Arayın, Yeşil Hayatı Tarayın...

26/07/2012

Avrupa ve Çikolatanın Başkenti: Brüksel




Bugün sizlere Belçika'nın başkenti ve Avrupa Birliği'nin 3 ana kurumu olan AB Komisyonu, AB Bakanlar Konseyi ve Avrupa Parlamentosu’nun büyük bir kısmına ev sahipliği yapan Brüksel’den bahsetmek istiyorum.

Birkaç yüzyıl önce bölgedeki bataklığın kurutulması sonucu kurulan şehir adını da bu olaydan alır. Ülkenin tam ortasında, Scheldt ve Meuse nehirleri arasında yer alan kent merkezinde yaklaşık 150 bin kişi yaşıyor. Brüksel büyükşehrine bağlı yirmiye yakın belediyenin toplam nüfusu ise bir milyon civarında. Buna bir de dışarıda yaşayan ama gün boyunca Brüksel’de çalışan nüfus da eklenince toplam nüfus birkaç milyona çıkıyor.

Avrupa’nın geri kalanına göre Belçika’da vatandaş olmak daha basit olduğundan ülkede yüksek miktarda yabancı kökenli bir nüfus bulunuyor. Yaklaşık son 40 yılda sağladığı iş imkanları nedeni ile ülkeye önceden gelen yabancı nüfusun yanında diğer AB ülkelerinden gelen eğitimli insanlar da var. Ülkenin değişen nüfus yapısından dolayı Batı Avrupa’da son 40 yılda Brüksel kadar değişen bir kentin bulunmadığını düşünenler çoğunlukta. Tabii bu süreç boyunca ülkenin belli yerlerinin gittikçe yıpranması ve yerli Brüksellilerin bu bölgelerden uzaklaşması kaçınılmaz olmuş. Bu nedenle ülkenin farklı yerlerinde Belçika’ya sonradan gelen Faslı, Türk veya Afrikalı halkın yaşadığı bölgeleri ayırt etmek mümkün.

Brüksel’de yaşayan nüfusun yüzde seksen (80%)’inin ana dili Fransızca. Bunun yanında Felemenkçe konuşan bir azınlık da bulunmakta. Bu nedenle Brüksel'de iki resmi dil olarak geçen Fransızca ve Felemenkçe hukuken eşit ve her alanda zorunlu. Ülkedeki yerleşik halkın büyük bir çoğunluğu Katolik Hıristiyan olmasına rağmen halkın yaklaşık dörtte birlik bir kısmı ateist.

Yazları sıcak, kışları da ılık geçen Brüksel dört mevsim bulutlu ve rüzgarlı. Deniz etkisinde, ılımlı bir iklime sahip olan kentin yağış ortalaması da oldukça yüksek. Ülkenin genelinde yıl boyu en soğuk ay olan Ocak ayında sıcaklık ortalama 3°C iken en sıcak ay Temmuz’da ise 18°C’ye kadar çıkıyor. Brüksel Avrupa Birliği’nin Avrupa Komisyonu, Avrupa Parlamentosu, Avrupa Konseyi gibi çok önemli kurumlarına ev sahipliği yaptığından dolayı Avrupa’nın “fiili” başkenti sayılyor. Durum böyle olunca Avrupa içi ve dışından şehre gelen be burda yaşayan insan profiline hitap eden türlü sosyal ve kültürel faaliyetler Brüksel’de fazlasıyla mevcut.

Türkiye’den Brüksel’e uçuş süresi yaklaşık 3 saat olmakla birlikte Türkiye’den direkt uçuşlarla varılabilecek iki havalimanı var: Brüksel Havalimanı ve kentten 50 km mesafedeki Brüksel Güney Charleroi Havalimanı. Londra St Pancras tren istasyonundan kalkan Eurostar trenleri ile de gayet rahat bir şekilde iki saatten az bir sürede Brüksel'e demiryolu ile de ulaşmak mümkün.

Biraz da Brüksel’de görebileceğiniz tarihi ve kültürel yerlerden bahsedelim. 1860-1880 yılları arasında inşa edilmiş 105 metre yüksekliğindeki Adalet Sarayı, 19. yüzyılda dünyanın en büyük binası olarak biliniyordu. Bina halen Belçika Yüksek Mahkemesi olarak kullanılıyor. 1958 Brüksel Dünya Fuarı simgesi olarak bilinen 103 metre yüksekliğindeki Atomium ise birbirine tüplerle bağlı çelik kürelerden oluşan ve bir birim hücrenin modelini temsil eden bir yapı. Atomium, modern Brüksel’in simgelerdinden biri olarak sayılıyor. Yemyeşil bir parkta olması da bu yapıyı görmek için ayrı bir neden oluşturuyor. Üstelik bu çekirdeğin toplarına çıkıp Brüksel’i yukarıdan seyretmek de mümkün.

Bunların yanında Belçika’nın tam olarak dünyanın çizgi roman merkezi olduğunu vurgulamak gerek. Hatta ünlü çizgi roman karakteri Tenten de Brüksel’de doğmuş. Bunu şehrin farklı noktalarında bulunan binaların üzerine çizilmiş kocaman çizgi roman kahramanlarından da anlayabilirsiniz. 1988’de UNESCO tarafından Dünya Miras Listesi’ne alınan Brüksel’in Büyük Meydan (Grand Place)’ı, üzerinde barındırdığı gotik belediye binası ve katedraller, ve Laken Kalesi ile adeta şehrin atan kalbi. Meydanın etrafı birçok kafe, lokanta ve çiçek pazarı ile çevrili olduğundan, Brüksel’in tarihini içine çekerek karnını doyurmak isteyen turist kalabalıklarına rastlayabilirsiniz.

Şehir içerisinde trafiğin yoğun olmasından dolayı en kolay ulaşım yolları tramvay veya metro. Ancak tamamı ile sağlıklı ve doğayı kirletmeyen bir araç olan bisikletleri de şehrin farklı noktalarından kiralamak ve kendi istediğiniz şekilde Brüksel’i keşfetmek mümkün. Her şekilde çoğu Avrupa başkentinden daha küçük bir şehir olan Brüksel’i yürüyerek de görmek gayet zevkli. Yürüme hızınıza bağlı olarak tüm şehri 2-3 günde görebilir, önemsediğiniz noktalarda istediğiniz kadar vakit geçirebilirsiniz.

Brüksel’e kadar gidip de ünlü “işeyen çocuk” heykelini görmeden ayrılmak olmaz. “Little Man Pee in Marols” anlamına gelen Manneken Pis isimli heykeli günün her saati Grand Place’in yakınlarındaki köşesinde görmek mümkün. Brüksel’i ziyaret eden tüm turistlerin heyecanla arayıp görmeyi bekledikleri bronz heykel aslında ziyaretçilerini biraz hayal kırıklığına uğratıyor desek yalan olmaz. Bunun nedeni hakkında birçok farklı hikaye anlatılan heykelin sadece 61cm yüksekliğinde olması! Bana sorarsanız etraftaki birbirinden güzel çukulata dükkanlarında müşterilerin ilgisini çekmek için tamamı ile çukulatadan hazırlanan heykelin benzerleri gerçeğinden daha ilginç olmakla birlikte bir o kadar da lezzetli görünüyor!

Manneken Pis heykeli 1619 yılında Jerome Duquesnoy tarafından tasarlanmış. Heykelin en ilginç özelliklerinden biri bugüne kadar tam 5 kez çalınmış olması! Şu an Brüksel’de turistlerin ziyaret akınına uğrayan İşeyen Çocuk Heykeli ile ilgili birçok hikaye söyleniyor. Bunlardan birkaçı zamanında savaş döneminde bir bomba fitili üzerine işeyip bombayı söndürmesi ve çıkan yangını işeyip söndürmesidir. En bilinen hikaye ise zamanında çocuğunu kaybeden varlıklı bir adamın kaybolan çocuğunu 2 gün sonra şu an heykelin bulunduğu konumda işerken bulunca bu mutlu anı hatırlamak için işeyen çocuk heykelini yaptırmasıdır. Tabii bu hikayelerden hangisinin gerçek olduğu halen belirsizliğini koruyor.

Heykelin bu kadar popüler olmasının bir diğer nedeni ise yılın farklı zamanlarında heykele giydirilen türlü kıyafetler. Özellikle yılbaşında yolunuz Brüksel’e düşerse, işeyen çocuğu Noel Baba kıyafetleriyle görebileceğiniz söyleniyor. Bir de 15 Eylül Dünya Prostat Günü’nde hastalığa dikkat çekmek için işeyen çocuktan normalden çok daha az su akıyor. Brüksel’den ayrılırken yanınızda heykelden bir anı götürmek isterseniz heykeli aynen yansıtan küçük biblolardan veya çukulatadan yapılmış olanlarından alabilirsiniz. Her ne kadar da küçük boyutundan dolayı önceden beklenilen ihtişamı sunmasa da, İşeyen Çocuk Heykeli dünyaca bilinen ve Brüksel turizimine katkısı büyük bir ziyaret noktası olarak tanımlanıyor.

Bir Kıbrıslı için olmazsa olmaz olan yeme içme kültüründen de bahsdecek olursak... Brüksel’de her bütçeye hitap eden geleneksel yemekler sunan pek çok restoran bulunuyor. Genelde Belçika mutfağı geleneksel Fransız mutfağına benzediğinden burda Fransa’da arayabileceğiniz tüm yemekleri bulmak mümkün. Aradaki tek fark Belçikalıların, Fransızlara göre yemek sunumuna biraz daha az önem vermesi. Belçika yemekleri ile birlikte Brüksel’de Çin, Yunan, Fas, Fransız, Vietnam, Japon ve Türk yemekleri sunan restoranlara da rastlayabilir, değişik kültürlerin yemeklerini tadabilirsiniz.

Belçika’nın en önemli yiyeceği patates. Belçikalılar’ın övünmekle bitiremedikleri patates kızartmalarından denemenizi tavsiye ederim. Bu patateslerin en önemli özellikleri; çok büyük doğranmaları; bir kısık ateşte önceden, bir de sipariş verdiğiniz anda yani toplam iki kere kızartılmaları ve mayonez başta olmak üzere sizin seçebileceğiniz özel soslarla birlikte sunulması. Daha sağlıklı olanları tercih ediyorsanız, gideceğiniz her restoranda patatesin farklı pişirilmiş versiyonlarını bulmak mümkün. Patatese çok fazla düşkün olan Belçikalılar, patatesin 200′den fazla değişik yemeğini yapıyorlar. Belçika’da deniz ürünleri denildiğinde akla ilk olarak beyaz şarap ve çeşitli soslar ile tatlandırılmış midyeler geliyor. Her sabah kıyı bölgelerden Brüksel’e dumanı üstünde ulaştırılan midyeler de, turistlerin gözde tatlarından biri.

Yemekten sonra tatlı yemek isteyenler için Brüksel adeta bir cennet sayılıyor. Şehrin nerdeyse her noktasında bulabileceğiniz çeşitli waffle, krep, donut, kremalı çikolata, ve çeşit çeşit turtaları denemeden Belçika’yı tatmış sayılmazsınız. Özellikle wafflecılara her köşe başında rastlayabilirsiniz. Bildiğimiz meyveli waffleların yanı sıra sadece çikolata soslu olan wafflelar da mevcut. Brüksel’de en çok satan ise sadece çikolatalı olanlar. Bir de tatlılar ve çikolatalar ile aranız iyi ise tadını asla unutamayacağınız ve çeşit çeşit şekillilerini evinize götürmek isteyeceğiniz, her köşede karşınıza çıkan tatlı dükkanlarının vitrinlerini süsleyen çikolatalara karşı koymanız imkansız.

Ülkede kahve, çay ve gerçek çukulatadan eritilmiş sıcak çikolata en yaygın içeceklerden. Pek çok iyi restoranın çok iyi koşullarda saklanan şarapları mevcut, daha küçük pastane ya da kafelerde ise ev yapımı şarapların tadına bakabilirsiniz. Barlarda en çok tüketilen içki olan biranın yüzlerce farklı çeşidini sunan bira dükkanları ise bira sevenler için kaçınılmaz bir durak. Üstelik 500’den fazla bira çeşidi barıdıran ve bira yapımı ile ünlü olan Belçika’da bir de bira müzesi bulunuyor.

İnsana olan saygısı ve temizliği ile birçok açıdan örnek bir yer olan Brüksel, tarihi, mimarisi ve çikolatasıyla gezmekten ve görmekten gayet keyif alacağınız bir Avrupa kenti. Kültürden yemeğe, eğlenceden alışverişe, gideceğiniz tatilden aradığınız her neyse, Brüksel’de bulmak mümkün. Şehrin büyük meydanlarında yemek yiyebilir, alışveriş yapabilir, mimari kültürü ve zenginliklerinde kendinizi kaybebilir ve eğlenebilirsiniz.


Çise Ünlüer (29 Temmuz & 5 Ağustos 2012)
ciseunluer@gmail.com



















16/07/2012

Moda, sanat, ve kültürün başkenti: Milano




Milano, veya bir diğer adı ile Milan, kuzey İtalya'da bulunan Lombardiya bölgesinde yer alıyor. Yaklaşık 1.5 milyon kişinin yaşadığı, ve dünyanın en önemli finans ve ticaret merkezlerinden olan Milan, Roma’dan sonra İtalya’nın ikinci büyük şehri. Genelde gelişmiş ve zengin bir görünüm sunan Milan’ın en önemli gelir kaynağı otomotiv ve moda sektörleri. Şehirde en çok insan çalıştıran alanlar ise tekstil, araba üretimi, makine ve demir yolu araçları üretimi, kağıt endüstrisi ve kimya sanayii.

Milan sadece İtalya’nın değil tüm dünyanın en önemli moda merkezlerinden biri sayılıyor. İnsan şehirde dolaşırken kendini lüks mağazalar arasında kaybediyor. Ama tüm gelişmişliğine rağmen İtalya’nın ve özellikle İtalyanlar’ın ülkemize ve kendi kültürümüze ne kadar çok benzediğini farketmek çok da zaman almıyor. Alsında İtalya'daki genel inanışa göre, daha dorusu Milanlıların inanışlarına göre, kuzey İtalya’da yaşayan insanlar daha Avrupalı, güneydekiler ise genelde köylü. Bu yüzden çoğu kuzeyli İtalya'nın gerçek başkenti olarak Milan'ı kabul eder. Bir Kıbrıslı için İtalya’da gidilen her yerde bağıra bağıra konuşan, adeta kavga edercesine iletişim kuran İtalyanlar ile bağ kurmak gerçekten basit.

Şehir içinde metro kullanımı oldukça yaygın. Metro ve otobüslerde geçen 24 saatlik biletlerle bütün şehri rahatlıkla gezmek mümkün. Şehirdeki tarih gayet güzel korunmuş ve modern hayatla renkli bir sentez oluşturacak şekilde sunulmuş. Bunun en güzel örneklerinden biri muhteşem bir manzara oluşturan Gotik tarzdaki Duomo Katedrali. Dünyanın en büyük üç katedralinden birisi olan Duomo’nun inşaatı 14. yüzyılda başlamış ve ancak 1800’lerin başında tamamlanmış. Hatta Napolyon burada İtalya kralı olarak taç giymiş. Girişi ücretsiz olan katedralde saatlerce dolaşmak mümkün. İçerideki eserlere dalarak zamanın nasıl geçtiğini unutuyorsunuz. Katedralin çatısına asansörle çıkmak ücretli ama buradan görebileceğiniz manzara gerçekten bir harika!

Şehrin kalbinin attığı büyük Duomo meydanı nerdeyse günün her saati oldukça hareketli. Katedral çıkışı yan tarafta bulunan dünyanın en eski alışveriş merkezlerinden biri olan Vittorio Emanuele II, bir diğer adıyla Galleria pasajında yok yok! Aklınıza gelebilecek ve daha önce hiç duymadığınız tüm ünlü mağazalara ek olarak birbirinden güzel kafeler, restoranlar ve kitapevleri ile dolu. Galleria’nın bir başka tarafında dünyanın en büyük tiyatro binalarından ünlü opera binası La Scala’nın da bulunduğu meydana çıkılabiliyor.

Kültürel bir merkez olmasının yanında Milan, İtalyan basınının da merkezini oluşturuyor. Şehirdeki modern kent planı Piazza Cavour, Via Turati, Piazza della Repubblica ve çevresinde yeni iş merkezleri kurulan Pirelli Gökdeleni'nin bulunduğu Piazza Duca d'Aosta gibi caddeler de açıkça görülüyor.

Milan’da gezilebilecek o kadar çok ilginç yapılar var ki saymakla bitmez. Şehrin prestijli kültürel merkezleri, dünyaca tanınan üniversiteleri, opera binaları, meşhur sanat galerileri ve kütüphaneleri... hepsi görmeye değer! Ama İtalya’ya gelip de yemekleri denemeden de dönülmez. Yurtdışında denediğiniz tüm pizza veya makarnaları unutun çünkü gerçek bir İtalyan yemeğini ancak İtalya’da tatmak mümkün. Etrafta telaşla koşuşturan ve yüksek sesle birbirine seslenen İtalyan garsonların arasında ne  yeyeceğinize tam karar veriyorsunuz ki başka masalara götürülen tüm yiyecekler ilginizi çekiyor. Hele bir de tatlılar var ki, sözlerle anlatılmaz! Anlayacağınız İtalya’ya gidip de kilo almadan dönmek imkansız, insan herşeyi denemek istiyor.

Milan’a ulaşmak için kullanabileceğiniz üç ayrı havaalanı bulunuyor. Milan’ın 45km uzağında bulunan Malpensa Havaalanı, İtalya’nın ikinci büyük havaalanıdır. Ülke içi ve kısa mesafeli uluslararası uçak servisleri için kullanılan Linate Havaalanı ise farklı otobüs servisleri ile Milan şehir merkezine bağlanır. Son olarak Bergamo şehri yakınlarında yer alan Orio al Serio Havaalanı daha hesaplı hava yolları seferleri için Milan’a yolcu ulaştırır. Bu havaalanından da Milan merkezi otobüs veya tren duraklarına kolaylıkla ulaşmak mümkün.

Milano'yu keşfetmek için şehri dolaşmaya başladığınızda ilginizi çekecek ilk şey yolların temizliği ve caddelerin düzeni olacak. 1964 yılından beri hizmet veren yeraltı metrosu bugün ayrı üç hat şeklinde çalışıyor: kuzeydoğu-batı yönünde işleyen kırmızı hat, kuzeydoğu-güneydoğu yönünde işleyen yeşil hat, ve kuzey-güney yönünde işleyen sarı hat. Hızlı transit sağlayan bu sistem 80km uzunluğunda.

Gayet uygun fiyatlara ulaşabileceğiniz dünya modasının kalbi ve dünya kültürünü besleyen en önemli şehirlerden olan Milan’ı ziyaret etmenizi tavsiye ederim. Ancak dünyanın en önemli moda evleri ve en ünlü moda markalarını barındıran şehirde, kendinizi tüketicinin gözünü boyaycak şekilde düzenlenmiş görkemli alışveriş merkezlerinde kaybetmemeye dikkat edin.


Çise Ünlüer (22 Temmuz 2012)
ciseunluer@gmail.com














13/07/2012

Sürdürülebilir Gelişme



Geçtiğimiz ay İngiltere’deki Hull Üniversitesi’nde ISDRS (The International Sustainable Development Research Society) tarafından gerçekleştirilen Sürdürülebilir Gelişme Araştırma Konfernası’na katıldım. Üç gün süren konferansta sürdürülebilir üretim ve tüketimden çevre dostu şehirlerin kuruluşunda yer alacak adımlara kadar geniş bir alana yayılmış konular tartışıldı, çözümler üretildi. Gelin bu alanda geiliştirilen ve hayatımızı kolaylaştıracak olan teknolojilere yakından bakalım.

Yeşil tasarım ve mimari başlığı altında toplanan oturumdaki konuşmacılardan biri bayanların kullandığı “epilady” diye adlandırılan, vücuttaki tüyleri temizleyen aleterlin daha çevre dostu modellerinin üretimi üzerine yaptığı araştırmaların sonuçlarını sundu. Avusturya’nın Graz şehrinde gerçekleşen araştırmada bir epilady’nin yüzden fazla parçasının her biri ele alınarak tüm parçalar ayrı ayrı incelendi. Araştırma sonrasında kullandıkları doğaya duyarlı malzemeler ve verimli enerji tüketimleri sayesinde doğaya daha az zarar veren ürünler ortaya çıkıyor.

Daha sonra Singapur’dan gelen bir doktora öğrencisi iklim değişikliğine dayanıklı yüksek performans bina tasarımı üzerine yaptığı araştırmalardan bahsetti. Singapur’un yıl boyunca değişmeyen sıcak iklimine uygun olacak şekilde gün ışığından mümkün olacak en fazla miktarda yararlanan ama aynı zamanda dışardaki yüksek ısıdan etkilenmeyen bina tasarımları konuşmanın esasını oluşturdu. Rüzgarın ve güneşin yönüne göre ayarlanan bina oryantasyonu, bina yüzeyi ve tavan açısını değiştirerek binaların kendi gölgelerinden yararlanmaları sağlanıyor. Bu şekilde içerideki sıcaklık düşürülerek soğutma için daha az enerji harcanıyor. Bunlara ek olarak bina ve etrafına yerleştirilen “yeşil tabaka” sayesinde bina yüzeyine gün boyu vuran güneş  yüzünden artan bina sıcaklığı azımsanamayacak miktarlarda azalıyor. Singapur gibi bütün yıl sürmese de ülkemizde de yılın büyük bir kısmında günlük hayatı yakından etkileyen yüksek sıcaklıklara getirilecek bu gibi çözümlerin hayatı rahatlatacağı ve verimi arttıracağı kesin.

Amerika’daki Drexel Üniversitesi’nden gelen bir başka konuşmacı, gezegen, insanlık, refah, ve performans başlıkları altında incelediği sürdürülebilir gelişimi, gelişmekte olan ülkelerin de yararlanabileceği bir “yeşil beton” türünü anlatmak için kullanıyor. Esas olarak Hindistan’ın Mumbai şehrinde fakir halka uygun fiyatlara sunulabilecek bir ürün olan bu beton, şu an çok kötü hayat şartlarında yaşayan insanların yararlanabileceği doğa dostu bir ürün. Bu betonun detaylarını sunan araştırmacı, Mumbai’deki zengin ve fakir halkın yaşadığı hayat şartları arasındaki uçurum farkları göz önüne koyuyor. Hayal bile edemeyeceğimiz kadar kötü şartlarda, başka hiçbir gidecek yerleri olmadığı için “yaşamak” durumunda kalan insanların hayatlarını bu beton çeşidi ile nasıl değiştirmeye çalışıldığına da değiniyor. Tabii bu yolda Hindistan’da karşısına çıkan sorunlar göz ardı edilecek gibi değil: insanlar arasında sosyal sınıf ve din ayırımı, gecekondu sakinlerinin olaylara bakış açıları, rüşvet ve benzeri yozlaşmaları destekleyen bürokrasiler, ve siyasi dengesizlikler. “Bütün bu engelleri aşarak ihtiyacı olan halka yeni bir ürünü ulaştırmak ne kadar mümkün?” sorusunun cevabı halen devam eden araştırmalarda aranıyor. 

Son olarak Amerika’daki Massachusetts Institute of Technolgy (MIT)’de geliştirilen bir üründen bahsetmek istiyorum. Bisiklet sürenlerin veya sürmek isteyip de kendilerinde o enerjiyi bulamayanların yüzünü güldürecek bu teknolojinin adı GreenWheel. Herhangi bir pedallı bisikletin eski tekerleğini çıkarıp yerine GreenWheel tekerleklerinden birini takarak elektrik üretmek mümkün. Bu tekerlekler içerisinde bulunan elektrik jeneratörü, piller ve elektrik motoru sayesinde herhangi normal bir bisiklet elektrikli bisiklet halini alıyor. 

İster tek bir ister her iki tekerleğe uygulanabilen bu sistem gayet basit ama bir o kadar da akıllı bir mekanizma ile çalışıyor. Tekerlek döndükçe şarj olan sistem sadece pedalın çevrilmediği anlarda yani yokuş aşağı inişlerde devreye giriyor. Yokuş aşağı inerken oluşan kinetik enerjiyi elektrik enerjisi olarak depoluyor ve pedal çevirme ihtiyacı duyulduğunda motor devreye girerek pedalları hafifletiyor veya gücü yettiği kadar bisikleti kendi gücüyle ilerletiyor. Tamamen enerjinin geri dönüşümü mantığıyla çalışan sistem son derece kullanışlı ve dayanıklı. Yapılan testlerde normalde 25 mil pedal çevirerek bisiklet  kullanabilen bir kişinin, bu sistem sayesinde 50 mil yol alabildiği görüldü. Bu bisikletlerin pilleri günde 20 mil kullanıldığı zaman sekiz sene değişmeden kullanılabiliyor. 

Anlyacağınız bundan sonra sırf üşendikleri için ya da kendilerinde bisiklet pedallerini çevirecek enerjiyi bulamadıkları için bisiklet yerine araba kullanmakta ısrar edenlerin mazereti kalmayacak!



Çise Ünlüer (15 Temmuz 2012)
ciseunluer@gmail.com

08/07/2012

Dikkat Yemeğinizde Zehir Var!



Bir inek normal şartlar altında ne zaman süt üretir hiç düşündünüz mü? Yavruladığı zaman, değil mi? İneklerin bu özelliği süt üreticileri tarafından o kadar bir kontrol altına alınmış ki, yavru veren bir inek yavrusu dünyaya geldikten birkaç gün sonra ondan ayrılıyor. Anne ve yavru inek günlerce bu ayrılığa ağlıyor. Bu üzüntünün tek nedeni olan gözü dönmüş insanoğlu bu sürede anne inekten mümkün olan tüm sütü kendi kazancı için çıkarıyor!

Yukarda anlatılan olayı komik veya saçma bulmuş olabilirsiniz. Ancak bir annenin sütünü almak için onu çocuğundan ayırmak tamamı ile dehşet verici bir olay. Biraz durup düşünmekte yarar var: Besleneceğiz diye bu kadar da acımasız olmamıza gerek var mı?

İnsanın kanını donduran bir başka örnek etleri pembe olsun diye buzağılara yapılan eziyet. Kesilip insanlara sunulduğu zaman pembe renkte olan etlerin Avrupa’daki değeri 100 Euro’ya kadar çıktığından önemli görünen bu özelliğin oluşması için hayvanlara  demir içeren gıdalar verilmiyor. Çünkü demir tüketen buzağıların eti bembe değil de kırmızı oluyor! Sırf bu yüzden, demir eksikliğini gidermek için ahırlarda duran paslı metal parçalarını yalayan hayvanların durumu içler acısı.

Gerekli demirden mahsun bırakılırken tehlikeli miktarlarda hormonla beslenen bu hayvanlar bu doğal olmayan gelişimleri sonunda sofralarımıza ulaşıyor. Sonuç? Türlü türlü ciddi sağlık sorunlarıyla uğraşan insanlar.

Sırf iyi verim ve daha fazla kazanç yapacağız diye ne hayvanlara ne de insanlara bunu yapmaya hakkımız yok! Amerika gibi insan hayatına olan etkilerini düşünmeden gözü kapalı bir şekilde üretim ve verimi arttırmaya çalışan ülkeler aynı zamanda insanları zehirlediğini bile bile kazançlarından vazgeçmemek için buna devam ediyor. Ne yazık ki durum bizde veya Türkiye’de de çok farklı değil.

Canımız sıkılsa da gerçekleri öğrenmemiz gerekiyor. Et ve sütteki durumdan bahsettik, gelin bir de yumurtaya bakalım. Halkımız tarafından da düzenli bir şekilde tüketilen yumurta aslında düşündügümüz kadar masum değil. Tavukların verimi artması için, yani günde birkaç kere yumurtlayabilmesi için alması gereken büyüme hormonları var. Oysa bu kadar çok ve sık yumurtlamak tavukarın doğasında yok ki! Büyüme çağında yedikleri et, süt, ve yumurtadan vücutlarına giren hormonlar yüzünden kız çocukları önceki nesillere göre çok daha erken adet görüyor, erkek çocuklarının göğüsleri normalin üzerinde bir hal alıyor!

Hormonların dışında ülkemizde de fazla miktarlarda kullanılan tarım ilaçlarını da unutmamak gerek. Vücuttaki yabancı madde oranı arttıkça büyüyen kanser tehlikesi hepimizin korktuğu bir durum. Madem ki küçük yaştan itibaren görülen kanser hastalıklarını büyük ölçüde tetiklediğini biliyoruz, neden halen bu gıdaları tüketiyoruz?

Bu sorunun cevabı ülkeden ülkeye değişir. Bizim durumumuz dünyanın geri kalanına göre biraz farklı. Hormonlu ve tarım ilaçlı gıdarlı tüketiyoruz çünkü çok da farklı seçenek yok. Gelişmiş ülkelerdeki gibi organik gıda zincirleri ve bu konuda duyarlı olan üreticiler yok. Zaten olsa da çeşitli maddi sıkıntılar yaşayan halkımızda organik olmayan gıdadan en az iki katı daha pahalı olan organik gıdayı karşılayabilecek ekonomik güç de yok. Bir de ne yazık ki rahatın ve lezzetin peşinde olan insanımızda bu mentaliteyi aramak ne kadar gerçekçi bir yaklaşım? Yarın herkesin mangal yapmaktan vazgeçtiği, kırmızı et tüketimini en aza indirdiği ve bunun yerine daha sağlıklı balık ve yağsız beyaz eti tercih ederek sebze ağırlıklı bir beslenmeyi benimseyen bir Kıbrıs düşünebiliyor musunuz? Ben bunu hayal etmekte bile zorlanıyorum.

Kendi adıma çok tercih etmediğim kırmızı eti tamami ile bilimsel bir açıklama ile gözünüzden düşürmeye çalışama çabamda ne kadar başarılı olurum bilmem ama denemekte yarar var. Harvard Üniversitesi’nde 30 yıldan fazla süren ve 120 bin insan üzerinde yapılan bir araştırmaya göre düzenli bir şeklide kırmızı et tüketmek hem kansere hem de genç yaşta kalp krizlerine neden olabiliyor. Araştırma altında 30 yıl boyunca gözlenen yaklaşık 38000 erkek ve 84000 kadından alınan bilgiler doğrultusunda varılan sonuçlar, her gün işlenmemiş et tüketenlerin ölüm riskinin yüzde onüç (13%) daha fazla olduğunu gösterdi. Her gün, salam, sosis gibi işlenmiş et tüketenlerde ise risk yüzde yirmi (20%)’den de fazla.

Aynı araştırma, kırmızı etin tersine beyaz etin ölüm riskini düşürebildiğini de kanıtladı. Buna göre düzenli olarak balık tüketenlerin ölüm riskinin yüzde yedi (7%), kümes hayvanları tüketenlerin yüzde ondört (14%), fındık yiyenlerin ise yüzde ondokuz (19%) oranında düştüğü görüldü. Tabii bu etlerin mümkün olan en doğal ortamlarda yetişen hayvanlardan gelmesi önemli bir faktör.

Vurgulamaya çalıştığım nokta şu: Doymuş yağ oranı yüksek olan ve içerisinde kanserojen sodyum, nitrit ve benzeri birçok kalıntı içeren kırmızı ve işlenmiş et tüketimimizi azaltarak çok daha sağlıklı bir hayata kapılarımızı açabiliriz. Günün sonunda insan bir kere yaşar, bunu da hastalıktan uzak ve sağlıklı bir şekilde yaşamak gerek değil mi?


Çise Ünlüer (8 Temmuz 2012)

ciseunluer@gmail.com