Arayın, Yeşil Hayatı Tarayın...

30/09/2011

Hayat Kadar Gerçek



İnsanoğlu, bebeğin korumasını ve beslenmesini sağlayan amniyon sıvısı sayesinde daha anne karnında su ile yüzleşiyor. Dünyamızın yüzde yetmiş (70%)’i su ile kaplı. Bu miktarın yüzde doksan yedi (97%)’si tuzlu su olduğundan sadece yüzde üç (3%)’ü içilebilir nitelikte. Bugün hayatımızın devamı için ihtiyaç duyduğumuz tatlı suyun çoğu kuzey ve güney kutuplarda bulunan buzullarda saklı. Toplam su miktarından bunu da çıkarınca, toplam suyun sadece yüzde bir (1%)’i insanlar, bitkiler, ve hayvanların kullanımı için hale hazırda bulunuyor!

Su, tarım başta olmak üzere birçok sektörde olmazsa olmaz bir malzeme. Tüm canlıların devamı için geçmişten günümüze önemli bir yer taşıyan göl, dere, ve nehirler gibi verimli tatlı su ekosistemleri, eski uygarlıkların da yerleşim yerlerini belirlemede büyük rol oynamıştır. Yeraltı suyunu besleyip seviyesini koruyan ve bulundukları bölgenin iklimini ılımanlaştıran ekosistemler, sadece içme suyu değil, tarım ve birçok darklı endüstrilerin de ihtiyaç duyduğu suyu sağlarlar. Aynı zamanda sudaki fazla kirli maddelerin sudan arıtılmasını sağladıklarından bir doğal arıtma tesisi olarak da görev görürler. Tüm bunlar bir yana, bu tatlı su birikintileri, estetik yapılarıyla doğayı ve insan hayatını güzelleştirdikleri gibi ruhsal bütünlüğümüz üzerinde de olumlu bir etkiye sahiptirler.

Dünyadaki toplam su kullanımının yüzde yetmiş (70%)’i sulama ve ekin yetiştirme için ayrılıyor. 1960’tan beri sulama için kullanılan global su miktarı yüzde atmış (60%)’dan daha fazla artmış, zaten kısıtlı miktarda olan tatlı su üzerindeki küresel su talebi ise hızla artan dünya nüfusuna paralel olarak son 10 yılda 6–7 kat artmıştır. Ancak belirtmek gerekir ki bu oran, dünya nüfüsünun artış oranının 2 katından fazladır. Bu da şunu kanıtlıyor ki, günümüzde yoksul ve gelişmekte olan ülkelerde yaşayan 2.6 milyar insan hala daha yeterli temiz suya erişimleri olmadığı için sağlıksız koşullarda yaşıyor, hatta çoğu zaman yaşayamıyor.

Her 8 dakikada bir çocuğun yeterli ve temiz içilebilir suya erişimi olmadığı için öldüğünü biliyor musunuz? Peki şu an elinizi uzattığınız anda temiz suya ulaşamayacağınızı düşünün ve bunun aslında gerçek olduğu bir hayatı kafanızda canlandırın. Hayat ne kadar farklı olurdu değil mi? Amacım acı gerçeklerle içinizi karartmak değil, duygu sömürüsü yapmak hiç değil. Ama durumun ciddiyetini görmezden gelerek hayatımızı sürdüremeyiz.

Bugün en fazla su harcayan alanlardan biri et üretimi! Sürdürülebilir olmayan bir şekilde gerçekleşen hayvan yetiştirilmesinden dolayı dünyadaki tatlı su kaynakları hızla kirlenmekte ve yok olmaktadır. Bunu anlamanız için çok basit bir örnek: yarım kilo buğday üretimi için kullanulan su miktarı 25 galon iken yarım kilo et üretimi için bu miktar 5000 galon! Yani et yiyenler yemeyenlere göre tükettikleri her yarım kilo et için 200 kat daha fazla su sarfiyatına neden oluyor! Ne yazık ki bizim gibi et tüketimine önem veren toplumlarda, bireylerin maddi kazançları arttıkça tükettikleri et miktarı da artıyor. Bu yanlış zihniyetinin değişmesi için insanların et tüketimi hakkında bilinçlendirilmesi, “üzümü ye bağını sorma” anlayışından uzaklaştırılması gerekir.

Tüm üretim ve tüketim süreçlerinde kullanılan toplam su miktarını açıklamak için kullanılan “sudaki ayak izi” kavramı, insanların günlük hayatta kullandıkları su miktarını ölçmelerine ve kontrol altına almalarına yardımcı olur. Sudaki ayak izimizi tamamen anlamak için “embedded water” (Türkçesi “gömülmüş su”) olarak bilinen, yetiştirilen yiyeceklerden giydiğimiz kıyafetlere, ihtiyaç duyuduğumuz herşeyin üretiminden elimize ulaşana kadar kullanılan su miktarını açıklayan terimi kullanmak gerek. Daha iyi anlamak için örneklendirecek olursak, 1 kilo kağıtta 10 litre, 1 kilo ekmekte 440 litre gömülmüş su vardır. Öte yandan 1 kot pantolonda 10850 litre gömülmüş su var! Bir diğer değişle, üzerinde çok da kafa yormadan aldığımız bir kot pantolon, içerisindeki pamuğun yetiştirilmesinden elimize ulaşana kadar nerdeyse 11000 litre suya mal oluyor!

Ülkemizi de içine alan Akdeniz iklim kuşağında, bu yüzyılda küresel ısınma kaynaklı kuraklığın, yüzey sularında yüzde otuz ile kırk arasında (30-40%) azalmaya neden olacağı öngörülüyor. Böyle bir durumda, elimizdeki su ve su kaynaklarına bağlı ekosistemlerin gittikçe daha da zorlanacağı kesin. Uzun lafın kısası, gelecek bugünden daha kolay olmayacak!

Dünyadaki su kıtlığı çeken 80 ülke dünya nüfusunun yüzde kırk (40%)’ını oluşturuyor. Sadece Afrika’da bile insanlar hayatlarını devam ettirmek için ihtiyaç duydukları suya ulaşmak amacıyla senede toplam 40 milyar saat yürüyorlar! Evinin konforunda çeşmeye elinini uzattığı anda hiç zahmet etmeden suya rahatlıkla ulaşan bizler için bu hayal edilemeyecek kadar uzak bir düşünce olsa da milyarlarca insan için hayat kadar gerçek!

Bu ülkelerde evlere temiz su ulaşımı görevini genellikle kadınlar ve çocuklar üstleniyor. Suya ulaşmak için yürüdükleri uzun yolda bu kadın ve çocuklar tamamen korumasız oldukları için taciz ve fiziksel saldırı gibi birçok farklı tehlikeyle karşı karşıya kalıyorlar. Bu yetmezmiş gibi ağır su kaplarını uzun mesafeler taşıdıkları için bu insanlar erken yaşta omurga ve sırt ağrısı sorunları çekiyor ve genellikle uzun ömürlü olmuyorlar. Oysa bu işlem için harcadıkları saatler eğitimleri için harcanabilir, bu şekilde gelecek vaadeden nesiller yetişir, kadınlar da ülkelerinin gelişimine en az erkekler kadar katkı koyabilir.

Çise Ünlüer (2 Ekim 2011)
ciseunluer@gmail.com

24/09/2011

Gerçeğin 24 Saati




İklim değişikliğine inanıyor musunuz? Elimizde bu kadar bilimsel kanıt olmasına rağmen bu gerçeğe hala daha inanmayıp ciddiye almayanlar var! Özellikle rahat hayatlarını “sırf gezegeni kurtarmak için” değiştirerek konforlarını bozmak istemeyen birçok insanın görüşü bu.

Bu durumun farkında olan eski Amerikan Başkan Yardımcısı, siyaset ve iş adamı, Nobel Barış Ödülü sahibi Al Gore, iklim krizine dikkat çekmek amacıyla “The Climate Reality Project”e öncülük yaparak “24 Hours Of Reality/24 Saatlik Realite”yi başlattı. Projenin vermeye çalıştığı esas mesaj basit olduğu kadar etkili: İklim değişikliği gerçeği artık bir tartışma konusu değildir!

İklim değişikliğinin varlığını kanıtlayacak o kadar olay var ki! Son zamanlarda dünyanın çeşitli noktalarında yaşanmakta olan sel, kuraklık ve kasırga gibi normalin dışında gerçekleşen hava koşullarının tümünün “insan yapımı kirlilik” olduğu apaçık ortada. Bu durumda atılması gereken adımlar gelecekte değil, şimdi atılmalıdır!

14 Eylül'den 15 Eylül'e, “24 Saat Realite” başlığı ile 24 saat diliminin altını çizerek 23 aktivist tarafından 13 farklı dilde ulaştırılan sunumlar için Türkiye’yi, yeşilist.com’un kurucusu Ergem Şenyuva, 15 Eylül’de yerel saat 19:00’da sunumunu vererek başarı ile temsil etti. Etkinlik, daha sonra New York'ta Al Gore'un sunumu ile sonlandı.

İklim Gerçekliği Projesi’ne biraz yakından bakacak olursak, proje büyük fırtınalar, seller ve aşırı kuraklığın insan hayatını gittikçe daha çok etkilediğini belirterek başlıyor. Zamanla daha sık gerçekleşmeye başlayan bu normal dışı olayların gittikçe kabul edilen yeni normaller halini alması düşündürücü. Bilim dünyasının, insanoğlunun şu anda yaşamakta olduğu iklim değişikliği gerçekliğine neden olduğunu kanıtlamış durumda olmasına rağmen petrol ve kömür fabrikaları ile diğer güçlü menfaatler, fosil yakıtların yanmasının dünyayı tehdit ettiği gerçeğini görmezden gelmeyi ve hatta aksini savunmayı tercih ediyor! Bu da bizi İklim Gerçeği Projesi’nin esas gerçekleştirilme nedenine getiriyor.

Proje dünyanın farklı noktalarında hayat süren bireylerin iklim değişikliği gerçeğini fark etmesine ve bu sorunu çözebilmeleri için atacakları adımlara yardımcı olmak için gerekli platformu oluşturuyor. Proje kapsamında yapılan sunumlar, farklı ülkelerde uçlarda yaşanan hava koşullarına dikkat çekiyor. Bugüne kadar yapılan tüm ölçümlerde 2010 yılının yaşanan en sıcak yıl olarak kayıda geçtiğini akılda tutacak olursak, bizi bekleyen gelecek yılları düşünmek bile insanı korkutuyor. Artan sıcaklığa ek olarak yoğun fırtınalar, ağır kuraklık ve sıcak hava dalgaları daha sık yaşanıyor, bu olaylardan etkilenen insan sayısı gittikçe artıyor.

Şimdi diyeceksiniz ki bu fırtına ve seller gibi meteorolojik olaylar doğanın bir gerçeği değil midir? Aslında evet, ancak durum şu ki, iklim değişikliği uç noktalara ulaşan hava koşullarını, hem daha sık hem de daha ağır yaşanır kıldığından çok daha fazla insanın hayatına mal oluyor, evini elinden alıyor, yaşamını olumsuz etkiliyor.

Milyonların ziyaret ettiği climaterealityproject.org adresinden hakkında daha fazla bilgi alabileceğiniz 24 Saat Realite Kampanyası'nın sayesinde iklim değişikliğini inkar eden lobi grupları ve benzeri kurumların elinde milyonlarca dolar olsa da, gerçeğe inanların, gerçekliğe sahip olanların elindeki avantajın daha güçlü olduğunu anlıyorsunuz. Tabii gerçek anlamda bir değişimin, her daim mevcut durumu muhafaza etmek isteyen köklü çıkarlar olacağından daha zor olduğunu inkar edemeyiz. Örneğin insan ürünü olan petrol ve kömür endüstrilerinin neden olduğu kirlilik iklim değişikliğine sebep olmasına rağmen bu endüstriler kendi kısa dönemli çıkarları için atmosferi kirletmeyi sürdürmeyi seçiyor.

Ancak şanslıyız ki iklim değişikliğiyle ilgili bilimsel kanıtlar sürekli bir şekilde artıyor ve gittikçe daha iyi algılanıyor. Bunun farkında olan birçok insan, birşeyler yapılması gereken zamanın şimdi olduğunu biliyor ve dünyanın farklı yerlerinden bu doğrultuda katkı koyuyor. Tabii gerçek bir değişim için daha çok insanın gerçeklerin farkına varmasına ve bu gerçeğe karşı adım atmasına ihtiyaç var.

İklim krizinin tüm dünyayı etkilemesi sebebiyle, 24 saat dilimini temsil edecek şekilde dünya çapında aralarında Hawaii, Jakarta, Dubai, Rio De Janeiro, ve Beijing’in bulunduğu 24 şehire odaklanan The Climate Reality Project’in bir ayağı da İstanbul’da gerçekleşti. Yapılan çalışmalara göre Türkiye’nin bu yüzyılın ikinci yarısında, bölgesel farkılılıklar ile birlikte, daha sıcak hale geldiğinin altı çiziliyor. İklim modelleri, bu yüzyılın sonunda, Doğu Akdeniz'de sıcaklıkların 2-8 santigrat derece yükseleceğini ve bölgede yağışların azalacağını gösteriyor.

Türkiye adına İklim Gerçekliği sunumunu İstanbul’dan tüm dünyaya ulaştıran Ergem Şenyuva, konuşmasının sonunda iklim değişikliği ve küresel ısınma ile ilgili bizim nasıl katkı koyabileceğimizi, çözümün nasıl parçası olabileceğimizi de anlatıyor. Bizi küresel ısınmanın etkilemediğini düşünen tüm insanlara serbestçe konuşarak bu gerçekliği anlatmamızı, inkarın tartışmasız olmasına izin vermemizi teşvik ediyor konuşmacı. Bu alanda dünyaya yayılmak için sosyal ve geleneksel medyadan yararlanmanın faydalı olacağını eklemekte yarar var.

İklim Gerçekliği Projesi’ne veya ağaçlandırmayı yaygınlaştırmak için çalışan TEMA (tema.org.tr) gibi kendini iklim krizini çözmeye adamış diğer organizasyonlara katılmayı düşünür müsünüz? Bunlara ek olarak, günlük hayatta yaptığımız seçimlerde enerji kullanımını azaltan tercihler yapmak ve satın aldığımız ürünlerin çevreye etkisini göz önünde bulundurarak hareket etmek büyük etki yaratacaktır. Örneğin, mümkün oldukça uzaktan gelmeyen yerel ürünleri tercih etmek hem ekonomimize yardımcı olur hem çevreye verilen zararı büyük ölçüde azaltır.

Bu konuda atabileceğimiz en önemli adımlardan bir diğeri vazgeçmemek! Değişen yasaların değişen ampüllerden daha etkili olacağını unutmadan bizi yönetenlere bunun bizim için önemini anlatmalı, siyasetçilerimizi iklim krizini çözmek için ne söylediklerine ve yaptıklarına bağlı olarak destekleyeceğimizi veya tam tersi bir durumda güçlü bir şekilde karşı çıkacağımızı belirtmeliyiz.

“Şimdi artık hareket, eylem zamanı!” sözleri ile tamamlanıyor sunum. Çünkü bir yerlede, iklim değişikliği gerçeğinin önemli olmadığı bir dünya olabilir ama bu bizim gezegenimiz değil! Üzerinde yaşadığımız dünya, sahip olduğumuz, sevdiğimiz, üzerinde çocuklarımızı yetiştirebileceğimiz, yaşayabileceğimiz TEK yer! Buna göre sadece bir gerçek var: şimdi hareket zamanı!


Çise Ünlüer (25 Eylül 2011)
ciseunluer@gmail.com

16/09/2011

Yenilenebilir Enerji ile Geleceği Yakalamak




Bu hafta sizlere yenilenebilir enerji alanında son zamanlarda yapılan sevindirici gelişmelerden bahsetmek istiyorum.

Greenpeace tarafından yayınlanan Yenilenebilir Enerji Ağı Raporu  REN21 (Renewable Energy Policy Network for the 21st Century)’e göre nükleer enerjiye kıyaslandığı zaman, hızla yaygınlaşan kullanımları sayesinde 5 katı daha fazla enerji sağlayan yenilenebilir enerji kaynakları 2010 yılında dünyanın toplam birincil enerji (elektrik, ısı ve ulaşım) ihtiyacının yüzde on altı (16%)’sını karşılayacak boyuta ulaştı.

Özellikle Japonya’da yaşanan Fukuşima felaketinden sonra, 7 santralini kapatarak 2022 yılına kadar nükleer enerji kullanımını tamamen durdurma kararı alan Almanya başta olmak üzere birçok ülke nükleer enerjiden vazgeçiyor. Bu alanda gerçeklerin farkına varıp gözü açılan Japonya, 14 yeni reaktörün inşaatını iptal etti. Japonya’ya ek olarak İsviçre 3 yeni nükleer reaktör planını çöpe attı ve 2034 yılına kadar şu an varolan nükleer santrallerini kapatacağını açıkladı. Nükleer enerjiye yatırım yapmayı planlayan Çin de bu planları durdururken, İtalya’da referanduma taşınan nükleer santral konusu halkın yüzde doksan beş (95%) oyu ile onaylanmadı! Sanırım tüm bu örnekler dünyanın nükleere karşı hislerini ve bu konuda ne kadar dikkatli adım atılması gerekiğini anlamak için yeterli.

Dünyada yeninelenebilir enerjiye yapılan yatırım 2004 yılna göre 5 katı artarak 211 milyar dolar civarına ulaştı. Çin ve Amerika, aynı anda dünyanın hem en çok karbon salımına neden olan hem de yenilenebilir enerji sektörüne yatırımı yapan ülkeler sıralamasında başı çekiyor. Peki bu alanda Türkiye ne kadar başarılı diye soracak olursanız haberler iyi değil. Ülkede kullanımı yaygınlaştırılan sıcak su üreten güneş kolektörleri Kobiler hariç, Türkiye yenilenebilir enerjiler konusunda yüksek potansiyelli bir ülke olmasına rağmen bu potansiyelin sadece yüzde bir (1%)’ini kullanıyor!

Dünyada enerji tüketimi açısından en başta gelen ülkelere bakacak olursak, Amerika’da kullanılan tüm enerji miktarının yüzde on bir (11%)’i yenilenebilir enerji kaynaklarından elde ediliyor. Hızla büyüyen ekonomisiyle nerdeyse her konuda Amerika’ya rakip çıkan yükselen güç Çin, 2010 yılında rüzgar, güneş ve hidroelektrik enerji alanında dünyadaki en yüksek üretim miktarlarıyla şu an lider durumda. Buna göre Çin, toplam enerji ihtiyacının yüzde yirmi altı (26%)’sından daha fazlasını yenilenebilir enerji kaynaklarından elde ediyor. Bu ülkenin tüm dünyada kullanılan birçok ürünü kendi topraklarında ürettiğini akılda tutacak olursak, başka ülkelere kıyasla Çin’de yenilenebilir enerji kullanımının ne kadar yüksek olduğunu daha iyi anlayabiliriz.

Daha küresel bir yaklaşım benimseyecek olursak, her ne kadar da yaşanan ekonomik krizden etkilenmiş olsa da, dünyada kullanılan tüm rüzgar enerjisi miktarının 2017 yılına kadar üç kat büyümesi bekleniyor. Rüzgar enerjisi sektörü, 2008 yılında yüzde yirmi dokuz (29%), 2009 yılında yüzde otuz iki (32%), ve 2010 yılında ise tüm zorluklara rağmen yüzde yirmi iki (22%) büyümeyi başardı.

Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin hızla yenilenebilir enerji sektörüne yatırım yaptığı bu günlerde, komşumuz Türkiye aynı hızla nükleer enerjiye yöneliyor. Bu alanda yapılan çalışmaları destekleyenlerden biri AKP’nin Mersin İl Genel Meclis üyesi İbrahim Gül. Gül’e göre, nükleer santral konusunda gerekli bilgiye sahip olmadan yorum yapanların sayısı çok ve çevreciler halkı yanlış bilgilerle yanıltıyor. “Dünyadaki en temiz enerji kaynağı nükleer santrallar. Bunların dumanı yok, isi yok” şeklinde bu konudaki düşüncelerini belirten Gül, gazetecilerin soruları karşısında dayanamayıp, nükleer enerji konusundaki bilgileri google’dan araştırarak elde ettiğini itiraf etmek zorunda kalıyor! Her ne kadar da kendisinin “araştırmacı yönünü” takdir etmek istesek de, Türkiye’de teknik açıdan yeterli çalışanlar olmadığından kontrolünün tamamı ile Rusya’ya bırakılacağı Akkuyu nükleer santralının gelecekte çıkaracağı olası sorunları düşünmek bile istemiyorum.

Yenilenebilir enerji konusunda uluslararası liderlik forumu düzenleyen bir küresel politika ağı olarak tanımlanan REN21’in esas hedefi gelişmekte olan ve sanayileşmiş ülkelerde yenilenebilir enerjilerin hızla büyümesi için politika geliştirme işlemlerini hızlandırmak. Rapora göre gelişmekte olan ülkeler küresel yenilenebilir enerji gücünün yarısından fazlasına sahip. Bu doğrultuda, sürekli gelişen teknolojiler sayesinde artık yeninelenebilir enerjiye yatırım yapan ülkeler enerji konusunda söz sahibi olacak. REN21’e göre tüm insanların ihtiyaç duydukları enerjiyi yenilenebilir enerji kaynaklarından sağlamak ekonomik açıdan da mümkün. Bu durumda, nükleer enerjiye yatırım yapan Türkiye’nin yarışın neresinde kalacağını tahmin etmek zor değil.


Çise Ünlüer (18 Eylül 2011)
ciseunluer@gmail.com

09/09/2011

Bir Fika’nın kırk yıl hatırı var!



İsveçliler’in günlük alışkanlıklarından bir tanesi ‘Fika’ diya adlandırdıkları kahve ve yanında yenilen tatlı keyfi. Genellikle günde 2 defa gerçekleştirilen bu aktivite, sabah 9 ve öğleden sonra 3 civarı ülke genelinde çalışma arası molası olarak ortamları renklendiriyor. İsveç’te fika olmadan toplantı olmaz diye hatırlatıyor Manuela.

Eşitliğe verilen önem

Genellikle eşitliğe inanıyor İsveç halkı. Başka ülkelerden çalışmak için gelen insanları eşit görerek, onları halka kazandırmak istiyor. İsveç’e okumak için Amerika, Nijerya ve Almanya gibi başka ülkelerden gelen birçok yabancı öğrenci ile tanışıyorum konferansta. Bu öğrencilerin nerdeyse tümü eğitimleri boyunca kendi istekleri ile İsveççe öğrenmiş. Eğitimlerini tamamlayınca da ülkelerine geri dönmek yerine İsveç’te hayatlarını sürdürmek istemelerinden bu ülkeyi ne kadar sevip benimsedikleri kolaylıkla anlaşılıyor.

İsveçliler’in “Lagom” diye bir sözü var. Lagom “ne çok az ne çok fazla” anlamına geliyor. Kahvenin yanında istenilen şeker miktarını belirlemek gibi basit kullanımlardan insan karakterini anlatmaya kadar geniş bir kullanıma sahip lagom kelimesi. İnsanların ne çok hırslı ne de çok mütevazi, sadece dürüst olmaları teşvik ediliyor. Başarıyı hırslı, rekabete dayalı bir sisteme göre değerlendiren Amerika’ya kıyaslandığı zaman tam tersine, kişisel başarıların gösteriş yapacak şekilde gözler önüne sürülmesi İsveç’te takdir gören bir davranış değil. Tam tersine, insanların iyi oldukları yanlarını başkalarını desteklemek için mütevazi bir şekilde kullanmaları teşvik ediliyor. Belirli yönlerden zayıf olan insanlara fazladan destek veriliyor, herkesin eşit seviyeye gelmesine önem gösteriliyor İsveç’te. Eğitim ve çalışma ortamlarında eksiklik gösteren insanlar arkadaşlarından eleştirinin tersine destekleyici ve yapıcı öneriler alarak gelişimlerine olumlu bir şekilde katkıda bulunuluyor. Çünkü burda “eşitlik” gerçekten önemli bir kavram.

Araba girmeyen yollar

İsveç’in diğer bir güzel yanı yaygın bir şekilde ülkenin tüm noktalarına kolay ulaşımı sağlayan toplu taşımacılığı. Helsingborg dahil olmak üzere çoğu şehirde arabaya ihtyaç duymadan yaşanılabiliyor. Kentin taşlı sokaklarından bisikletleri ile geçen insanları görmek insana mutluluk veriyor. Bisikletle gidilemeyecek mesafeler de rahatlıkla tren veya otobüslerle gidilebiliyor. Ayda 110 Euro kadar bir ücrete 1 ay boyunca Scania şeklinde adlandırılan İsveç’in tüm güney bölgelerini sınırsız miktarda ziyaret edebilirsiniz. Scania (İsveççe’de “Skane”) bölgesi İsveç’in güneyindeki 25 ili içine alan bölge. Scania’nın en büyük şehri olan Malmo 300,000lik nüfusuyla İsveç’de en çok insanın yaşadığı üçüncü büyük şehir.

Helsingborg’da yeşil yaşam

Konferansın yer aldığı Helsingborg kenti tarihi binalarla dolu. İnsanlar tarihle iç içe yaşıyorlar ama çevreye olan saygılarından herşey yüzlerce sene önceki gibi aynen duruyor. Her ne kadar da hayranlık duyulacak bir olay olsa da, İsveç yönetimi, nerdeyse tümü tarihi önem taşıyan binalara verilecek herhangi bir zararı önlemek için bu yapılara güneş panelleri ve benzeri yenilenebilir enerji aygıtları takılmasına izin vermiyor. Ancak bölgede yaşayan gençler bir araya gelerek bu ve benzeri konularda adımlar atıyorlar, tarihlerini yok etmeden geleceklerini kurma yolunda çalışıyorlar. Girişimlerinden bir tanesi yaşadıkları bölgelerde kendi organik yiyeceklerini yetiştirmek. Bu gençler, biraraya gelerek kendi yarattıkları şebekelerde ürettiklierini birbirleri ile paylaşıyor, yetenekli oldukları alanlarda başkalarına yardımcı oluyorlar.

Doğruyu söylemek gerekirse İsveç, İngiltere ve Almanya başta olmak üzere Avrupa’nın diğer ülkeleri kadar geri dönüşüm yapmıyor. Konferansın devam ettiği 4 gün boyunca yaklaşık 4000 tane plastik bardak kullanıldığını ve bunların geri dönüşüm yerine çöpe gittiklerini öğreniyorum organizatörlerden. Sürdürülebilirlik konulu bir toplantı olunca insan ister istemez işin bu yönünü de düşünmeden edemiyor. Daha sonra tanıştığım, önceleri politikacı olan ama daha sonra iletişim okumak için üniversiteye geri dönen İsveçli anne Tutti’den öğreniyorum ki yaşam alanlarında da durum çok farklı değil. Tutti’ye göre evlerde de geri dönüşüm yapmaları için her aileye gereken bilgi ve malzemeler verilmiyor. Avrupa’nın İngiltere ve Almanya başta olmak üzere farklı ülkelerindeki yerleşim yerlerinde yaygın olarak görülen geri dönüşüm kutuları burada nadiren karşınıza çıkıyor. İnsanlar evlerinde kullandıkları yiyecek paketlerinin ve diğer tüm malzemelerin geri dönüşümünü yapmak için arabalarına atlayıp en yakın geri dönüşüm malzemelerine götürmeleri gerekiyor. Bu zorluk da ister istemez geri dönüşüme verilen önemi ve bununla bağlantılı olarak yapılan geri dönüşümün miktarını azaltıyor.

Evinizde İsveç’ten bir parça

Bize biraz uzak olsa da çoğumuzun evinde İsveç’ten bir parça var – IKEA! İsveç kökenli uluslararası mobilya mağazasının, çoğu Avrupa, Kuzey Amerika, Asya ve Avustralya’da bulunan, tolam 38 farklı ülkede 313 mağazası bulunuyor. IKEA 1943 yılında o zaman 17 yaşındaki Ingvar Kamprad tarafından İsveç’te kuruldu. Firma kurucusunun isminin baş harflerine ek olarak doğduğu çiftlik Elmtaryd ve evinin bulunduğu İsveç’teki Agunnaryd bölgesinin baş harflerinin bir araya gelmesi ile IKEA ismi oluştu.

Ülkesinin yeşil yaklaşımına paralel olarak, IKEA dünyadaki tüm firmalara örnek olacak bir harekette bulundu ve kullandığı enerjinin tamamını yenilenebilir enerji kaynaklarından sağlamak için 2012 yılının başında İsveç’te inşaatına başlanacak olan rüzgar türibini çiftiğine ek olarak İngiltere’de 39000 adet güneş paneli kurmayı planladığını açıkladı. IKEA’nın bugün Danimarka, Fransa, ve Almanya’da rüzgar santralleri bulunuyor. Bu plana eklemek istediği yeni girişimleri ile birlikte firma yenilenebilir enerji konusundaki yükümlülüklerini yerine getiriyor. IKEA getirdiği bu yenilikler sayesinde 100% yenilenebilir enerji hedefine biraz daha yaklaşarak yenilenebilir kaynaklardan üretilecek olan elektriğin sağlayacağı tasarrufu fiyatlarına da yansıtarak müşterisi sayısını ve memnuniyetini artıracak.

Yaz aylarını arkada bırakmış olsak da, İsveç’i bir sonraki tatil planlarınızı yaparken düşünmenizi tavsiye ederim. Yeşil doğası, insan sevgisi, ve eşitliğe verilen önemi ile İsveç’i ilk görüşte sevmemeniz imkansız!


Çise Ünlüer (11 Eylül 2011)
ciseunluer@gmail.com

02/09/2011

Danimarka’dan İsveç’e



Geçen haftalarda LERU (League of European Research Universities) tarafından organize edilen “Equal and Sustainable Infrastructures” (Eşit ve Sürdürülebilir Altyapılar) konferansına katıldım. Konusundan daha gitmeden çok ilgimi çekeceğini bildiğim konferansın başladığı andan son dakikaya kadar sunulan ve tartışılan her konuyu sizinle paylaşmak, öğrendiklerimi anlatmak için hiç durmadan notlar aldım. Ama önce sizlere biraz konferansın yer aldığı ülkeden ve buranın kültüründen bahsetmek istiyorum.

İsveç’teki Lund Üniversitesi’nin Helsingborg’daki kampüsünde gerçekleşen konferansta sürdürülebilir su kullanımından cinsiyet eşitliğine, atıkların ihtiyaç duyulan kaynaklara dönüştürülmesinden kentsel yenileme projelerine kadar farklı konular tartışıldı. Sabah oturumlarında kendi alanlarında uzman olan araştırmacıların konuşmalarının ardından günün geri kalanında konferansa katılan öğrenciler farklı tartışma guruplarına ayrılarak daha önceden belirlenmiş sürdürülebilirlikle ilgili çeşitli konularda fikir üreterek bilgi alışverişinde bulunma fırsatı buldu.

Avrupa’nın en iyi üniversiteleri arasında yer alan Lund Üniversitesi 1666 yılında kuruldu. Okulda eğitim gören 46000 öğrenciden yaklaşık 3000’i doktora yapıyor. Üniversite’nin toplam 8 fakültesi, 6000 çalışanı var. Burda araştırma yapan 562 profesörden yüzde on sekiz (18%)’i kadın. Üniversite özellikle cinsiyet eşitliği konusuna çok önem verdiğinden bu oranı en az yüzde elli (50%)’ye kadar çıkarmak için çeşitli çalışmalar sürdürüyor. Mühendislik, hukuk, tıp, ve birçok farklı bilim dalında eğitim veren üniversitenin esas kampüsünün bulunduğu Lund şehrine ek olarak Helsingborg, Malmo ve Ljungbyhed bölgelerinde de farklı kampüsleri bulunuyor.

İsveç’in dili bir Kuzey Cermen dili olan ve Norveççe gibi dillerle yakın akraba olan İsveççe’dir. 1 Ocak 1995'ten beri Avrupa Birliği'nin üyesi olan ülke halen kendi para birimi olan İsveç Kronu’nu kullanıyor. Helsingborg ülkenin güneyinde yer alan 95000 nüfuslu bir deniz kenti. Kent, Danimarka'ya ve Avrupa'nın Baltık kentlerine olan yakınlığından ötürü, tarihi boyunca önemli bir konumuda olmuştur. Helsingborg’a Danimarka’nın başkenti Kopenhag’dan trenle veya Danimarka sınırındaki Helsingor şehrinden feribotla ulaşmak mümkün. Biraz daha zahmetli olsa da ben oyumu tren yerine feribottan yana kullandım. Bu yolla Danimarka ve İsveç arasındaki denizde kısa bir seyahat edebilir, İsveç kıyılarına yaklaşırken ülkenin güzelliğine yakından şahit olabilirsiniz.

Helsingborg’a varan feribotun hemen suyun yanındaki tren istasyonunun tam yanında durması ve feribotla ülkeye ulaşan yolcuların direk olarak merkezi tren istasyonuna inmesi büyük bir avantaj. Danimarka ve İsveç birbirine o kadar yakın ki nerdeyse bir ülke hissi veriyorlar. Aralarında tatlı bir rekabet bulunan iki ülke de insanın gözüne yaşanılası bir ortam sunuyor. Buraya okumak için gelen nerdeyse tüm yabancı öğrenciler kısa bir süre içinde kendi istekleriyle aldıkları ek kurslar sayesinde İsveççe öğreniyor, bu dilin öğrenilmesi kolay bir dil olduğunu düşünüyor.

İsveç’in vatandaşlarına sunduğu en iyi olanaklardan biri bedava üniversite eğitimi! Buna ek olarak devlet ihityacı olan tüm öğrencilere kişisel ihtiyaçlarını karşılamak için her sene belirli bir miktar burs da veriyor. Konferans’a katılan öğrencilerden aslen Alman ama son 6 senedir İsveç’te yaşayan Manuela ile İsveç kültürü ve burda öğrenci hayatı hakkında sohbet etme fırsatı buldum. Manuela tüm sene boyunca kaldığı yurt için yaz aylarında kira ödemediğinden bahsediyor. Öğreniyorum ki İsveç, haziran başından ağustos ayı sonuna kadar yazları 3 ay boyunca yurtlarda kalmak isteyen öğrencilerinden kira almıyor. Çünkü yaz mevsiminde okulların kapanmasını fırsat bilerek farklı mesleklerde çalışan ve bu yolla kendi geçimlerini sağlamaya çalışan öğrencilere devlet de destek olmak istiyor. Üniversite’nin esas kampüsünün bulunduğu Lund şehrinde dönem boyu ödenen öğrenci yurtlarının ücretleri İngiltere’deki fiyatların nerdeyse yarısı kadar.

İsveç’in sınır komşuları batı ve kuzeyden Norveç, doğudan ise Finlandiya'dır. Konferansta Finlandiya’lı Eeva ile tanışıyorum. 5,400,000 nüfuslu Finlandiya’da insanların genellikle yönetimden mutlu olduklarından, finansal açıdan kötü günler geçiriyor olsa da Avrupa Birliği’nin bir parçası olmaktan memnun olduklarını konuşuyoruz Eeva ile. Günün sonunda Finlandiya küçük bir ülke olduğundan büyük bir gücün parçası olmak onlara güven veriyor. İsveç gibi Findlandiya da öğrencilerine tamamen ücretsiz üniversite eğitimi sunuyor. Bu yetmezmiş gibi bir de üniversitede okumak isteyenleri ödüllendirmek, üniversite eğitimini teşvik etmek için her ay 350 Euro civarında bir miktarı her öğrencisine destek olarak veriyor. Yani öğrenciler okudukları süre boyunca ödeniyorlar! Eğitime önem veren insanların bu ülkeleri imrenmemesi mümkün değil.

Güneyinde yer alan Öresund Köprüsü ile Danimarka'ya bağlı olan İsveç’in kültürünü anlatıyor Manuela. Anlattıklarından insanların birbirine olan saygısı ön plana çıkıyor. İnsanlar arasında hiyerarşinin pek olmadığını öğreniyorum. Bunun en güzel örneği ülkedeki aile yapısı. İsveçli aileler çocuklarını birer yetişkin birey olarak görüyor. Bizim alışkın olduğumuz aile yapısının tersine, İsveç’te anne babalar çocuklarının küçük yaştan itibaren kendi seçimlerini yapmalarını teşvik ediyor. Aile içinde çocukları da ilgilendiren konularda çocukların da fikrini alan veliler, çocuklarının düşüncelerine saygı duyuyorlar. Bu şekilde yetişen çocuklar çoğunlukla kendi ayakları üzerinde duran, kendinden emin bireylere dönüşüyor. Özellikle ülkesi Almanya’nın otoriter yönetimine kıyaslandığı zaman bunun ne kadar farklı bir yetiştiriliş tarzı olduğuna dikkat çekiyor Manuela.

İnsanlar arasındaki saygı ve hiyerarşi eksikliğinin bir başka güzel örneği çalışma ortamları. İsveçli yöneticilerin çalışanlarına kahve yapması alışılagelmiş bir hareket. Seviye farkı olmaksızın çalışanlar birbirlerine bir takdir ve nezaket göstergesi olarak saygılı davranmayı kültürlerinin bir parçası haline getirmiş. Bunu konferansın açılışını yapan bölüm başkanının tavırlarından bile kolayca anlamak mümkün. Tüm katılımcıları arkadaş canlısı ve güvenilir bir yaklaşımla selamlayan İsveçli profesör, herkesi kısa zamanda rahat hissettirmeyi başarıyor.

Genel olarak İsveçliler birbirlerine güveniyor. Mesela herhangi bir devlet dairesini telefonla arayarak hiçbir kimlik ve benzeri bilgiye gerek duyulmadan işinizi rahatlıkla görebiliyorsunuz. Çünkü kimse sizin yalan söyleyebileceğinizi düşünmüyor, size güvendiğinden işinizi zorluk çıkarmadan hallediyor. Hasta olduğundan dolayı ders kaçıran öğrenciler bir sonraki gün öğretmenlerine bunu söylediklerinde rapor getirmeden rahatlıkla derse katılabiliyor çünkü dersi veren eğitimciler öğrencilerine güveniyor.

Önümüzdeki hafta Helsingborg kentinden ve İsveç geleneklerinden bahsedecek, ülkenin sosyal yapısına değineceğiz.


Çise Ünlüer (4 Eylül 2011)
ciseunluer@gmail.com