yanında, kişisel anlamda alabileceğiniz basit birçok önlem arasında dışarı çıkarken ışıkları kapatmak, enerji tasarrufu sağlayan ampüller ve gereçler kullanmak, evinizi yalıtmak, enerji tüketiminizin miktarına dikkat etmek gibi aktiviteler gelmektedir.
Daha önce üstüne basa basa belirttiğimiz ve çoğumuzun farkında olduğu ülkemizin ve dünyanın en büyük sorunlarından biri olan su sıkıntısı çok büyük bir ekolojik sorun. Bu nedenle temiz içme suyunun ne kadar değerli olduğunu unutmayarak en etkin şekilde kullanma zorunluluğumuz var. Kullandığımız her damla suyun filtrelenmesi, temizlenmesi ve ulaştırılması için de fosil yakıt salınımı yapıldığını aklımızda tutarak, suya tüm ihtiyaç duyduğumuz alanlarda mantıklı davranmanın hem bizim hem de gelecek nesillerin devamlılığı için kritik bir önem taşıdığının farkında olmalıyız. Bu alanda kolay alınabilir tedbirler arasında su tasarrufu sağlayan duş başlıkları kullanabilir, diş fırçalarken musluğu kapalı tutabilir, ve bahçe işlerinde kullanmak için yağmur suyunu biriktirebiliriz.
İnsanoğlunun sağlıklı bir hayat sürebilmesi için gerekli olan yemek ihtiyacının çevre üzerinde ne kadar büyük bir etkisi olduğu ilk başta belli olmayabilir. Küresel gıda endüstrisi ürünlerini dünyanın her bir noktasına gönderdikçe, tarımsal üretim çok daha yoğun bir hal almaktadır. Bu durumun yerel üreticiler üzerindeki olumsuz etkisi malum. Her gün sofralarımıza ulaşan yiyeceklerdeki çeşitliliği arttırmak ve sağlıklı yeme alışkanlıkları benimsemek istiyorsak yerel, mevsimsel ve organik ürünleri tercih etmeli ve daha az et tüketmeliyiz.
Sürdürülebilir yaşam alışkanlıkları aşılama yolunda bir engel teşgil eden atıklar, geri dönüşüm alışkanlıklarının yaygınlaşması ile yeşil duyarlılık sağlayarak çözülemeyecek bir sorun değil. Esas anlamda çevreye duyarlılık, çöpe atılan her öğenin, onun üretimine ve ulaştırılmasına harcanan enerji ve diğer kaynakların da boşa harcanması anlamına geldiğini bilmeyi ve bunun bilincinde hareket etmeyi gerektirir.
Çöpe atılan tüm malzemeler geri dönüştürülecek veya toprağa gömülerek depolanacak olsalar bile, işlenmesi ve yok edilmesi için yine fazladan enerji ve diğer kaynaklar harcanmaktadır. Bu durumda “az kullan, yeniden kullan ve geri dönüştür” şeklinde kısa ve öz bir şekilde en duyarlı yolu gösteren yeşil sloganın doğruluğu halen ve her zaman geçerli. Mutfakta çıkan atıklarımızın bir kısmını gübre olarak kullanabilir, evlerimizde artık ihtiyaç duymadığımız eşyaları yurtdışında bayağı rağbet görmüş Freecycle ve Ebay gibi internet siteleri aracılığı ile ihtiyaç duyan insanlara ulaştırarak elden çıkarabiliriz.
Günün sonunda, dünyamızı gelecek nesiller için yaşanılası bir yer haline getirme yolunda yapılacak o kadar şey var ki! Yeter ki isteyelim...
Çise Ünlüer (5 Aralık 2010)
ciseunluer@hotmail.com
01/12/2010
24/11/2010
Çekmecelerimizdeki Altınlar
Cep telefonları hayatımıza gireli kaç yıl oldu? Eminim hepimizin elinde artık yeni modellerin yanında tercih görmediği için bir kenara atılmış ve eskisi gibi kullanılmayan birkaç eski cep telefonu vardır. Peki kullanmadığımız eski cep telefonlarımızı geri dönüştürerek doğal kaynakların korunmasına katkıda bulunabileceğimizi biliyor muyuz? Gelin, daha yakından bakalım...
Kullanılıp bir kenara atılan cep telefonlarının sayısı gün geçtikçe artıyor. Ancak bu mobil cihazlar gümüş ve altın gibi birçok değerli hammaddelerden üretilmiş parçalar içeriyor. Örneğin, bir ton eski mobil telefon, bir kilo gümüş ve 300 gram altın içerebiliyor. Çihazların ömrü dolduğunda bu maddelerin oldukları gibi çöpe gitmesi ve değerlendirilecekleri yerde çevreyi kirletiyor olmarı gerçekten yazık. İçerdikleri madenlere ek olarak, uygun yöntemlerle geri dönüştürülmeyen tek bir cep telefonu bile, sadece pilinde bulunan kadmiyumla, 600bin litre suyu kirletme potansiyeline sahip olduğu gibi, yeniden değerlendirilebileceği halde çekmecelerimizde gereksiz yere bekletilen her telefon, doğal kaynakların gereksiz yere tüketilmesine de sebep olmaktadır.
Bu duruma potansiyel bir çözüm olarak geliştirilen cep telefonu geri dönüşüm planları sayesinde ekonomik zorluklarla yüz yüze olan az gelişmiş üçüncü dünya ülkelerindeki iletişim ihtiyacına katkıda bulunulabilir ve yeni üretim sürecinde doğal kaynakların tüketilmesinin önüne geçilebilir.
Çoğumuzun çekmecelerinde yatan servet olan eski cep telefonlarından ayrılmak o kadar kolay olmayabilir. Dikkatli düşünecek olursak bu şekilde kullanılmayan binlerce cep telefonu vardır! Rakamlar göz önüne alındığında bu cihazların geri dönüşümleri sayesinde ekonominin potansiyel kazançları önem kazanıyor. Cep telefonlarında altın ve gümüş gibi değerli madenlerden, nikel, kobalt gibi özel metallere, kurşun, civa, kadminyum, gibi toksik maddelere kadar birçok element bulunuyor. Bu nedenden dolayı ülkemizde ikinci el cep telefonlarını yeniden değerlendirerek zararsız hale getiren bir sistemin oluşturularak bu telefonların ekonomiye yeniden kazandırılması hemen ele alınması gereken bir konudur.
Geri dönüşümün doğanın korunmasına hizmet etmenin yanında ekonomik bir değer yaratmakta olduğunun farkında olan bazı telefon şirketleri, eski, kullanılmayan telefonları toplayarak marka ve modellerine göre ayırıyor ve kontrolden geçiriyorlar. Toplanan telefonlar arasında kırılmış olanlar bile yeniden değerlendiriliyor. Bu prosedüre uygun olarak toplanan cep telefonları ve piller, şirket çalışanları tarafından tek tek kontrol edilerek kullanıma uygun olan parçalar belirleniyor ve yeniden kullanılabilecek olanları ayrıştırılıyor. Yeniden değerlendirilebilen bu parçalar başka telefonların tamirinde kullanıldığından yeni parça üretimi için gereken doğal kaynak harcamasını önlemektedirler.
Eski parçaların yeniden değerlendirilmesine ek olarak halen kullanılabilir durumdaki eski cep telefonları, ekonomisi tam olarak gelişmemiş ülkelerdeki gelir seviyesi düşük kişilerin kullanımına sunulabilir. Bu sayede ihtiyacı olan insanların iletişim ihtiyacı karşılanmakla kalmaz, bu satıştan elde edilen gelir sosyal sorumluluk projelerine de bağışlanabilir. Kullanıma uygun olmayan telefonlar ise parçalarına ayrılarak metal dönüşümü için incelenir. En son olarak tekrardan kullanılması mümkün olmayan parçalar kıymetli metal ve demir olarak ayrıştırılmak için ergime ve suda ayırma gibi yöntemler kullanılarak metal dönüşümü sürecine alınır. Bu işlemlere ek olarak ham metaller çeşitli yöntemlerle ayrıştırılarak yeni telefon veya cihaz yapımında kullanılmak için hazırlanır ve bu da doğal kaynaklara olan bağımlılığı azaltır.
Kullanıcılarına benzeri servisleri sunan şirketlerden biri Turkcell. Geri dönüşüm amacı ile Turkcell İletişim Merkezleri’ne getirilen cihazlar şirket tarafından kayıt altına alındıktan sonra projeye destek olanların elektronik posta adreslerine bir sertifika gönderilir. Proje kapsamında geri dönüşüme alınan cihazlar, Turkcell İletişim Merkezleri’nden toplanır ve tek tek kontrol edilir. Bu noktada, cihazların içinde unutulan kişisel bilgi ve SIM kartlar, güvenlik amacı ile mutlaka imha edilir. Tüm bu işlemleri mümkün kılmak ve cep telefonlarının doğaya saygılı yöntemlerle geri dönüşümünü sağlamak amacı için tüm Turkcell İletişim Merkezleri’nde, “Cihaz Geri Dönüşüm Kutuları” yer almaktadır.
Kendi adıma küçük bir adımla büyük bir fark yaratmak için İngiltere’de servis veren Envirofone’a eski telefonlarımı gönderdim. Bu servisin parçası olmak için, Envirofone’un internetteki sayfasından kısa bir üyelik formunu doldurduktan sonra kendi belirlediğiniz şifrenizle hesabınıza giriyorsunuz. Elinizdeki eski telefonların modellerine göre yapabileceğiniz arama sonrasında şirketin size geri dönüşümlerinin mümkün olup olmadığını belirtmesinin yanında bazı telefonların geri dönüşümü için cep telefonu sahibine belli bir ücret gönderiliyor. Yani, telefonunuzun geri dönüşümünü mümkün kılarak hem doğaya saygılı şekilde hareket etmiş oluyorsunuz hem de karşılığında maddi bir kaynak sağlıyorsunuz!
İhtiyaç duymayarak kullanmadığımız cep telefonları doğal kaynakların gereksiz kullanılmasının önüne geçebilir. Bu telefonların kullanılmayan parçalarının eritilmesi ile elde edilen metaller, yeni madde üretiminde kullanılarak alternatif kaynak yaratılabilir. Bozuk, kırık ya da eksik olan telefonlar, geri dönüşüm kapsamında kontrol edip parçalarına ayrıştırılarak, yedek parça ihtiyacında kullanılabilir. Böylece yedek parça üretimi için gerekli doğal kaynakların kullanılmasına gerek kalmaz. Halen çalışan ama kullanılmayan telefonlar ise ekonomik olarak az gelişmiş ülkelerdeki cep telefonu ihtiyacını karşılamak için kullanılabilir. Bir taşta birçok kuş...
Çise Ünlüer (28 Kasım 2010)
ciseunluer@hotmail.com
21/11/2010
Yeşil Kimya
İlaç, temizlik ve gıda sektöründe yer alan ve günlük yaşamımızda sürekli temas halinde olduğumuz ve avaraj bir insanın ortalama yaşam süresinin yükselmesine katkı koyan kimyasallar sayesinde hayatlarımız oldukça kolaylaşmaktadır. Ancak bilimin zamanla gelişmesi ile bazı günlük hayatta kullandığımız ilaçların yan etkileri olduğu ortaya çıkmıştır. Bu yan etkiler, kimya endüstrisinin toplum gözünde kötü bir unvana sahip olmasına neden olmakta ve yeni kullanım sınırlandırmaları getirmektedir. Bu nedenden dolayı yerküre üzerindeki kirlilik kaynakları içinde en büyük paya sahip sektör olan kimya sektörünün geliştirilmesi amaçlı olarak 1990’lı yıllarda, Çevre Koruma Ajansı (Environmental Protection Agency) Yeşil Kimya (Green Chemistry) terimi ilk olarak ortaya çıkarılmıştır.
Dünya kimya sektörü ve biliminde yeni bir akım olan Yeşil Kimya, kimyasal ürünler ve işlemlerdeki çevre ve insan sağlığına zararlı maddelerin oluşumunu engelleyici ve önleyici yöntemlerin bulunması, planlanması ve geliştirilmesini hedefleme amaçlı bir yaklaşım olarak benimsenir. Yeşil Kimya’nın esas hedefi, kimyasal ürünler ve süreçlerin ekosisteme zararlarının en aza indirilmesi ve bu yolda kimyasal maddelerin zararlı etkilerinin farkında olunması bilincinin aşılanması ve toplumun belirli basamaklarına ulaştırılmasıdır.
Günümüzde farklı endüstri alanında baş gösterecek olan yeni rekabet tarzı, şirketlerin ürettiği malların çevreye olan zararlarına göre belirleneceği Avrupa Birliğin tarafından hazırlanan ve 1 Haziran 2007 de yürürlüğe giren REACH (Registration, Evaluation, Authorization and restrictions of Chemical Substances) kanunun kullanıma girmesi ile kimyasalların kayıt altına alınması, çevre ve insan sağlığı üzerindeki muhtemel riskleri, kullanımları ve sınırlandırmaları bir veri tabanı seklinde toplanması amaçlanmaktadır.
Gelişmiş ülkelerde küçük çocuklardan başlayarak tüm insanların hakkında bilinçlendirilmesi için çeşitli bilim fuarlarında tanıtılan Yeşil Kimya, belli prensipler çerçevesinde mevcut kirlilik sorunlarını ortadan kaldıracak çözümleri içine alan yeni bir akım olarak kimyasal ürünlerin tasarım, üretim ve kullanım alanlarında insan ve çevre sağlığı için tehlike oluşturan materyallerin kullanımı ve ortaya çıkışını ortadan kaldırmak için insanlığın kullanımına sunulmaktadır. Bu yolda insanların yenilikçi teknolojileri tercih etmeleri teşvik edilmektedir.
Yeşil Kimya’nın uygulaması boyunca atom ekonomisi, e-faktör (environmental factor), yaşam döngüsü belirlenmesi (life cycle assessment), temiz teknolojiler havuzu (the clean technology pool), ve çevre-yenilik pusulası (eco-innovatıon compass) gibi parametrelerden yararlanılmaktadır. Bu anlamda elimizdeki bir materyali daha “yeşil” yapma yolunda çevreyle dost seçimler yapmak önemli. Tasarımlarımızın daha güvenli ve tek bir reaksiyon basamağı içerecek en basit şekilde yapılması göz önünde bulundurulmalıdır. Bunun sonunda elde edilen ürünün atık üretimini azaltan, yenilenebilir hammaddelerin kullanılmasını teşvik eden, çevresel olarak kabul edilebilen, ve yüksek verimli olması kaçınılmazdır.
Varolan kirlilik kaynağını azaltacak veya yok edecek önlemlere odaklanmış ve bu sayede de kirliliği ancak ortaya çıktıktan sonra temizleme yolunu arayan yaklaşımlar artık yeterli değildir. Yeşil Kimya ve benzeri yaklaşımlar sayesinde elimizdeki sorunlara üretebildiğimiz çözümler ile belirlenen bir endüstrinin geçerli olduğu günler başlaycaktır. Belirli bir standardın tutturulması için getirilecek olan limitlemeler endüstri için bir risk değil, aksine iyi bir rekabet fırsatı oluşturabilir.
Yeşil Kimya’nın uygulanabileceği esas alanlardan biri alternatif hammadde kaynakları arayışıdır. Örneğin, enerji üretimi dışında kimya endüstrisinde de başlıca hammadde kaynağı olarak kullanılan petrol, günlük hayatta kullandığımız ilaç, temizlik, ve birçok diğer petrol temelli ürünlerde de görülmektedir. Petrol içeren bu ürünler yerine yenilenebilir ve toksik olmayan alternatif hammadde arayışları Yeşil Kimya adı altında gerçekleşmektedir. Buna ek olarak ürün verimliliği üzerinde büyük etkisi olan katalizörlerin kullanım sonrası bozulmayan, toksik özelliği olmayan, ve reaksiyon sonrası kolayca ayrıştırılarak tekrar kullanılabilenlerinin kullanımı Yeşil Kimya tarafından testeklenmektedir.
Özetlemek gerekirse, çevreyi korumaya yönelik kimyasal yöntemlerin
ve maddelerin geliştirilmesini ön plana çıkarmayı amaçlayan bir bilim dalı olan Yeşil Kimya, üretim maliyetini azaltacak yeni reaksiyonların elde edilmesini mümkün kılarak ekonomik fayda sağlamakla kalmaz, daha düşük sıcaklıklarda gerçekleşen verimli reaksiyonlar tasarladığı için enerji tasarrufunu gerçeğe dönüştürür. Yeşil Kimya kullanımı ekonomi ve enerji alanında uygun çözümler sunmasının yanında daha az atık madde oluşumunu sağlar ve güvenli yollardan ilerleyen reaksiyonlar bulunmasına ön ayak olduğu için kaza riskini azaltır. Genel olarak insan ve doğa sağlığının korunmasını sağlayan bu yeni yaklaşım, çevre kirliliğinin önlenmesinde aktif rol oynayacağından ülkemizde de çeşitli uygulamalarda kullanılabilir.
Çise Ünlüer (21 Kasım 2010)
ciseunluer@hotmail.com
11/11/2010
Çöpsüz Yaşam, Atık Piller ve Kızartma Yağları
İnsanlık olarak imkansızları konuşma lüksümüzün olmadığı bir dönüm noktasındayız ve bugün her zamankinden daha çok parçası olmamız gereken bir vizyona ihtiyacımız var. Eskiden toplumun büyük bir çoğunluğu tarafından “sıradışı” olarak görülen insanların desteklediği çöpsüz yaşamı elde etmek için yapılan girişimler, şu an içerisinde bulunduğumuz durumun ciddiyetini göze alacak olursak, artık toplumun tüm bireyleri tarafından beklenmektedir.
Amerika ve Avrupa ülkelerindeki ev hanımları, tükettikleri ürünleri seçerken daha az ambalajlı olanları tercih edecek kadar bilinçli! Markete giderken plastik poşet kullanmamak için yanında kumaş çantasını götürmeyi ihmal etmeyen bu bayanlar, kasaba uğrayacakları zaman ise alacakları etleri koymak için evlerinden kendi cam kaplarını getiriyorlar. Gelişmiş ülkelerin yaşam stili içerisinde alınan bu önlemlerde hiçbir sıradışılık yok. Bunlara ek olarak hatırısayılır sayıda insan kendi temizlik malzemelerini hazırlıyor, paketli olmayan organik sabunları kullanıyor, ve ellerine geçen tüm cam, plastik, teneke ve kağıtları atlamadan geri dönüştürüyor! Biz bunların hangilerini yapıyoruz?
Yaşadığımız alanlarda “sıfır atık” felsefesini benimsemek o kadar basit ki! Örneğin, hayatımızdan plastik ambalajları tamamı ile çıkarabilir, mümkün oldukça taze gıdalar tüketebiliriz. Dünyada hızla yaygınlaşan “ambalajsız yaşam hareketi”nin bir parçası olmak düşündüğümüzden daha kolay. El çantamızın içine ya da arabamızın bagajına yerleştireceğimiz birkaç kumaş çanta sayesinde market ziyaretlerimizde plastik poşete olan bağımlılığımızı sıfırlayabilir, ambalajsız ürünleri tercih ederek bunun yerine taze gıdalara yönelebiliriz. Bu pratik önlemler sadece çevreye olan duyarlılığımızı artırmakla kalmaz, kendi sağlığımız için de pozitif etki yaratır.
Ülkemizde dikkat edilmesi gereken bir başka konu ise atık pillerdir. Kullanım ömrünü tamamladıktan sonra çöpe atılan pillerdeki ağır metaller zamanla bozularak serbest hale geçtiğinden yer altı ve yüzey sularını kirletmenin yanında toprağı ve doğal olarak bitkileri de zehirler. Türkiye’de bir yılda 11 bin ton pil piyasaya sürülürken, bunun ancak 260 tonu geri toplanabiliyor. İlginçtir ki durum Almanya’da olabileceği kadar iç açıcı değil. 2007 yılı içinde Almanya sınırları içerisinde 1.47 milyar pil satılmış ve bunun ancak yüzde elli (50%)’si geri toplanabilmiştir.
Uzmanlara göre çöp depolama alanlarında bulunan civanın yüzde seksen sekiz (88%)’i, kadmiyumun ise yüzde elli dört (54%)’ü pillerden kaynaklanmaktadır. Atık pillerin açığa çıkmalarına neden oldukları bu kimyasallar akciğer hastalıkları, prostat kanseri, kansızlık, doku tahribi, böbrek üstü bezlerin tahribi ve kanser gibi hastalıklara neden olarak insan sağlığını birebir etkilemektedir. Bu nedenden dolayı görülen olası hastalıklara engel olmanın tek yolu atık pilleri çöpe atmak yerine daha önceden belirlenmiş noktalarda toplamaktır. Ülkemizde bu alanda yapılan atık pil toplama kampanyaları bulunmaktadır. Yapabileceğimiz en basit şey bu pillerin nerde toplandıklarını öğrenerek kullanmadığımız pilleri bu şekilde elden çıkarmaktır.
Çoğumuz evlerimizde kızartma amaçlı kullandığımız bitkisel yağları tekrar tekrar kullanmanın yanlış olmadığını düşünüyoruz. Ancak bilmemiz gerekir ki, kızartma sırasında oluşan fiziksel ve kimyasal reaksiyonlar nedeniyle yağda çok sayıda yan ürün oluştuğundan, sağlık açısından, evsel kullanımda kızartmalık yağın en fazla 2 defa ve kısa aralıklarla kullanıldıktan sonra değiştirilmesi gerekir.
Ekotoksik özellik gösterebilen kızartmalık bitkisel ve hayvansal yağlar kullanım sonrası lavaboya döküldüklerinde atık su kirliliğinin yüzde yirmi beş (25%)’ine neden olmaktadır. Arıtılmayan sulardaki atık yağlar, denizlere ve akarsulara ulaştığında bu alanlardaki suyun kirlenmesine ve sudaki oksijenin azalması sonucu başta balıklar olmak üzere ortamdaki diğer canlılar üzerinde büyük tahribata yol açmaktadır. Buna ek olarak önemli bir içme suyu kaynağı olan yeraltı sularının da kirlenmesine neden olmaktadır.
Çoğu endüstriyel işlemlerde kullanılmak üzere, dünyada 20 milyon ton civarında bitkisel ve hayvansal yağ kızartma amaçlı kullanılmaktadır. Ne yazık ki bu yağların büyük bir miktarının geri dönüşümünü sağlamak kolay olmadığı gibi ekonomik bir seçenek sunmadığından çevreye karşı zararlı bir durum oluşmaktadır. Türkiye'de “Bitkisel Atık Yağların Kontrolü Yönetmeliği” kapsamında atık bitkisel yağların toplanmasının belediyelerin sorumluluğunda olmasına rağmen ülkemizde henüz buna benzer girişimlerde bulunulmamıştır.
İyi bir planlama ile belirli kuruluşlara yetkiler verilerek bu kuruluşların atık yağları ev ve iş yerlerinden toplamasını sağlayabilir, toplanan bitkisel yağların daha sonra içme sularına karışması yerine biyodizel üretiminde kullanılması için gerekli altyapıyı hazırlayabiliriz. Bu yolda eğitim ve bilinçlendirme çalışmaları kaçınılmaz olduğundan, küçük yaştan başlayark tüm toplumun, atık yağların neden olduğu zararlar ve mümkün olan geri dönüşüm metodları hakkında bilgilendirilmesi gerekir.
Atık yağlardan biyodizel üretimiyle çevreyi korumakla kalmaz, aynı zamanda atıktan katma değer sağlayabiliriz. Kızartmalık atık yağlardan üretilen biyodizel, dizel yakıt kullanımına kıyaslandığı zaman iklim değişimine neden olan sera gazı emisyonunda yüzde doksan (90%)’a varan oranlarda azaltım sağlayabildiğinden kesinlikte cazip bir opsiyon sunmaktadır. Ülkemizde de biyodizel üretiminin yolunu açmak için gerekli çalışmaların yapılması ve gerekirse üniversitelerimizle iş birliği içerisinde atık yağları enerjiye dönüştürebilme konusunda araştırmaların yapılması büyük önem taşımakadır. Çünkü ancak bu şekilde toplanan atık yağ oranı artırılabilir ve normalde doğal kaynakları ve insan sağlığını etkileyecek olan bu atıkları yararlı bir kaynağa dönüştürebiliriz.
İnsan ancak tüm seçimlerinde sadece kendisi için değil içerisinde yaşadığı dünya için en güzel, en doğru olanı, ve umut vereni yaparak yaratmaya hiç yılmadan devam ettiği zaman kendini iyi hissetmelidir. Kendinize bir sorun: Ben bugün çevre için ne yaptım?
Çise Ünlüer (14 Kasım 2010)
ciseunluer@hotmail.com
03/11/2010
Yeşil Ofis Planlaması
Tüm insanların yeryüzünün ve doğanın bir parçası oldukları bilinciyle yaşadıkları; birbirleriyle ve yeryüzüyle dengeli ve adil ilişkiler kurdukları; sevgi, barış ve dayanışma kültürünü oluşturdukları bir dünya hayal edin. Hayal edin, çünkü hayallerle gerçekler arasındaki tek engel biziz!
Ancak ne multu bize ki hayattaki önceliklerinin farkında olan ve sadece kendisi için değil, gelecek nesillerin devamlılığı için ihtiyaç duyacakları kaynaklara sahip olmaları yolunda çalışan birçok insan var. Bunlardan biri, “Yeşil Ofis Programı” kapsamında ofislerin atıklarını ve masraflarını azaltarak sürdürülebilir çevre politikalarını desteklemelerini sağlayan ve kalıcı çevre yönetim sistemi oluşturmaları için gerekli platformu hazırlayan WWF (World Wide Fund for Nature).
Küresel ısınma artık geri dönüşümü olmayan bir gerçek. Bu konuda yazılan raporlar ve yapılan araştırmalar, gelecekten endişe edilecek bir noktaya gelindiğinin en doğru kanıtı. Olayın derinine inecek olursak, varılan durumun, sanayi devrimi ile başlayan süreçte kurulan sistemler ve bu sistemlerin devamlılığı için ihtiyaç duyulan enerjiyi sağlama yolunda yapılan tercihlerin neden olduğu karbon salınımı ile bağlantılı bir sistem sorunu olduğu görülüyor. Enerji tüketen her faaliyetin ortaya çıkardığı karbondioksit miktarını temsil eden “karbon ayak izi” kavramı, günümüzde hem bireysel hem de şirketlerin karbon salımlarını ölçmek için kullanılmaktadır.
Vaktimizin çok uzun bir bölümünün geçtiği iş yerlerinde düşünmeden yaptığımız monotonlaşmış hareketlerimizin herbirini tek tek inceleyecek olursak değiştirmemiz gereken o kadar çok şey var ki! En başından olacak şekilde bir çalışma gününü ele alacak olursak, kalabalık trafikte stresli bir yolculuktan sonra iş yerimize zor da olsa ulaşıyoruz. Bu noktada araba yerine bisiklet kullanıyor olsaydık hem fosil yakıtlara olan bağımlılığımızı ortadan kaldırır, hem de çevreye zarar vermeden ve trafiğe takılmadan zaman kazanarak, sağlıklı bir seçim yapmanın verdiği mutlulukla ofisimize ulaşabilirdik.
Tipik iş günümüze devam edelim: Arabadan inip ofisimize giriyoruz. İlk iş olarak bilgisayarı açmaya yöneliyoruz. Gün devam ettikçe yazıcıdan çıkan kağıt sayısında gerekli gereksiz sürekli bir artış devam ediyor, çöp sepetimiz gittikçe kullanılmayan kağıtlarla dolup taşıyor. Bir günde toplam ne kadar kağıt kullandığınızı hiç gözlemlediniz mi? Peki bu kağıtların kaçta kaçının gerçekten yazıcıda kullanılması gerektiğini? Günde düşünmeden kaç tane dosyayı ve e-postayı gerekmedikleri halde yazıcıdan çıkarıyoruz? Kullanıldıktan sonra çöpe atılan kağıt, pil, ve plastiklere daha sonra ne olduğunu hiç düşündünüz mü? Geri dönüşümlerini?
Gün sonunda işyerlerimizden ayrılırken enerji kullanan tüm cihazları tamamen kapatmak ve ışıkları söndürmek gerekli tasarruf önlemlerini almak açısından doğru bir yaklaşımdır. Ofis içerisinde gerçekleştirebileceğimiz basit değişiklikler sayesinde atıklarımızı azaltmakla kalmaz, çalışma ortamındaki harcamaları da en aza indirgeyebiliriz.
Ancak bir formdan başka bir forma dönüşebilen enerji, yoktan var edilemediği gibi vardan da yok edilemeyeceği için kapalı bir sistemdir. Şirketlerde enerjiyi kullanarak işe dönüştüren üç esas unsur insan, sistem ve teknolojidir. Karbon ayak izini düşürme yolunda bu üç unsurun hareketleri birbirlerini etkilediğinden, şirketlerin kendi kaynaklarını sistemli bir şekilde değerlendirerek, ilgili tasarruf kriterlerini belirlemeleri ve bu çerçevede kendi çevre yönetim sistemlerini kurmaları büyük önem taşımaktadır. Bu sayede her şirket kendi tasarruf mekanizmasını oluşturup doğal kaynakların sürdürülebilir kullanımına katkıda bulunabilir.
Enerji kullanan her birey ve her şirketin küresel ısınmada sorumluluğunun farkında olması gerekir. Bilinçlendirmeyi sağlama için tüm bireylerin enerji kullanım alışkanlıklarını gözden geçirip, daha az tüketme yaklaşımını benimsemeleri şarttır. Buna benzer kuralların şirketler tarafından da yürürülüğe geçirilmesi ve enerji politikalarının bu yönde oluşturulması gerekir. Şirket düzeyinde, tüm çalışanların küresel ısınma sorununun ne olduğunu öğrenip çözüm yolunda sorumluluk alması, karbon ayak izini azaltmanın ne kadar kritik olduğunu ve gerekliliğini anlaması, üst yönetimin bu yolda yapılan karbon emisyonlarını azaltma girişimlerini desteklemesi, ve tüm çalışanların enerji kullanımlarını monitor etmesi önem taşır.
Doğal kaynakların devamlılığını göz önünde bulundurmadan tükettiğimiz dünyamıza karşı hepimizin sorumlulukları var. Yapabileceklerimizin yaratacağı etkinin farkına vararak gerekli önlemleri alabilir, işyerimizde verimli enerji kullanımını teşvik ederek iklim değişikliğiyle mücadele edebiliriz. Çalıştığımız mekanlarda enerji kullanımını en aza indirgemek yolunda yararlanabileceğimiz birçok kaynak bulunduğunu ve tüm çalışanların neden olduğu karbon emisyonunda bilinçli tüketimin sağlanması için girişimler konusunda hepimizin katkı koyması gerektiğini unutmamalıyız. İklim değişikliğiyle mücadele için tüm çalışanların çevre dostu tercihler yaparak enerji tasarrufuna gitmeleri için gerekli önlemlerin alınması gerekir.
Şanslıyız ki, pek çoğumuz içinde bulunduğumuz küresel geçiş sürecinin fazlasıyla farkındayız. Peki bu yolda her birimize düşen sorumluluk ne?
Çise Ünlüer (7 Kasım 2010)
ciseunluer@hotmail.com
30/10/2010
Sürdürülebilir Sistemler
Hızla değişen dünyaya paralel olarak gelişen insan bilincinin evrimiyle farkındalığı da giderek artıyor. Uzun yıllar önce birlikte anılmayan bilim ve spiritüellik bile çoğumuzun hayatında aynı anda varolabildiği gibi, çözüm arayışında da büyük önem taşıyabiliyor. Artık farklılıklarımızın bilincinde olmanın yararlarını ve bir bütünün parçası olduğumuzu kabullendiğimiz bir dünyada yaşıyoruz.
Bu farkındalıkların sayesinde hem insanlığı hem de yeryüzünü gözeten çözümler üretme yolunda artan bilincimizin bir ürünü olan ve geçtiğimiz hafta giriş yaptığımız felsefi olduğu gibi pratik bir yaklaşımı teşkil eden permakültür, sürdürülebilir insan yerleşimlerinin çevresel etiklere dayanarak doğru bir şekilde tasarlanması üzerine yoğunlaşır. Sürdürülebilir hayatı gerçeğe dönüştürmek, yaşadığımız çevre, kaynaklarımızın kullanımı ve ihtiyaçlarımızı nasıl karşıladığımız hakkında dikkatli bir düşünmeyi ve planlamayı gerektirir. Sadece bugün için değil gelecek kuşakların da devamlılığını sağlamak için sürdürülebilir sistemlerin gerekliliği tartışılmazdır.
İster büyük şehirlerde ister köylerde, nerde yaşadığımızın hiçbir önemi olmaksızın, hepimizin amacı doğa ve insanlar arasında çeşitlilik, devamlılık ve esnek doğal ekosistemlerin tasarlanmasını mümkün kılan güçlü bir bağ oluşturmak olmalıdır. Bugüne kadar düşünmeden zarar verdiğimiz doğayı canlandırmak ve bozulmamış kısımlarını korumak bizim elimizdedir. Permakültür kalıcı ve tamamı ile kendine yetebilen bir sistem olduğundan sadece çiftlikler, bahçeler, ve binalarla sınırlı olmamakla birlikte, ticari, endüstriyel, organizasyonel, sosyal ve eğitimsel planlama için de kullanılmaktadır.
Dünyadaki tüm yaşam süreçlerinin kaynağı güneştir. İnsan hayatının sürdürülebilir devamı için ekolojik istikrarın temin edilmesi şarttır. Bu yolda ihtiyaç duyulan toprak, su, enerji ve diğer doğal kaynakları, çeşitliliklerini koruyabilecekleri şekilde tasarlamak gerekir. Dünyaya varan güneş enerjisi sayesinde her mevsimde belli miktarda bir büyüme gerçekleştiren ağaçları ve otları keserek, yabani otları temizleyerek, veya et için hayvan besleyerek aslında topraktaki mineralleri tüketmiş oluyoruz. Mineral ve besin eksikliğini önlemek için organik maddeleri kullanarak kompost hazırlamak, ve sistemde kullandığımız tüm materyallerin yaşam döngüsünü öğrenmek gibi önlemler alınabilir.
Permakültür prensiplerine göre bir sistemden alınan herşeyi tekrardan o sisteme geri vererek sürdürülebilirliğin sağlanması gerekir. Sistemin tüm döngülerinin devamı için enerji geridönüşümü göz önünde bulundurularak sistem çıktıları sistemdeki ihtiyaçları gidermek için kullanılmalıdır. Herhangi bir işlemi gerçekleştirmek için kullandığımız tüm elementlerin var olan tüm fonksiyonlarını kullanacak şekilde planlamak, elimizdeki tüm kaynaklardan mümkün olan en iyi miktarda yararlanmamızı sağlar. Örneğin, küçük bir göl veya su birikintisi, etrafına serinlik sağlamanın yanında içerisinde yaşayan ördek ve balık gibi hayvanlara yaşam alanı sağlar; sulama, yangından korunma ve çeşitli ev işleri için kullanılabilecek yağmur suyunu bünyesinde tutar. Aynı gölden temin edilebilecek killi toprak bina, duvar, veya fırın yapımında kullanılacağı gibi aynı anda sıva için de kullanılabilir.
Sürdürülebilir sistemlerin en önemli öğelerinden biri çeşitlilik. Bir sistem içerisindeki elementlerin miktarı elementler arasındaki fonksiyonel ilişkiler kadar önemli olmadığından çeşitlilik üzerinde düşünülmesi gereken bir durumdur. Permakültürde bir diğer önemli yaklaşım ise bireylerin kendi gıdalarını yetiştirmeleri, yerel ekonomiyi desteklemeleri, ve komşularıyla sürekli bir işbirliği halinde olarak “global düşün, yerel hareket et” anlayışını benimsemeleridir.
Kurmaya çalıştığımız sistem içerisinde kaynakları sonsuz çeşitlilikle kullanmanın tek sınırının tasarımcının bilgisi ve hayal gücü olacağını akılda tutarak, bu konuda yapabileceğimiz en verimli şey, doğanın döngüleriyle işbirliği yaparken, en az değişikliklerle en büyük etkileri elde etmek için yaratıcılığımızı geliştirmektir. En güzel sonuçlar için küçük çapta başlayarak yüksek verimli ve kontrolü kolay olan bir sistem yaratmak gerekir. Tasarımımızın başarılı olması için tüm elementler bir araya geldiğinde harmoni ile çalışabilmeli ve sistem tamamı ile kendi kendini yönetebilir bir duruma gelmelidir.
Günün sonunda, tüm organizmalar çevrelerini kendi yararları için değiştirirler. Permakültür prensipleri enerji verimliliği, yemek pişirmek, aydınlatma, ulaşım, ısıtma, atık yönetimi, su ve diğer enerji ihtiyaçlarına uygulanabildiğinden hayatım tüm evrelerinde yararlanabileceğimiz önerileri kullanımımıza sunar. Bu prensipler arasında gözlemlemek ve etkileşime girmek, enerjiyi yakalamak ve muhafaza etmek, verim almak, kendi kendini yönetmek, ve yenilenebilir kaynakları ve hizmetleri kullanarak değerlerini bilmek gibi yaklaşımlar gelir. Bunların yanında atık üretimini sıfırlamak, kendini tekrar eden modellerden detaylara doğru tasarım yaparken çeşitliliğin önemini anlayarak kullanmak, ve değişime yaratıcı şekilde yanıt vererek olası değişimden istifade etmek de permakültürün ana prensiplerindendir.
Gerçekte ekolojiden esinlenmiş bir sağduyu tasarımı olarak tanımlanan permakültür, sürdürülebilir insan yerleşimlerini kurgulayabilmemizi sağlayan bütünsel bir tasarım bilimidir. Permakültür çözüme odaklıdır. İnsan kendisi istedikten ve doğayı dikkatli bir şekilde gözlemleyerek anladıktan sonra geliştirebileceği sistemler sayesinde yeryüzünde yaratabileceği bolluk, bereket, ve biyolojik çeşitlilik doğrultusunda çözümler mümkündür.
Sürdürülebilir tarım olmaksızın istikrarlı bir sosyal düzen mümkün değildir. Halkımızın permakültürle tanışması ve çözüm olasılıkları ile ilgili farkındalık kazanmasının en etkili yöntemi çeşitli bölgelerde düzenlenecek olan eğitimlerle mümkün olan en çok miktarda insana ulaşarak gerçekleşebilir. Ülkemizde bir permakültür ağının oluşması ve büyümesine yönelik adımlar sayesinde sürdürülebilir yaşam için bir tasarım sistemi oluşturabiliriz.
Çise Ünlüer (31 Ekim 2010)
ciseunluer@hotmail.com
22/10/2010
Permakültür
Permakültür, yaratıcısı Bill Mollison’un “Permakültür: Bir Tasarımcı Elkitabı” adlı eserinde, doğal ekosistemlerin çeşitliliğine, istikrarına ve esnekliğine sahip olan tarımsal olarak üretken ekosistemlerin bilinçli tasarımı ve bakımlarının sağlanması şeklinde tanımlanır. Permakültür anlayışının esas amacı insanlar ve hayatlarını kurdukları alanlar arasında gıda, enerji, barınak, ve diğer maddi ve manevi ihtiyaçlar da göz önünde bulundurularak sürdürülebilir bir bütünleşmeyi sağlamaktır.
Sürdürülebilir tasarımları ele alarak kavramsal, maddi, ve stratejik bileşenleri dünyadaki tüm canlıların yararına olacak şekilde kullanmak mümkündür. Permakültür, bunu insanlığın doğaya aykırı olan tüm hareketlerinin tersine uzun süreli ve dikkatli bir şekilde gözlem yaparak, sistemlerin sadece belirli ürünlerine yoğunlaşmak yerine onlara bütün işlevleriyle bakarak ve sistemlerin kendi evrimlerini tamamlamalarına fırsat tanıyarak başarmayı sunar.
Permakültürün ilkeleri arasında bütün yaşam sistemlerinin devamı ve canlıların çoğalması için gerekli koşulları sağlayarak yeryüzüne özen göstermek; insanların ihtiyaç duydukları gıda, barınak, eğitim, tatmin edici iş ve keyifli insan ilişkilerine sahip olarak sağlıklı bir şekilde varolmaları için gerekli kaynaklara ulaşmalarını sağlamak; ve ihtiyaçlarımızı kontrol altına alarak nüfus ve tüketime sınır getirmek gelmektedir.
Permakültür, yeryüzünü korumak, insanların ihtiyaçlarını karşılamak, tüketimi ve nüfusu sınırlandırmak, ve fazlalığı paylaşarak yeniden yatırım yapmaktan daha öncelikli olarak kendi yaşamlarımız ve çocuklarımızın yaşamları için sorumluluk almak üzerinde yoğunlaşır. Bugün varolan yaşam sistemlerinin gelecekte de devamlılıklarını sürdürebilmeleri için rekabet ortamı yerine işbirlikçi bir tavır takınmaları kaçınılmazdır.
Mollison’a göre permakültürün ilk prensibi doğal sistemleri düzenli ve istikrarlı bir şekilde gözlemlemektir. Günümüzde en büyük sorunlardan birini teşkil eden enerji kaynaklarındaki sıkıntı, ev, yaşam alanı, şehir ya da kırsal alandaki herhangi bir sistemde yararlı enerji birikimini maksimuma çıkararak çözülebilir. Permakülür anlayışında problemin insan kaynaklı olduğu noktasından hareket ederek çözümün de yine insanın kendi elinde olduğuna inanılmaktadır.
Dengesizliklere neden olan başka bir olay ise sistemlerin kaynakları verimli olarak kullanma kapasitelerinin üzerinde olacak şekilde kaynakların sisteme entegre edilmesidir. Verimli olarak kullanılmayan kaynakların kirlilik teşgil etmekten başka bir işe yaramadıkları kaçınılmaz bir gerçektir. Örneğin, gereğinden fazla gübre kullanmak toprakta fazla besin birikimine yol açabileceği gibi bitkilerin besinlere erişimini de engelleyeceğinden tercih edilen bir durum değildir.
Verimli bir sistemin büyümesi, çoğalması, ve bakımı için gereken enerji, sistemin aksamadan çalışması için ihtiyaç duyduğu enerjiye ek olarak ürettiği enerji fazlası ile karşılanabilir. Böyle sistemlerde, dikkatli bir planlama sayesinde işlem sonrasında üretilen, biriktirilen, korunan, tekrar kullanılan ve dönüştürülen enerji fazlasının toplamı sistemin büyüme sürecinde talep edilen enerjiyi karşılamak için kullanılabilir.
Yaşayan sistemlerin bir parçası olan canlılar arasındaki ilişki gittikçe daha birbirini destekler hale geldiğinden bu canlıların hayatta kalma savaşı birbirini direk olarak etkiler. Doğal hayatın içersindeki tüm hayvan ve bitkilerin devamlılığı insan hayatının sağlıklı ve uzun bir şekilde sürdürülebilmesi açısından büyük önem taşır. Buna en güzel örnek olarak, üzerinde yaşadığımız toprakların verimini korumak için gereken bakımın sağlanmasında kuşlar, arılar, örümcekler, solucanlar, ve bakteriler gibi varlıkların doğal yollardan yardımcı olabilecekleri bir plan sayesinde insan gücüne ve teknolojiye olan bağımlılığı azaltabiliriz.
Tasarıma başlamadan kullanılacak olan alandaki kaynakları belirleyerek bu kaynaklar içerisinden hangilerinin sisteme doğal olarak katılabilecekleri kararlaştırılmalıdır. Başka bir kaynak arayışına girmeden ilk adımda bu kaynakların maksimumda kullanılmaları gerekir. Bu durumu açıklamak için verilecek en iyi örnekler, günlük hayattaki enerji talebini karşılamak için güneş, rüzgar, insan, ve biyolojik kaynakları kullanmak veya göletlerdeki su miktarını gri su sistemleriyle, çatılardan ve yüzeylerden yağmur suyu hasadı yaparak suyu alanda tutmak ve tekrar tekrar kullanarak devamını getirmektir.
Permakültür, tasarımcılarına göre “organik bahçecilik kılığına girmiş bir devrim”dir. Kalıcı tarım veya kalıcı kültür şeklinde de tanımlanan permakültür, ilk başlarda birtakım bahçecilik teknikleri olarak bilinse de gerçekte bütüncül bir tasarım ve yaşam felsefesidir. Sürdürülebilir bir hayatı gerçeğe dönüştürmek için sistemdeki tüm canlıların ihtiyaçlarını karşılayan tasarımların tamamı ile doğal kaynaklardan ve doğadaki ekosistemlerden esinlenmeleri şarttır. Çünkü permakültürde, sürdürülebilirlik vazgeçilmezdir.
Çise Ünlüer (24 Ekim 2010)
ciseunluer@hotmail.com
15/10/2010
Hediye Ekonomisi
Hediye ekonomisinin ne olduğunu biliyor musunuz? Batı kültüründe “gift economy” veya “gift culture” şeklinde adlandırılan bu yaklaşım, bir insanın çevresindeki herhangi bir tanıdığına veya hatta tanımadığı bir bireye karşılık beklemeden önemli bir yardımda bulunduğu veya değerli bir hediye sunduğu zaman içerisinde bulunduğu duruma denir. Bir topluluk içerisinde eşyaların takas edilmesi market ekonomisine karşı geldiğinden hediye ekonomisinin market ekonomisi üzerinde belirli etkileri vardır.
Hepimiz belli zamanlarda farkında olarak veya olmayarak hediye ekonomisinin bir parçası oluruz. Farklı kültürlerde zamanla oluşan inanışlara bağlı olarak değişik şekillerde görülebilen hediye ekonomisi, bazı toplulmlarda hediye verilen kişinin karşılık olarak siyasal destek veya askerlik hizmeti gibi alanlarda yapılabilecek olan yardımlar beklemesi şeklinde de ortaya çıkar.
Ne mutlu ki durum her zaman bu kadar iç karartıcı değil. Hediye ekonomisi altında insanın çevreye karşı duyarlı olabilmesi ve aynı zamanda eğlenceli bir şekilde özgürlüğü ve dostluğu deneyimleyebilmesi mümkün. Bunu gerçekleştirmenin birçok yolu var. Atılacak en basit ve bir o kadar da eğlenceli adım olarak, sevdiğimiz insanarla yemek partileri düzenleyebilir, belirli sıklıklarla farklı evlerde buluşarak herkesin kendi evinden getirdiği yemekleri hep birlikte zevk alarak yiyebiliriz. Böyle toplanmalar insanlar arasındaki iletişimi ve farklı konularda bilgi alışverişini sağladıkları için tercih edilmelidir.
Ülkemiz birbirinden farklı ürünleri yetiştirmek için çabalayan çiftçilerle dolu! Çiftçilerimizden birine taze ürün karşılığı hasat işlerinde yardım ederek hem farklı bir deneyim sayesinde yeni şeyler öğrenebilir hem de her zaman desteğimizi bekleyen çiftçilik sektöründen kendimize bir çevre edinebiliriz. Bunun yanında yerel organik üreticilere sürekli bir şekilde destek vermek için “toplum destekli tarım” projelerine katılabiliriz.
Her yıl belirli aralıklarla evde artık kullanmadığımız ev eşyası, kitaplar, giysiler, ve oyuncaklar gibi eşyaların değişimini yapabileceğimiz buluşmalar organize ederek bu istenmeyen malzemelerin onlara gerçekten ihtiyaç duyan insanlara ulaşmasını mümkün kılabiliriz. Mümkün oldukça kendi gıdamızı yetiştirmek, bir kısmını başkaları ile paylaşmak, ve yıllık bitki ve tohum değişimlerini yapabileceğimiz buluşmaları organize etmek organik tarımı vurgulamak için yapabileceğimiz en güzel hareket. Kendi bahçemizde ihtiyacımızdan fazla toprağımız varsa başkalarının gıda üretebileceği bir alan ayırabilir, yetiştirdiğimiz ürünleri ihtiyacı olanların kullanımına sunabiliriz.
Ülkemizde her yıl farklı yerlerde gerçekleştirilen yerel festivallerde “tüketmeme” standı açarak kendisini hiç durmadan tüketime vermiş ve bu yolla hayatta tatmin olacağını düşünen toplulumuzun büyük bir çoğunluğuna yardımcı olmak için sürdürülebilir yaşamla ilgili etkinliklere önayak olabiliriz. Yaşamımızı sürdürmek için ihtiyaç duyduğumuz gıdalar ve diğer tüketim maddelerini toptan almak daha ekonomik olmakla birlikte ambalaj israfını büyük ölçüde azaltmaktadır. Bu malzemeler arasından kendi ihtiyacımızdan fazla olanları arkadaşlarımızla paylaşabiliriz.
Zamanımızın çoğunu geçirdiğimiz evimize yakın olan komşularımızla birlikte yapabileceğimiz o kadar çok aktivite var ki! Örneğin bir ev onarım ekibi oluşturarak evlerimizde gereken onarımları hep birlikte yapabilir ve bu sayede birbirimizden birçok şey öğrenmekle kalmaz aramızdaki komşuluk bağlarını güçlendirmiş oluruz. Buna ek olarak, yaşadığımız veya çalıştığımız ortamda karşımıza çıkan genç bir insana danışmanlık yaparak kendi deneyimlerimizden başkalarının da yararlanmasını sağlayabiliriz.
Çalışma hayatı ne kadar yoğun olursa olsun, insanın yaşadığı yerin insan sağlığı ve huzuru üzerinde büyük etkisi var. Bu alanda atılacak en güzel adım komşularımızla biraraya gelip mahallemizi nasıl güzelleştirip, yaşamaktan keyif alacağımız bir yer haline getirebileceğimizi konuşmak, ve birlikte gerekli girişimlerde bulunmaktır. Dostlarımız veya komşularımızla toplu halde yapılabilecek olan başka bir aktivite olarak bebek veya çocuk bakımını paylaşabileceğimiz gruplar oluşturabilir; veya her ay bir sahilin, parkın, veya sokağın temizliğini organize edebiliriz. Bu aktivitelere ek olarak her fırsatta ağaç dikmeliyiz! Bunun için yerel belediyelerle işbirliği yaparak ağaçları onların temin etmesini talep edebiliriz.
Boşta duran araba veya bisikletimizi başkalarının ulaşımını sağlayabilmeleri için paylaşmaya hazır olmalıyız. Evlerimizde kullanmadığımız bir odayı veya elimizde boş duran bir mekanı uygun bir fiyata kalacak bir yere ihtiyacı olan insanlara kiralayabilir ya da bir hizmet karşılığı takas yapabiliriz. Kendimize ait kullanılmayan bir depoyu sanatçılar için bir stüdyoya veya ilgilenen girişimciler için bir ofis alanına dönüştürerek bu alandan başkalarının yararlanmasını mümkün kılabiliriz. Genel olarak esas fikir, elimizdeki tüm alanları başkalarının sevgi ve emeğini katabileceği paylaşım alanlarına dönüştürmek.
Paylaşmanın sınırı yok! Eşyalar ve mekanların yanında, birbirimizle yeteneklerimizi paylaşabilir, örneğin yemek pişirmeyi öğretmek karşılığında marangozluk öğrenebiliriz. Karşımızdaki insanın bize karşı duyduğu minnettarlık dışında, iyi bildiğimiz bir konuyu başkalarına öğretirken farkında olmayarak kendimiz hakkında birçok yeni özellik keşfetme fırsatımız doğuyor. Bu süreç boyunca bazı adımları niye ve nasıl yaptığımızı, ve nasıl en uygun hale getirebileceğimizi çözebilmemiz mümkün.
Sosyal alanda yapılabilecek olan bir başka yardım olarak evimizde bir gezgini ağırlayabiliriz. Ülkemize gezmek veya çalışmak için gelen insanlardan öğrenebileceğimiz ne kadar şey var bir düşünün!
Hediye ekonomisini sürdürülebilir yaşam çerçevesinde kullanarak hayata sadece kişisel anlamda değil toplumsal bir boyutta yararlanabileceğimiz yenilikler getirmek mümkün. Günün sonunda, gerekli istek, yaratıcılık ve sevgiyi kattıktan sonra insanın elde edemeyeceği başarı, çözemeyeceği hiçbir sorun yok!
Çise Ünlüer (17 Ekim 2010)
ciseunluer@hotmail.com
08/10/2010
Gözlerinizi Yeşil Kozmetiğe Açın
Bugün sizlere güzelleşirken zehirlenmemek için alabileceğimiz basit ama etkili önlemlerden bahsetmek istiyorum.
Raflarda gördüğümüz kozmetik ürünlerle ilgili en karmaşık durum, üretimlerinde kullanılan kimyasalların farklı çeşitleri olması. Kozmetik ürünleri tüketicilerinin tümünün kimya mühendisi olmadığını düşünecek olursak, bu ürünlerin etiketlerini detaylı bir şekilde inceleyerek burda belirtilen tüm kimyasalları tek tek ayırdetmek nerdeyse imkansıza yakın! Yine de tüketicilere belli temel maddeleri öğrenip bunların aldıkları ürünlerin etiketlerinde bulunup bulunmadıklarını kontrol etmeleri öneriliyor. Ancak herbir ürün için etiket okumak yerine organik ve doğal malzemeleri kullanan kozmetik ürünler de tercih edilebilir.
Özellikte sıcak yaz aylarında tercih ettiğimiz deodorantlar içerlerinde ter önleyici olarak kullanılan alüminyum maddesi içerir. Bu madde sağlıklı terlemeyi sağlayan gözenekleri tıkayarak, vücut ısısını dengede tutmaya yarayan terleme işleminin yapılmasını engellediğinden deodorant seçiminde alüminyum içermeyen doğal deodorant markalarını tercih etmek derinin tahriş olmasını engellediği gibi vücudumuzun doğal dengesinin korunmasında yardımcı olabilir.
Reklamlarda gördüğümüz ve hepimizin talep ettiği “daha beyaz bir gülümseme”, ne yazık ki düşündüğümüz kadar doğal bir işlem değil. Bunu sağlaması için satın aldığımız özel diş macunlarının içerisinde dişleri beyazlatmaya yarayan “parabens” ve “titanium-dioxide”a ek olarak diş çürüklerini önlemesine rağmen, fazlası zehirleyici olan “flouride” maddelerinden yüksek miktarlarda bulunmaktadır. Bu durumla karşı karşıya kalmamak için piyasadaki doğal diş macunlarını tercih etmeye özen gösterebiliriz.
Görünüşümüzde en önem gösterdiğimiz alanlardan biri olan saçlarımızın “sağlığını ve parlaklığını arttırmak” için kullandığımız şampuan, saç kremi, güçlendirici, jöle, saç spreyi, ve boya gibi ürünlerin ne kadar zararlı maddeler içerebileceklerini hiç düşündünüz mü? Marketlerde karşımıza çıkan çoğu şampuan ve saç kremi petrol yan ürünlerini içerdiği gibi, kepeğe karşı tasarlanmış olduğu iddia edilen şampuanlar ve bazı saç boyaları içlerinde kanserojen kömür ziftlerini barındırmaktadırlar. Bunlara ek olarak yapılarında “formaldehyde” ve “phthalates” gibi maddeleri içeren yapay kokulu ürünlerden uzak durmak sağlığımız açısından mantıklı bir yaklaşım olacaktır.
Modern hayatta ihtiyaç duyduğumuz kişisel bakım ürünleri ve sağlık malzemelerinin çoğunun petrol yan ürünlerini içerdiğini biliyor musunuz? Özellikle dudak kremleri ve parlatıcılarda kullanılan petrol ürünleri korkutucu boyutlardadır. Her alanda olduğu gibi doğru kozmetik ürünlerini seçerken de bilinçlenmenin şart olduğunu unutmayarak bu ürünlerin içerdikleri maddeleri etiketlerine bakarak ayırt etmek mümkün. Etiketlerde dikkatimizi çekmesi gereken isimler mineral yağlar, gazyağı, ve bir çeşit hidrokarbon olan “propylene glycol” maddesi.
Yılın çok büyük bir bölümü üzerinden güneş eksik olmayan ülkemizde güneşin zararlı ışınlarından korunmak için kullanılan güneş kremleri, kullanıcılarına güvende oldukları hissini vererek güneş altında durma süresinin uzamasına neden oluyor. Ancak unutmamak gerek ki çoğumuz bu kremleri üreticilerinin önerdiği kalınlıkta ve düzenli olarak kullanmıyoruz. Buna ek olarak bu tür kremlerin içindeki güneşe karşı koruma sağlayan kimyasallar, insan cildi için tahriş edici olabilmekte ve tahriş olmuş cilt güneşten etkilenmeye yatkın hale gelmektedir. Böyle bir durumun oluşmasını engellemek için doğal güneş kremleri kullanarak cildimizi korumalı, gün ortası sıcağından kesinlikle kaçınmalıyız.
Kozmetik üreticilerinin hayvanları etik olmayan şekilde labaratuarlarda kobay olarak kullanmaları hepimizin üzerinde düşünmesi gereken bir konu. Bu konuyla ilgili olarak 1998 yılında kurulan HCS (İnsancıl Kozmetik Standartları), kozmetik ürünlerinin hayvanlarda denenmesine karşı çıkan bir uluslararası koalisyon. Bu konudaki hassasiyetimizi üzerlerinde HCS ambleminin bulunduğu markaları tercih ederek gösterebiliriz.
Ürünlerin üzerinde çoğu zaman gördüğümüz “doğal” ibaresinin fazla bir önem taşımadığını ve gerçekten doğaya duyarlı bir tüketici olmak istiyorsak ürün seçiminde sertifikalı olan ürünlere yönelmemiz gerektiğini unutmamalıyız. Makyaj malzemesi alırken doğal ürünler ya cem şişelerde ya da geri kazanılabilen diğer ambalajlarda satışa sunulmaktadır. Ambalajında “doğal” olarak isimlendirilen bir ürünün gerçekten doğal olması için tamamı ile doğal ve cilde dost hammaddelerden üretilmesi; üretiminde cilt tarafından emilemeyen ve cilt üzerinde su geçirmez bir tabaka yaratan mineral yağlar ve parafinler kullanılmaması; ve içerisinde paraben, izotiyazolin, formaldehid gibi sentetik koruyucular bulundurmaması gerekir. Bunlara ek olarak sentetik çözücüler yardımıyla elde edilen doğal maddeler de doğal kozmetik üretiminde kullanılmamalıdırlar.
PEG (polietilenglikkol) gibi sentetik emülgatörler ve SLS (sodyumlaurilsülfat) ya da SLES (sodyumlauriletersülfat) gibi tensidler kullanılarak üretilmiş vücut losyonları ve şampuanlar gibi kozmetik ürünler “doğal kozmetik” olarak tanımlanmazlar. Doğal kozmetiklerin tam içerikleri CTFA veya INCI isimleriyle ambalaj üzerinde yer almalı, ambalajları çevre ile uyumlu malzemelerden seçilmelidir. Bu şekilde hem zararlı maddelerin ürüne geçmesi hem de ambalajın üretilmesi ve sonradan elden çıkarılması sırasında çevrenin kirlenmesi önlenmiş olur.
Doğal kozmetiklerin üretiminde ölü hayvanlardan elde edilen doku özleri ve hormonlar gibi hammaddeler kullanılmadığı gibi doğal kozmetik kavramı, hayvanlar üzerinde test yapılmasına kesinlikle karşı çıkmaktadır. Sağlık faktörlerinin yanında bir ürünün üretim, kullanım ve elden çıkarılış devrelerinde çevreye duyarlılık göstererek herhangi bir şekilde kirlenmeye neden olmaması gerekir. Dışardan bakıldığında komplike bir sorun gibi görünen kozmetik çıkmazı, düşündüğümüzden daha az bir çaba sarfederek elde edebileceğimiz bilinçlenme sayesinde sağlığımız açısından pozitif bir etki bırakabilir.
Çise Ünlüer (10 Ekim 2010)
ciseunluer@hotmail.com
01/10/2010
Beyaz Eşyada Enerji Kullanımı
Bu hafta sizlere evlerimizdeki beyaz eşyaların kullanımında öne çıkan ve enerji verimliliğini etkileyen belirli faktörlerden bahsetmek istiyorum.
Yeni alınan çamaşır makinelerini evlerimize kurarken makine çevresinde havanın kolayca hareket etme özelliğini mümkün kılmak için makinenin kurulduğu yerin çevresinde en az 5 santim boşluk kalmasına dikkat edilmesi gerekir. Makineyi tam dolu iken çalıştırmaya ve fazla veya eksik çamaşırla yıkama yapmamaya önem göstermeli; yarı dolu çalıştırılsalar bile bu makinelerın aynı miktarda enerji, deterjan ve su tükettiğini unutmamalıyız. Çamaşırları yıkama işlemi için sıcak su yerine ılık su kullanılması, durulama ve çalkalanmanın ise soğuk su ile yapılması tavsiye edilir.
Çamaşır makinelerinin ihtiyaç duyduğu elektrik enerjisinin yüzde doksan (90%)’ı suyu ısıtma esnasında harcanır. 30-40 derecelik su sıcaklığı çamaşır yıkamak için en uygun sıcaklıktır. Çamaşırları sıcak veya çok sıcak sularla yıkamak elbiselerin yıpranmasına ve yapılarının bozulmasına neden olur. Bu nedenden dolayı çamaşırlar için doğru yıkama programını seçmek önemlidir. Çamaşırları makinede aşırı derecede kurutmak fazladan harcanan enerjinin yanında elbiseleri de yıpratır. Ülkemizdeki doğal kaynakları günlük hayatta avantaja dönüştürerek, bu kurutma işlemini doğal yollarla gerçekleştirmek için yılın büyük bir bölümü yeterli güçte olan güneş enerjisinden yararlanabiliriz.
Çamaşır makineleri için aşırı köpüren deterjanlar yerine önceden belirlenen deterjanları kullanmak makinenin ömrü ve istenilen sonucu elde etmek açısından yararlı olacaktır. Kullanılan deterjanın çeşidiyle birlikte miktarına da dikkat ettmek, az veya fazla miktarda deterjan kullanımının verimsiz temizlemeye neden olacağından önemlidir. Öte yandan, çok kirli olan çamaşırlar için ön yıkama programları kullanılabilir.
Her yıkamadan sonra kurutucudaki filtreyi temizlemek ve durulama biter bitmez çamaşırları makineden çıkardıktan sonra nemli havanın uzaklaşması için çamaşır yıkanan yerin iyi bir şekilde havalandırılmasına dikkat etmek makinenin temizliği açısından gereklidir. Soğuk suda temizleme yapabilen deterjanlar kullanmak enerji tüketimini minimize etmemize yardımcı olabilir.
Her zaman daha az su, enerji ve deterjan harcayan makineleri tercih etmeliyiz. Çamaşır makinesi satın alırken verimli ömür maliyetini mutlaka hesaplamak daha mantıklı sonuçlar elde etmemizi sağlar. Verimli ömür maliyeti, makinenin yıllık enerji maliyeti, tahmini ömrü ve iskonto faktörününün çarpımını satın alma fiyatına ekleyerek elde edilir. Farklı türden ve özelliklerle donanılmış makineleri birbirinden ayıran en önemli faktör yıllık enerji maliyetleridir.
Bir evde tüketilen enerjinin yüzde onbeş (15%)’i buzdolabının çalışması için kullanılır. Buzdolaplarını, soba, radyatör, bulaşık makinesi ve ocak gibi ısıtıcı kaynaklardan uzak olacak şekilde mutfağın soğuk bir alanına yerleştirerek enerji tüketimimizi yüzde on (10%) azaltabiliriz. Dolabın çevresinde havanın serbestçe hareket edebileceği yeterli aralık bırakılmazsa enerji tüketimi 2-3 katı artar.
Buzdolabının sıcaklığını +5 derecede, derin dondurucunun sıcaklığını ise -18 derecede tutmak önemlidir çünkü daha düşük sıcaklıklar enerji israfına neden olur. Yiyecekleri dolaba koymadan önce dışarda oda sıcaklığına kadar soğumalarını beklemek yemeği soğutmak için ilave enerji harcamamıza neden olmaz. Örtülmemiş yiyeceğin nem bırakacağından ve kompresörün daha fazla çalışmasına neden olacağından, dolabımıza koyduğumuz yiyeceklerin üzerini alüminyum folyo veya plastik yerine iyi bir yalıtım malzemesi olan kağıtla mutlaka örtmeliyiz.
Buzdolabının ve derin dondurucunun kapılarının hava sızdırmaz olmasına dikkat etmeli, sızdırmazlık kontrolü için beyaz temiz bir kağıdı kapı contası ile dolap kabinesi arasına koyarak dolap kapısını kapatabiliriz. Eğer kağıdı kolayca dışarıya çekebiliyorsak buzdolap veya derin dondurucumuz hava alıyor demektir. Bu durumda contaları mutlaka değiştirmemiz gereklidir. Derin dondurucularda buz kalınlığının 6 milimetreden fazla olmasına müsaade etmemeli, dolaptaki buz otomatik olarak erimiyorsa yılda en az iki defa kendimiz eritmeliyiz ki bu durumun neden olabileceği enerji israfını önlemiş olalım.
Dolabın altında veya arkasında bulunan bobinler yılda iki defa vakumlu süpürge ile temizlendiği zaman yüzde yirmibeş (25%) daha az enerji tüketerek istenen sıcaklığı elde etmek mümkündür. Kullanım süresi boyunca buzdolabının kapısını sık sık açmayarak, açtığımız zaman da mümkün olan en kısa sürede kapandığına emin olmalıyız. Aksi durumda fazla enerji tüketimine neden oluruz. İçerisine aşırı yiyecek koymak buzdolabındaki soğuk havanın serbestçe hareket etmesini engelleyeceğinden tavisye edilmez.
Derin dondurucudan alacağımız bir kase içindeki buz parçalarını dolabımızın ortasına koyarak 3-4 gün süre ile, yüzde beş (5%) daha az enerji harcamamız mümkündür. Buzluktan çıkardığımız yiyeceği dolapta eriterek dolabın soğuk kalmasına ve soğutma işlemi için daha az enerjiye ihtiyaç duymasına yardımcı olabiliriz. Bir buzdolabının verimli çalışma ömrü ortalama 20 yıldır. Eski dolaplar yeni dolapların iki katı enerji tükettiğinden, eski dolabımızı yenisi ile değiştirmek uzun vadede düşündüğümüzden daha hesaplı olabilir. Son olarak buzdolabı satın alırken verimli ömür maliyetini hesaplamak doğru karara varmamızda yardımcı olacaktır.
Çise Ünlüer (3 Ekim 2010)
ciseunluer@hotmail.com
24/09/2010
Enerji Verimliliği
Bu hafta sizlere aydınlatmada ve beyaz eşya çalıştırırken ihtiyaç duyduğumuz elektrik miktarında verimliliği elde etmek için alabileceğimiz önlemlerden bahsetmek istiyorum.
Enerji verimliliği, aynı işi gerçekleştirmek için mümkün olan en düşük miktarda enerji kullanmak anlamına gelmektedir. Enerjinin daha verimli kullanımı, ev sahiplerinin, okulların, devlet dairelerinin, iş ve endüstriyel çevrelerin enerji kaynaklarına daha az para ödemesi şeklinde ekonomiye yansır. Bu sayede yapılabilecek olan tasarrufun göz ardı edilemeyen bir miktarı temsil edebileceğinden, bu miktar, tüketici ihtiyaçlarına, üretime, eğitim ve halkın ihtiyaç duyduğu çeşitli hizmetlere harcanabilir. Evde veya iş yerlerinde enerji verimliliği, binanın ısınma, serinleme ve aydınlanması için daha az enerjinin kullanılması demektir.
Sadece evlerde değil işyerlerinde de aydınlatma amaçlı kullanılan tüm lambaları, normallerinden 5 kat daha az enerji tüketen ve 10 kat daha uzun ömürlü olan kompakt floresan lambalar ile değiştirmek gerekir. Standart lambaların ömrü 750-900 saat (150 gün) iken, kompakt floresan lambaların ömrü 10,000 saat (2000 gün) kadardır. En başta yüksek fiyatlara satılan kompakt floresan lambaları iki yılda amorti etmek mümkün olduğundan, enerji koruyucu lambalar satın alarak aydınlatma maliyetini yüzde yetmiş beş (75%) azaltmak mümkündür.
Örneklendirecek olursak, bir salon, iki oturma ve bir yatak odası, bir mutfak ve banyodan oluşan 100 metrekare’lik bir dairede, günde 5 saat aydınlatma için normal lambalarla 3250W enerji tüketilirken, kompakt fluoresant lambalar kullanıldığında sadece 650W enerji tüketilir. Bunun esas nedenlerinden biri normal lambaların çalışmak için ihtiyaç duydukları enerjinin önemli miktarını aydınlatmada değil, ısıtmada tüketmeleridir.
Aydınlatmada alınacak önlemler arasında kullanmadığımız odaların lambalarını kapatmak ve bina dışı aydınlatma lambalarını sadece gerektiği zaman kullanmak geliyor. Bu sistemi sağlamak için otomatik olarak ışığı kapatan ve açan fotosel üniteler veya zaman ayarlayıcılar kullanabiliriz. Kirli ve tozlu lambaların yüzde yirmi beş (25%) daha fazla enerji tükettiklerini unutmayarak, daha iyi çalışmaları için lambaları kuru bir bezle temizlemek önemlidir. Gündüzleri aydınlanmayı sağlamak için evdeki lambaları kullanmak yerine perdeleri açarak güneş ışığından faydalanmak hem enerji sarfiyatını önler hem de daha sağlıklı bir ortam yaratır.
Kullandıkları enerji miktarı açısından incelenilmesi gereken beyaz eşyalar arasında bulaşık ve çamaşır makinelerine ek olarak buzdolabı ve derin dondurucular gelmektedir. Kısa süreli yıkama ve durulama özellikli bulaşık makineleri daha az su ve elektrik enerjisi tükettiklerinden tercih edilmelidirler. Makineyi odaya yerleştirirken çevresinde en az 5 santim boşluk kalması, makinenin ısınmasından dolayı oluşan sıcak havanın kolayca dağılmasını sağlayacağından ve aksi durumda daha fazla enerji harcanacağından dolayı önemlidir.
Bulaşık makinesi kullanımında, bulaşıkları makineye koymadan önce soğuk suda çalkalamaya gerek yoktur. Makineyi yarı dolu veya aşırı dolu halde kesinlikle çalıştırmamalı ancak mutlaka dolu halde iken çalıştırmalıyız. Yarı dolu halde kullanılan makineler, dolu halde çalışan makinelerle aynı enerji, deterjan ve suyu tükettiğinden bu durum tercih edilmemeldir. Bunlara ek olarak, az kirli bulaşıklar için kısa veya ekonomik devirli, düşük sıcaklıklı programları kullanmak en doğru seçim olacaktır.
Yaz aylarında oluşan yüksek ısı ve nemi azaltmak için sabah veya akşam saatlerinde yıkama yapılması ve bulaşıklar için sıcaklığın yaklaşık 60 derece olması gerekir. Ancak unutmamak gerekir ki 50 derecede de bu işlemi gerçekleştirmek mümkündür. Bu yöntem sayesinde yüzde on (10%) daha az enerjiye ihtiyaç duyarız. Makineyi çalıştırdığımız süre boyunca banyo ve mutfakta mümkün oldukça aşırı su kullanmamak gereklidir. Bulaşık makinesi satın alırken verimli ömür maliyetini hesaplamak doğru seçimi yapmakta bize yardımcı olacaktır. Satılan tüm makinelerin verimli ömür maliyeti, satın alma fiyatına ek olarak yıllık enerji maliyeti, tahmini ömrü ve iskonto faktörünün çarpımı ile elde edilen rakamdır. Pazardaki bulaşık makinelerinin ortalama ömrünün 12 yıl ve iskonto faktörününün 0.84 olduğunu düşünecek olursak, buna göre en önemli faktör yıllık enerji maliyetidir.
Önümüzdeki hafta evlerimizdeki çamaşır makineleri, buzdolapları ve dondurucuların kullanımında alabileceğimiz önlemlere değinerek, bu makinelerdeki enerji sarfiyatını engellemenin yöntemlerinden bahsedeceğiz.
Çise Ünlüer (26 Eylül 2010)
ciseunluer@hotmail.com
16/09/2010
Kansere Karşı Yaşam
Sağlıklı beslenme, insanın büyümesi, gelişmesi, bu yolda sağlığının korunması, geliştirilmesi ve kronik hastalık riskini azaltmaya yönelik bir beslenme biçimi ile üretken olarak uzun süre yaşamını sürdürebilmesi için gerekli besinlerin tüketilmesidir. Aşırı ve hatalı beslenmeyle ilgili sağlık sorunları, yağ içeriği yüksek saflaştırılmış besinlerin tüketimindeki artış, hareketsizlik, çevre kirliliği gibi nedenlerden kaynaklanan kronik hastalıklardır. Bu hastalıkların başında kardiyovasküler hastalıklar, kanser, şişmanlık, diyabet, safra kesesi taşları, diş çürükleri ve osteoporoz gelmektedir.
Dünya Sağlık Örgütü (WHO) tarafından yapılan açıklamaya göre her yıl dünya çapında 10 milyon hastaya kanser teşhisi konuyor. Yapılan çalışmalara göre bu rakamın, önlem alınmazsa 2020’de yüzde elli (50%)’lik artışla 15 milyonu bulması bekleniyor. Ülkemizde de son yıllarda bu hastalığa yakalanan hastaların sayısındaki artış insanı düşündüren boyutlarda olduğundan bu konuda önlem almak kaçınılmaz bir hal almıştır.
Pek çok kanser türünün durduk yerde veya bir gecede ortaya çıkmadığını ve büyük oranda öngörülebileceğini düşünecek olursak, bu hastalığın, hayat stilimizde uygulayacağımız belirli yaklaşımlarla engellenebileceği veya gerçekleşme riskinin küçümsenemeyecek oranda azaltılabileceği kanısına varabililiriz.
İlk olarak, nerdeyse tüm kanser türlerinin oluşumunda büyük rol oynayan beslenme alışkanlıklarını inceleyelim. Beslenme, tüm insanlığın en doğal bedensel faaliyetlerinden biridir. Binlerce yıldır insanoğlu hayatta kalabilmek için her türlü besin maddesini kullanmış, gerektiğinde avlanmıştır. Çoğu zaman yoğun çalışma hayatından fırsat buldukça en hızlı ve mümkün olan en verimli şekilde beslendiğimiz için istemeden sağlığımızı ikinci plana atıyor olabiliriz. Ancak kansere karşı korunma yolunda belli gıdaların alınması şart. Örneğin, lahana turşusu ve haşlanmış brokoli kanserle savaşan bileşenler içerdiklerinden sağlıklı insan diyetinden eksik edilmemesi gereken yiyecekler arasındadırlar.
Evde hazırladığımız salatalar içerisinde kanser hücrelerini öldürerek hücrelerin DNA’larını tamir etmelerine yardımcı olan selenyum bulunduran Brezilya fıstığını eksik etmemeliyiz. ABD’deki Dartmouth Tıp Okulu’nun araştırmasına göre kalsiyum ve D vitamini bileşimi, kolon kanserinin oluşması ihtimalini azaltıyor. Bunlara ek olarak, yemeklerimize mümkün oldukça sarmısak katmak, içerisindeki bağışıklık sisteminin kansere karşı doğal savunmasını harekete geçiren sülfür bileşiklerinden dolayı sağlıklı bir diyet için büyük önem taşımaktadır.
Sabah kahvaltılarında ve gün boyu atıştırmalarda yağlı yiyecekler yerine akciğer kanseri riskini azaltan kavun gibi meyveleri tercih etmeli, kahvaltılarımıza bir numaralı antioksidan olan yarım bardak yabanmersinini eklemeyi ihmal etmemeliyiz. En yararlı sebzeler arasında gelen enginar, içerisindeki antioksidanlar sayesinde cilt kanserini önlemeye yardımcı oluyor. Kültürümüzde önemli bir yer edinmiş olan mangal etini yeterli bir miktarda terbiyelemek, pişirirken ateşle direkt teması önleyerek kimyasalların oluşumunu azaltıyor.
Günlük sıvı tüketimi insan sağlığı açısından beslenmenin en önemli faktörlerinden biri. Her gün vücudumuz için gerekli su miktarını aldığımıza emin olarak, kansere karşı en güçlü bileşenlerden olan ve antioksidan etkileri bulunan EGCC (epigallocathechin gallete) adlı kimyasalı bünyesinde bolca bulunduran yeşil çaydan en az günde bir bardak içmek gerekiyor. Buna ek olarak, narenciye içeren taze limonata içmek ağız, gırtlak ve mide kanseri riskini yarı yarıya azaltıyor.
Ülser ve mide kanserine yol açan helikobaktere karşı koruma sağlayan bira, günde iki taneden fazla içilince kanser riskini artırıyor. Haftada en az dört kere balık yiyenlerde kan kanseri riskinin üçte bir oranında azaldığını aklımızda tutarak, sağlıklı bir yemek programından balığı eksik etmemeliyiz. Uzun süre güneş altında vakit geçirmenin zararlı yanlarını ve UV ışınlarından sürekli bir şekilde korunmamız gerektiğini unutmayarak her gün 15 dakika güneşe çıkmak, olası D vitamini eksikliği, meme, kolon, prostat, yumurtalık ve mide kanseri riskini azaltmanın yanı sıra osteoporoz, yüksek kan basıncı, MS gibi sorunlarda da yardımcı olabiliyor.
Yüksek oranda C ve E vitamini, lutein ve bakır içeren kivi değerli bir antioksidan olmakla birlikte şarapta bulunan kanserden koruyucu resveratrol üzümde bol miktarda bulunduğundan bu meyveleri diyetimizden eksik etmemek avantaj sağlar. Bunların yanında yüksek yağlı hayvansal proteinler içeren et yerine balık veya tavuğu tercih etmeli, yemeklerde tereyağı yerine zeytinyağı kullanmaya özen göstermeliyiz.
Günümüzde organik olmayan gıdalardaki hormon ve tarım ilaçlarının hücrelere verdiği zarar, kansere yol açabildiği gibi füme gıda ve turşular kanserojen maddeler içerdikleri için turşu yerine salatalık, somon füme yerine tazesini tercih etmek gerekiyor. Kızarmış gıdalarda oluşan kimyasal değişimler kansere davetiye çıkardığından, cips veya kızarmış patates yerine haşlanmış patates tüketmek daha yararlı olacaktır.
Yiyeceklerin yanında günlük ihtiyaçlarımızı nasıl giderdiğimiz sağlığımızı direk olarak etkiler. Örneğin, giysi seçimlerinde kurutemizleme gerektirmeyen kıyafetleri seçmek bu işlem sırasında kullanılan kimyasalların böbrek ve karaciğer kanserine yol açmasından dolayı önem taşıyor. Solaryumun aksine deri kanseri riskini artırdıklarına dair hiçbir bulgu olmayan sprey bronzlaştırıcılar bu gereksinimi karşılamak için kullanılılabilir.
Bilinçli bir gıda tüketimine ek olarak sağlıklı bir yaşamın diğer bir kurallarından birinin hareketlilik olduğunu unutmadan, özellikle akşam yemeklerinden sonra 30 dakika düzenli yürüyüşler yapmak meme kanseri riskini azaltıyor. Ve son olarak, tam anlamı ile sağlıklı bir hayatın beraberinde mutluluğu da getirmesi için gereken sevgiyi sosyal çevremizi genişleterek hayatımızdan eksik etmemeliyiz.
Çise Ünlüer (19 Eylül 2010)
ciseunluer@hotmail.com
Subscribe to:
Posts (Atom)