Arayın, Yeşil Hayatı Tarayın...

30/12/2011

2012’ye Girerken




Geçtiğimiz hafta yeşil bir yıl için ne gibi girişimlerde bulunabileceğimize kısaca değinmiş, basit adımlarla ne kadar büyük değişiklikler yapabileceğimizden bahsetmiştik. Bu hafta sizlere birkaç farklı girişimden daha bahsetmek istiyorum.

Her beş tuvaletten birinin akıttığını biliyor musunuz? Çoğu zaman sessiz bir şekilde gerçekleştiğinden tuvaletinizin akıttığının farkında olmayabilirsiniz. Akıtan bir tuvalet günde 120 ile 2000 litre arası su kaybına neden olabileceğinden basit bir yöntemle bu sorunun farkına varmak önemli. Tuvaletinizin akıtıp akıtmadığını anlamak için arkasındaki su deposuna normalde yiyecekleri renklendirmek için kullanılan sıvılardan birkaç damla bırakabilirsiniz. Eğer bu boya 15-20 dakika sonra tuvaletin içerisindeki suda da kendini belli ediyorsa, bu tuvaletiniz akıtıyor demektir! Genelde eski borulardan veya iyi takılmamış bir vanadan kaynaklanan bu sorun, evdeki basit tamirat işlerinden anlayan herkesin çözebileceği kadar basit.

Geri dönüştürülmüş tuvalet kağıdının varlığından haberdar mısınız? Markette ilk gördüğümde biraz önyargı ile yaklaşmış olsam da, hakkında kısa bir araştırma yapar yapmaz ne kadar mantıklı bir girişim olacağının farkına vardım. Siz de benim gibi sayılardan hoşlanıyorsanız, bunu anlamınıza güzel bir örnek: Sadece Amerika’da tüm insanlar normal tuvalet kağıdı yerine genelde aynı fiyata satılan geri dönüştürülmüş kağıttan yapılan tuvalet kağıtlarından alsa, bu, tonlarca klor kirliliğini engellemekle kalmaz, 356 milyon galon (1.35 milyar litre) temiz suyun kullanımı önlenir ve yaklaşık 1 miyon ağacın kesilmesine engel olur!

Mutfakta kullandığımız kağıt bezler ve yanımızda taşıdığımız kağıt mendiller de dünyanın en masum ürünleri değil ne yazık ki. Her ne kadar da gerekli olduklarını düşünseniz bile, kağıt mendiller birçok ağacın kesilmesine, suyun kirlenmesine ve atık çıkmasına neden oluyor. Bir sonraki market ziyaretinizde toz ve diğer pislikleri nerdeyse mıknatıs gibi toplayan mikrofiber bezlere yönelmenizi tavsiye ederim. Bu bezleri kirlendikleri zaman bile rahatlıkla yıkayıp aynı verimlilikle tekrar tekrar kullanabilirsiniz. Eğer sadece kağıt bezler kullanmanız gereken bir durum varsa bile, geri dönüştürülmüş olanlarını tercih etmek daha doğru olacaktır.

Evdeki bulaşık makinelerinizi bulaşıkları önceden yıkamadan yerleştirerek tamamı ile dolu çalıştırmak aynı miktarda bulaşığı elde yıkamaya kıyaslandığı zaman üçte bir daha az su kullanımına neden oluyor. Bu, günde 40 ile 80 litre arası su tasarrufu anlamına geldiğinden mümkün oldukça tercih edilmesi gereken bir durum.

Evde kullanılan elektrikli aletler arasında en fazla enerjiye ihtiyaç duyanı, bakmaya korktuğunuz enerji faturanızdaki miktarın yaklaşık yüzde onbeş (15%)’inden sorumlu olan buzluklar! Ne yapmalı diye düşünmeden elinizi buzluğunuzun termostatına götürün ve soğukluğu mümkün olan en kısık dereceye kadar çekin. Bu noktada yiyeceklerin erken bozulmamasını sağlayan ama aynı zamanda gereğinden fazla soğutmayan en uygun sıcaklığı bulmak gerekiyor. En başlarda 3 ile 6 derece arasında bir sıcaklığı deneyebilirsiniz. Buna ek olarak, buzluğunuzun arkasındaki tozlandığı zaman daha az verimli çalışan bobinleri her yıl temizlemek de enerji verimliliği açısından yararlı olacaktır.

Elektrik santralleri ülkemizde küresel ısınmaya neden olan en büyük endüstriyel kirlilik kaynakları. Kış ayalarında soğuyan havalarda ısınmak için hemen sobalara veya merkezi ısıtmaya yönelmeden dolaplarınızda sakladığınız battaniyelerinizin ne kadar sıcak ve aynı zamanda keyifli bir ortam yaratabileceğini hatırlayın. Eğer bu sizi henüz ikna etmeye yetmemişse, geçenlerde okuduğum bir çalışmadan bahsetmek istiyorum. Yapılan bir araştırmaya göre, kış aylarında merkezi ısıtma ve benzeri yollarla bulundukları ortamları ısıtan insanlar, vücutları ısınmak için enerji yakmadığından, daha soğuk ortamlarda kalan insanlara göre daha fazla kilo alıyor.

Bu haftaki yeşil tavisyeleri sonlandırmadan, çok çabuk ama bir o kadar da önemli bir adımdan daha bahsetmek istiyorum. Kuru temizleyicilerin çoğu ‘Perc’ veya ‘TCE’ olarak da bilinen ‘perchloroethylene’ adında kansere neden olan bir kimyasal kullanıyorlar. Bu kimyasalın kalıntıları, kuru temizlemeciden aldığınız elbiselerinizde kalıyor, daha sonra araba ve evinize kadar getirdiğiniz elbiselerden soluduğunuz havaya kadar geçiyor. Eğer kuru temizlemeden vazgeçemeyecek bir pozisyonda iseniz (ki bunu tekrar tekrar düşünmek gerekiyor!), temizlemeden sonra aldığız kıyafetleri eve sokmadan poşetlerinden çıkarın ve bir müddet dışarıda, açık havada bırakın. Ama her şekilde kuru temizleme gerektirmeyen kıyafet seçimleri yapmaya çalışmak sağlınız açısından en doğru karar olacaktır.


Çise Ünlüer (1 Ocak 2012)
ciseunluer@gmail.com

23/12/2011

Daha Yeşil Bir Yıl İçin



Yeni yıla girerken hepimizin daha güzel, daha verimli, daha başarılı bir yıl geçirme amaçlı yaptığı planar doğrultusunda aldığı kararlar var. Bu seneki yeni yıl kararınız neden daha yeşil bir sene olmasın? 2012 yılının ve sonrasının doğa ile daha barışık olması için atabileceğimiz birkaç basit adım, inanın kilo vermek, sigarayı bırakmak gibi çoğu zaman devamı gelmeyen hedeflerden çok daha basit, kalıcı, ve etkili!

Atılacak adımlardan biri çıkardığımız çöpü azaltmak! Belediye görevlilerinin toplaması için dışarıya bıraktığımız her çöp bidonu kadar çöpü meydana getirmek için 70 tane çöp bidonunu dolduracak atık kullanılıyor. Çıkardığımız çöp miktarını azaltmak için paketlemesi mümkün oldukça az olan ürünleri, veya paketlemeli ürünlerin de geri dönüşümü ya da tekrardan kullanımı olanları tercih edebiliriz. Henüz ülkemizde tam anlamına oturmuş bir servis olmasa da, sadece bir alüminyum kutunun geri dönüşümü sayesinde tasarruf edilen enerji miktarı bir televizyonu 3 saat çalıştıracak kadar fazla!

Daha yeşil bir yaşam yolunda atılacak bir diğer önemli adım plastik poşetlerden kurtulmak! Bu ürünlerin sağladıkları yarardan çok neden oldukları zararı anlamamıza yardımcı olacak bir örnek: Geçtiğimiz sene Amerika’da kullanılan 88.5 milyar plastik poşeti üretmek için 12 milyon varil petrol kullanılmış! Ve sanmayın ki kağıt veya kartondan yapılan poşetler iyi bir alternatif çünkü onları üretmek plastik olanlarını üretmekten 4 katı daha fazla enerjiye neden oluyor. Market veya mağazalardan yaptığımız tüm alışverişlerde yanımızda tekrar tekrar kullanabileceğimiz bez torbalarımızı ya da kumaş çantamızı götürmek en doğru yaklaşım olacaktır.

Her ne kadar karşı olsak da, nerdeyse hepimiz belli durumlarda pet şişelerde satılan sulardan almak durumunda kalıyoruz. Peki tek 1 litre su şişesini üretmek için tam 26 şişe su kullanıldığını ve bu işlemin 25 litre yeraltı suyunu kirlettiğini biliyor musunuz? Üstelik bu sadece 1 şişeyi üretmek için! Özellikle adamızın kuru ikliminden dolayı suyun değerini daha da iyi bilmemiz gereken bu zamanda bu kadar büyük bir su sarfiyatına neden olan plastik şişelere karşı tepkimizi koymamız gerekiyor. Dikkat ederseniz plastik şişelerin kullanım sonrası doğaya bırakıldıkları zaman yarattıkları kirlilikten bahsetmiyorum bile. Plastik yerine cam, çelik ve zamanla bozulmayan alüminyum şişeleri tercih edebiliriz. Bulunduğumuz ortamda plastikten başka bir alternatifimiz yoksa yapıldığı plastik türünü gösteren altındaki sayılara göre 3, 6, ve 7 numaralı olanlardan neden oldukları sağlık sorunlarını unutmayarak uzak durmalıyız!

Zaman zaman gittiğimiz mağazalardan ürün kataloglarını toplamak, beğendiğimiz dergilere üye olarak her ay eve gelmelerini sağlamak çoğumuzun zararını farketmeden yaptığı bir hareket. Düşündüğümüzden fazla kağıt kullanımı gerektiren ve çoğu zaman bir kere bile bakmadan çöpe attığımız bu katalog ve dergiler milyonlarca ağacın kesimine ve binlerce galon suyun kirlenmesine neden oluyor.

Temizlik amaçlı kullandığımız deterjanların tümü doğaya zarar vermekle kalmıyor, sağlığımızı da olumsuz etkiliyor. Bugün Türkiye dahil olmak üzere birçok ülkede marketlerde rahatlıkla bulabileceğimiz bitki bazlı biyoçözünür doğal temizlik ürünleri en az kimyasal olanları kadar iyi temizliyor ve aynı zamanda sağlığımıza zarar vermiyor.

Evinizde kullandığınız sıcak sudan vazgeçebilir misiniz? Peki en azından çamaşır yıkarken soğuk su kullanabilir misiniz? İşte fikrinizi değiştirecek bir gerçek: Tipik bir çamaşır makinesinin çalıştığı süre boyunca ihtiyaç duyduğu enerjinin sadece yüzde on (10%)’u motorunu çalıştırmak için kullanılıyor. Geriye kadar yüzde doksan (90%)’ının çok büyük bir bölümü çamaşırlarımızı yıkarken kullandığımız suyu ısıtmaya kullanılıyor! Bunu öğrendiğinizde en az benim kadar etkilenmişşeniz, hemen bir deneme yapın. Göreceksiniz ki çoğu çamaşırınız 30 derece gibi düşük sıcaklıklarda da gayet iyi ve yüksek derecelerde yıkandığından çok daha az zarar görerek temizlenecek.

Evde kullandığınız aletlerden en fazla enerjiye ihtiyaç duyanlardan biri çamaşır kurutucuları. Bu aletler genellikle içerilerine konulan kıyafetleri gerekenden fazla kurutmakla kalmıyor, aynı zamanda enerji sarfiyatına ve gereksiz harcamalara neden oluyor. Özellikle elektrik fiyatlarının dünya avarajının üzerinde olan ülkemizde yılın çoğu zamanı gayet avantajlı miktarlarda olan güneş gibi verimli bir doğal kaynak varken çamaşır kurutmak gibi basit bir işlemi elektrik kullanarak yapmaya çalışmak gerçekten anlamsız.

Önümüzdeki hafta yeni yılda atacağımız yeşil adımlara devam edeceğiz.


Çise Ünlüer (25 Aralık 2011)
ciseunluer@gmail.com

16/12/2011

Pet Şişeler Hakkında Bilmedikleriniz



Tüm dünyada tüketimi en çok artan gıdanın ne olduğunu biliyor musunuz? Ambalajlı su! Plastik, ne yazık ki camdan daha pratik ve düşük maliyetli olduğundan yaygın bir şekilde tercih ediliyor. Biraz da bu nedenden dolayı plastik şişelerle yaşamak durumunda olduğumuzu kabullenmemiz gerekiyor. Ancak bu, plastik maddelerin bize vereceği zararı göz ardı etmemiz gerektiği anlamına gelmiyor.

Herhangi bir zararı önlemek için atılacak önemli adımlardan biri ambalajın güvenliğini sağlamak için pet şişeleri kesinlikle bekletmeden kullanmak, ve özellikle direk güneş ışığı alan yerlerde tutulanardan uzak durmak. Çünkü geçen hafta bahsettiğimiz gibi BPA, sıcak sıvılarla temas ettiği zaman açığa çıkarak insan vücuduna giriyor ve kanser riskini artırıyor. Bunlara en iyi örnek büfelerde bekletilen veya plajlarda gün boyu satılan şişeler. Bu ortamlarda tüketilecek en güvenli su cam şişeler içinde gelenler.

Günlük hayatta yaygın olarak kullanılan plastik damacana suyu yerine çeşme suyunu tercih etmek isterseniz, bu seçimin de tüm tehlikelerini göz önününde bulundurmak gerekir. Çeşme suyundaki yüksek miktarlardaki klor, organik maddelerle reaksiyona girerek kanser yapıcı “trihalometan”ın oluşmasına neden oluyor. Türk Standartları’na göre, “trihalometan” oranı en çok 100, Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ)’ne göre 150, ABD Çevre Koruma Ajansı (EPA)’na göre 80, Avrupa Birliği (EC)’ne göre 100 olmalı. İstanbul, Ankara, ve İzmir gibi büyük şehirlerde trihalometan oranı genellikle 100’ün altında olduğundan bu açıdan güvenilir olduğu düşünülüyor. Ancak bu değerlerin sürekli kalitesi değişen ülkemizdeki sudaki oranlarının kaç olduğunu kontrol etmeden bu suyu bardağa dökmemek gerekiyor.

İçme suyundaki klorun insanlar üzerindeki zararını ortadan kaldırmak için şebekeden iki ayrı su verilmesi önerisi de bu konuya çözüm arayanlar tarafından tartışılan konulardan biri. İnsanın içme suyundan ilk beklentisi herhangi bir mikro-organizma içererek biyolojik hastalıklara neden olmaması. Şebekeden elde edilmiş dezenfekte su klor dioksit, klor ve ozon maddeleri içerir. Şebekelerde dolaşan suya temizlenmesi için karıştırılan klor mikropları öldürse de, mikroplar bu su musluğun ucuna gelinceye kadar suya tekrar bulaşır. Bu durumu göz önünde bulunduran yetkilier, tüm mikroplardan kurtulmak için gereğinden fazla kloru suya karıştırdığından evdeki musluklarımızdan akan su fazlasıyla klor içerir.

Ancak unutmamak gerekir ki klor kendi başına yeterince zehirli ve kanserojen! Evdeki klorlu sudan memnun kalmayan insanlar en pratik çözüm olarak görülen pet şişelerde satılan “doğal” ve “saf” suya yönelmeye başlıyor. Böylece, gittikçe kullanılan plastik miktarı artıyor ve tüm insanların doğuştan doğal hakkı olan su, adil bir dünyada avcumuza alıp rahat rahat içebileceğimiz su, plastik şişelere hapsedilerek yüksek fiyatlara bize yeniden sunuluyor!

Gelişmiş ülkelerdeki su erişimine çabucak bir bakacak olursak, Almanya, Avusturya, Hollanda, İngiltere ve Fransa gibi ülkelerde su arıtma tesislerinden evlere ulaşan su, çeşmelerden büyük bir güvenle içiliyor. Sağlık yetkilileri tarafından sürekli kontrol altında tutulan tesisler bu sayede uzun yıllardır sorunsuz bir şekilde hizmete devam ediyor. Bu alanda iyi bir örnek Avustralya’nın son 2 senedir pet şişe kullanmayan 2 bin nüfuslu Bundanook kasabası. Bu kasabada yaşayan insanların talebi doğrultusunda Bundanook dünyada pet şişe yasağı getiren ilk yerleşim birimi olarak biliniyor.

New York’da bulunan Doğal Kaynakları Koruma Konseyi (NRDC) her üç plastik şişe suyundan birinde sentetik organik kimyasallar ve bakteriler bulunduğunu belirterek insanların pet şişelerden daha güvenli ve ucuz içme suyuna erişimi olması gerektiği fikrini savunmuştu. NRDC’ye göre musluk suyunu arıtarak şişe suyundan çok daha ucuz ve güvenli su elde edilebilir. Amerika’da yetkililerin halkı suyu çeşmeden içmeye ikna etme çalışmaları doğrultusunda aralarında New York, Illinois ve Virginia eyaletlerinin bulunduğu 10 eyalette pet şişe suyu satışlarının azaltılması yönünde karar alındı.

Ülkemizde nerdeyse tüm yemek servisi yapan çalışma yerlerinde, yemeğin yanında istediğimiz su plastik şişede geliyor, plastik kokuyor! Üstelik bizim gibi yılın büyük bir kısmında sıcak havayla boğuşan ülkelerde tehlike çok daha büyük. Bulunduğumuz tüm ortamlarda mümkün oldukça cam şişelerin kullanılmını teşvik etmek hepimizin sağlığı için yararlı olacaktır.

Şimdiye kadar bahsettiğimiz tüm olumsuzluklarına ek olarak pet şişelerin üretiminde her yıl 17 milyon varil petrol kullanıldığını biliyor muydunuz? Yakından uzaktan çevreci olduğunuzu düşünmeseniz bile, kendinizin ve sevdiklerinizin sağlığını biraz düşünüyorsanız tüm plastiklerinizi çelik veya cam olanları ile değiştirin.


Çise Ünlüer (18 Aralık 2011)
ciseunluer@gmail.com

10/12/2011

BPA ve İnsan Sağlığı



Belli plastik türlerinde bulunan Bisfenol A (BPA)’nın öğrenme ve davranış üzerineki olumsuz etkileri arasında saldırganlığı artırması ve öğrenmeyi güçleştirmesi geliyor. Farelerde yapılan bilimsel araştırmalar, BPA alımının prostat büyümesi ve erken ergenliğe yol açtığını da ortaya koymuştur. Bunlar yetmezmiş gibi, BPA, obezite, diyabet, astım, ve kalp-damar hastalıkları ile de ilişkilendirilmekte; kadınlarda meme, erkeklerde prostat kanseri riskini de artırmaktadır. Bunlardan daha da korkutucu olanı, gençler üzerinde olan etkileri ve olumsuzluklarının bizden sonraki nesillerde çok daha belirgin ortaya çıkması ihtimali.

Peki Bisfenol A’dan korunmak için ne gibi önlemler alınılabilir? İlk olarak çocukları beslemek için kullanılan tüm biberonlarda cam olanlarının polikarbon olanlarının yerine tercih edilmesi ve sıcak veya kaynar süt ile su ve mamaların kesinlikle plastik şişelere konulmaması gerekir. BPA içeren biberonlar üzerinde yapılan sayısız araştırma, bebek ve çocuk sağlığının BPA yüzünden ciddi tehlikelerle karşı karşıya olduğunu kanıtlıyor. Bunun esas nedeni yapısında BPA barındıran plastik biberon, şişe ve yiyecek kaplarına sıcak bir sıvı veya yiyecek konduğu zaman kaptaki BPA’nın sıvıya geçmesi. BPA, ayrıca su depolarının iç yüzeyleri, döşemeler, cilalar, elektronik ürünlerin basılı çevrim kartları, tenis raketleri ve sörf tahtaları gibi birçok tabakalı malzemelerde ve yapıştırıcılarda da bulunur.

Bu kullanımlarının yanında BPA, termal kağıtların kaplanması, PVC plastiklerin üretimi ve fren sıvılarında da bir katkı maddesi olarak kullanılır. Kompozit diş dolguları ve protezleri de çeşitli BPA bileşiklerinden üretilir. Mobil telefonlar, su ısıtıcıları, kahve makineleri, bilgisayarlar, CD ve DVD’ler, biberonlar, yiyecek-içecek kutuları, bardakları, şişeleri ve saklama kaplarında da BPA bulunabilir. Her ne kadar üzerinde uygun olduğu belirtilse de, plastik kaplar mikrodalga fırında ısıtılmamalı, içi plastik kaplı metal kaplarda bulunan mamalar tercih edilmemelidir. Mutfaklarımızda gerçekleştirdiğimiz her işlem için mümkün oldukça polikarbonat kaplardan uzak durmalı, BPA salan türden plastik malzeme ile kaplı metal ve diğer kutularda satılan yiyeceklerden kaçınmalıyız.

Ülkemizde ev ve iş yerlerinde sıklıkla kullanılan damacanalardaki suyu hemen cam sürahi ve kaplara boşaltmak ve mümkün oldukça pet şişelerden uzak durmak sağlığımız açısından yararımıza olacaktır. Normalde 60-70 kez kullanılmak üzere üretilmiş damacanaları, ülkemizde herhangi bir kontrol olmadığından dolayı nerdeyse 1000 kez kullanıyoruz. Evimizde görevini tamamladıktan sonra şirket tarafından toplanan damacanaların ne kadar iyi yıkandığı ise tartışma kaldırır. Özellikte deterjan kullanılarak temizlenen damacanaların daracık ağızlarından iyi bir yıkama şekli gerçekleştirilemeyebileceğinden, deterjan kalıntısını gidermek son derecece güçtür.

Plastik şişelerle ilgili söyleyecek daha birkaç birşey var. Öncelikle plastik su şişelerinin buzluğa konulmaması, arabada bırakılan pet şişelerdeki suların da tüketilmemesi tavsiye ediliyor. Unutmamak gerekir ki plastik şişelerin dondurulması da, insanlarda kansere neden olan plastik içindeki Dioksin’i açığa çıkartmaktadır.

Unutmamak gerekir ki ilk kez piyasaya sunulan bir suyun üzerinde birçok kimyasal analiz yapılıyor. Bu veriler su paketlerinin üzerine yazılıyor olsa da, bu analiz sadece bir kez yapılıyor. Tekrar tekrar kullanılan plastik su paketlerinde durum çok farklı olduğundan bu analizin artık bir önemi kalmıyor çünkü artık o suyun içinde tam olarak ne olduğunu bilmiyoruz. Uzmanların verdiği tavsiyelerin arasında 3 ayda bir kullanılan su markasını değiştirmek geliyor. Bu yöntemle en azından kronik zehirlenmenin önlenilebileceği düşünülüyor.

Tabii olaya bir de diğer taraftan bakmak lazım diye düşünecek olursak, Türk Plastik Sanayicileri Araştırma, Geliştirme ve Eğitim Vakfı (PAGEV)’nın pet şişelerin kanserojen olmadığını öne süren görüşleri ters yönde. PAGEV, BPA’nın insan vücuduna kanser yapan madde olarak bulaşabilmesi için bir yetişkinin günde 60 damacana, bir çocuğun ise 6 damacana su içmesi gerekli olduğunu iddia ediyor. Kurum, Avrupa’da bile yasaklanmayan polikarbonat biberonlara açılan savaşın yersiz olduğunu düşünmekle birlikte pet şişelerin, polyester esaslı oldukları için polikarbonatlara göre çok daha sağlıklı olduğunu düşünüyor.

Uzmanlar her ne kadar BPA’nın zararlarını tartışadursunlar, kendinizin ve sevdiklerinizin sağlığını riske atmak istemiyorsanız bu konuda risk almamak en doğru yaklaşım olacaktır.


Çise Ünlüer (11 Aralık 2011)
ciseunluer@gmail.com

02/12/2011

Plastiğin Diğer Tarafı





Oturduğunuz yerden etrafınıza bir bakın. Gün boyunca su ihtiyacınızı sağlayan damacanadan mutfaktaki saklama kaplarına kadar herşey plastik! İlk bakışta kullanışlı görünen bu malzemelerin aslında insan hayatının sonunu getirebileceği hiç aklınıza geldi mi?


Her ne kadar yeni bir konu olmasa da, plastiklerin insan sağlığı üzerindeki olumsuz etkileri hakkında yeterli bilgiye sahip değiliz. Bu konuda bilimsellikten sapmayarak halkı doğru bilinçlendirmenin önemi tartışılmaz. Öncelikle üzerlerindeki farklı sayılarla belirtilen plastiklerin ne olduklarını ve hangi gruba ait olduklarını bilmek gerek. 1 numaralı “PET” işareti genellikle su, meşrubat, ve sıvı yağ şişelerinin üzerinde görülür. Bu ürünlerin “Polietilentereftalat” (PET)’ten üretildiğini belirten bu işaret, ürünlerin kullanım sonrası geri dönüştürüldüklerinde sentetik elyaf ve dolgu malzemesi olarak değerlendirilebileceklerini belirtir. 2  numaralı HDPE ve 4 numaralı LDP işaretlerinin ait oldukları PE (Polietilen) grubu deterjan, sampuan, çamaşır suyu, çöp torbaları, ve motor yağı kutularının üzerinde bulunur. Bu maddeler geri dönüştürüldükleri zaman aynı türde ürünlerin yapımını mümkün kılar.


3 numaralı PVC (Polivinilklorür) ise sıvı deterjan, çeşitli kimyasal maddeler, kozmetik ve sağlık ürünleri üzerinde görülür. PVC’ler geri dönüştürüldükleri zaman kirli su borusu, yer karosu ve dolgu malzemesi olarak değerlendirilebilirler. 5 numaralı PP (Polipropilen)’den yapılan ambalajlar genelde deterjan kutusu veya margarin kabı olarak karşımıza çıkar. Bu maddeler geri dönüştürüldüğünde sentetik halı tabanı gibi çeşitli plastik ürünlerin yapımında kullanılabilir.


6 numaralı PS (Polistiren) margarin ve yoğurt kaplarının yapımınında kullanılır. Geri dönüştürüldüğü zaman yalıtım malzemesi yapımında yer alır. Son olarak, 7 numaralı PC (Polikarbon) üzerinde bulunduğu malzemelerin, 1’den 6’ya kadar olan plastik türlerinin dışında kalan plastiklerden yapıldığının işaretidir. Bu ambalajlar, bozuştuğu zaman kansere yol açan Bisfenol A (BPA) içerir.


Peki nedir bu Bisfenol A? İşlevsel iki fenol grubu bulunduran organik bir bileşik olarak tanımlanan Binesfenol A, genellikle polikarbon ve benzeri plastiklerde görülen yüksek sıcaklıklar sayesinde şekillenerek sertleşebilen plastik hammaddelerin yapımında kullanılıyor. BPA yıllık 2.7 milyar kg üretim miktarıyla, dünyada en çok miktarda üretilen kimyasallardan biri olduğu gibi, her yıl atmosfere 100 ton salınıma neden oluyor. Bu kadar yüksek üretim miktarlarından anlaşılacağı gibi, BPA’nın yaygın bir kullanım alanı bulunuyor. Yukarda belirtilen Tip 3 PVC’lerde antioksidan olarak kullanılmasına ek olarak, tutuşma önleyici ya da geciktirici “Tetrabromobisfenol”ün de öncü maddesi olduğu biliniyor. 


Genelde tüm plastik malzemelerde türünü gösteren işaret bulunur. Unutmamak gerekir ki her plastik pet olmayabilir çünkü sıklıkla kullandığımız plastik kapların bazıları polikarbon içerir. Bu noktadan hareket ederek evimize soktuğumuz tüm plastiklerin çeşidine göre sunduğu riski bilerek hareket etmek yararımıza olacaktır. BPA, sert plastik şişelere ek olarak farklı alalarda da yaygın bir şekilde kullanıldığından, içinde plastik kaplama bulunan metal yiyecek ve içececek kutularında da bu risk geçerlidir. Tehlike arz eden başka alanların başında tıbbi ve diş hekimliği araçları, diş dolguları, doku yapıştırıcı, gözlük mercekleri, CD ve DVD’ler ve ev elektronikleri gelir. Cama benzeyen plastik biberon, bardak, tabak, çatal, bıçak ve karıştırıcı gibi birçok üründe de Bisfenol A olduğu biliniyor.


Gelişmiş ülkelerde kullanılan tüm plastiklerin üzerlerinde türlerini gösteren uyarılar bulunmasına rağmen ülkemizde bazı firmalar kendi çıkarları doğrultusunda bu konuyu görmezden gelmeyi tercih ediyor. Bu alanda çalışmalar yapan uzmanlara göre çoğu zaman işaretler olmadan pet ve polikarbon şişe ve kapları ayırt etmek mümkün olamayabiliyor. Bu ayrımın yapılması için bu kapların altında bulunan oklardan yapılmış üçgenlerin ortasında yazılı plastik türlerini belirten rakamlara dikkat etmek gerekiyor.  Kendine özgü bir grubu olmadığı için 7 numara ile gösterilen polikarbonlara ek olarak 3 numaralı PVC’ler de Bisfenol A içeriyor.


BPA içeren biberon ve yeniden kullanılabilen su şişeleri sayesinde günlük hayatta kullandığımız suya da karışan BPA ile ilgili endişenin artması doğal. Artan endişeyle doğru orantılı olarak aldıkları suyu evlerinde kullanmadan önce arıtan insanların sayısı gittikçe artıyor. Uzmanların “arıtma cihazı alamıyorsanız çeşme suyu için, daha iyi” tavsiyesi tehlikenin büyüklüğünü belli ediyor. Tabii ülkemizdeki çeşme suyunun ne kadar içilebilir olduğu tartışılır.


Önümüzdeki hafta bu maddeden korunmak için ne gibi önlemler alabileceğimize değineceğiz.




Çise Ünlüer (4 Aralık 2011)
ciseunluer@gmail.com

26/11/2011

Deniz Suyu Arıtma Sistemleri




Ülkemizde olduğu gibi su kaynakları sınırlı olan bölgelerde, turistik tesislerin yanında yerleşim yerlerinin de ihtiyaç duydukları suyu tankerlerle taşımak zorunda kaldığından deniz suyunun arıtılarak kullanılması ilk başta akla yatan bir yöntem. Dünyanın farklı yerlerinde olası kuraklığa karşı deniz suyu arıtma tesisleri yolda. Bu alanda yatırım yapan başka endüstriler arasında yüksek su ihtiyacı bulunan çelik ve tekstil gibi sanayi tesisleri de geliyor.

Yeraltı sularının kuraklığın etkisiyle derinlere çekilmesi bu suyun pompa yoluyla elde edilmesi maliyetini artırdı. Başka bir yöntem olan taşıma suyun da kalıcı bir çözüm olmadığı ortada. Bu durum su sıkıntısı yaşayan bölgelerde deniz suyu arıtma sistemlerinin hızla yaygınlaşmasına neden oldu. İlk olarak turistik alanlarda başlayan deniz suyu arıtma tesisi yatırımları, günümüzde yazlık siteler ve fabrikaların bulunduğu bölgelere de yayılmaya başladı.

Peki deniz suyu arıtma tesisleri suya duyduğumuz ihtiyacı ne kadar karşılayabilir? Bu yöntem, deniz kıyısındaki şehir, kasaba veya diğer yerleşim merkezleri ile bu bölgelerde kurulu sanayi tesislerinin kullanımı için tatlı su kaynaklarının bulunmaması veya kısıtlı olması halinde etkili çözüm yollarından biri olarak görülmektedir. Deniz suyu yüksek miktarlarda çözünmüş mineraller içerdiğinden dolayı içme, insan ihtiyaçları veya endüstriyel işlem suyu olarak kullanılamaz.

Özellikle ABD, Avustralya ve Körfez ülkelerinde yaygın olarak kullanılan deniz suyu arıtma sistemi, teknolojik gelişimle birlikte sadece verimliliği artırmakla kalmıyor, aynı zamanda fiyatların da düşmesine yardımcı oluyor. İşlem sırasında denizden çekilen suyun içindeki tuz yüksek basınç sayesinde ayrıştırılıyor. Deniz kıyısına açılan kuyulardan alınan suların 60 bar basınçla ayrıştırılması temeline dayanan ters osmos yöntemiyle 1 metreküp tatlı su elde etmenin maliyeti, deniz suyunun tuzluluk oranına göre değişmek üzere ortalama 1 dolara kadar inebiliyor. Bu şekilde elde edilen suyun maliyeti, belediyenin sağladığı şebeke suyunun maliyetinden daha az olduğundan tercih görüyor. Tabii unutmamak gerek ki bu miktarın içinde gereken tesisin yatırım maliyeti dahil değil.

Deniz suyunu arıtmak için kullanılan reverse osmosis (ters osmos) yöntemi suyun içerisinde bulunan Anyon ve Katyon iyonlarının giderilme işlemidir. Aynı zamanda ileri bir filtrasyon yöntemini uygulayan üniteler, doğadaki osmotik dengenin ters işleyişini kullanan bir çalışma prensibini benimseyen üst düzey bir teknolojiyle su arıtımını gerçekleştirebiliyor. Bu işlemin gerçekleşmesi için osmotik dengenin tersine çevrilmesi gerekiyor. Bu da ancak yüksek basınç pompalarıyla elde edilecek osmotik basınçtan daha fazla basınçla mümkündür. Bu pompalar sayesinde basıncı artırılan su, gözenekli zarlara iletilerek saflaştırılır. Bu işlem sonucunda atık hattından çıkan ağır konsantre su ise drenaja verilir.

Deniz suyundan tatlı su elde etmenin yanında doğal kaynak sularının arıtılması ve su şişeleme işletmelerinde kullanılan ters osmos sistemi, içerdiği özel zarlar sayesinde atık su veya çeşitli su ile karışık likitlerin geri kazanımlarında da iyi sonuçlar vermektedir. Bu tekoloji sayesinde ihtiyaç duyduğu suyu elde eden firmalar, artık doğal su kaynaklarını korumak ve çevresel sorumluluklarını yerine getirmek için bu yatırımlara ağırlık verdiklerini iddia ediyorlar. Bunun ne kadar gerçekçi olduğu tartışılır.

Bu alanda yapılan araştırmalar sayesinde gelişen teknolojiyle doğru orantılı olarak maliyetlerin daha da düşmesi bekleniyor. Talep arttıkça gelecekte denize yakın bölgede konumlandırılan tesisler de ister istemez avantajlı konuma gelecek. Turistik tesisler için bu yatırımların artık alternatif değil zorunluluk haline geldiğini düşünenler çoğunlukta. Denizden elde edilen suyun içme suyu olarak da kullanılması ve bu suyun çoğu zaman şebeke suyuna göre daha temiz olması bu yatırımları daha da çekici kılıyor.

Ancak bu yöntemin dezavantajları da gözardı edilecek gibi değil! Deniz suyu arıtma merkezine alınan her 100 galon su, bu işlem sonucunda 10-40 galon arası yüksek konsantrasyonlu tuzlu suyun açığa çıkmasına neden oluyor. Bu tuz daha sonra çevredeki deniz veya benzeri suya geri bırakıldığında bu alanlardaki suyun tuzluluk oranını ikiye katlıyor! Aniden tuz oranı artan bu su birikintilerinde yaşam süren tüm canlılar ister istemez bu değişiklikten etkileniyor. Bu ani tuz artışına ayak uyduramayan canlılar, bulundukları ortamda daha fazla yaşamlarını sürdüremediklerinden ya ölüyor ya da başka yerlere göç ediyor. Tuz oranının artmasıyla suyun sıcaklığı ve dolayısı ile çözünmüş oksijenin konsantrasyonu da artıyor. Güneş enerjisini ve organik besin maddelerini kullanarak daha yüksek enerji içeren moleküller meydana getiren mikroskopik bitkiler olan planktonlar da bu değişimden etkilenerek tüm gıda zincirine zarar veriyor.

Arıtma işlemi sonucunda ortaya çıkan tuzlu su bazı durumlarda yeraltı sularına bırakılarak bu temiz su kaynaklarının da kirlenmesine neden oluyor. Farklı organizmaların yaşadığı ortamlara kurulan su arıtma tesislerinin parçası olan borular, işlem boyunca bu organizmaları içine emerek canlıların sonunu getiriyor. Çevredeki canlılara verdiği zararın yanında, tuzlu su arıtma tesisleri büyük miktarlarda enerji kullandıklarından çok yüksek maliyetler içerirler. Bunların arasında en fazla enerjiye ihtiyaç duyanı suyu kaynatarak içerisindeki tuzu ayıran termal arıtma tesisleri. Ters osmos yöntemini içeren işlemler de gerekli basıncı sağlamak için yüksek enerjiye ihtiyaç duyar. Sonuç olarak, deniz suyu arıtma sistemleri sadece çevreye ve canlı yaşamına zararlı değil, aynı zamanda yüksek enerji sarfiyatina neden olan işlemlerdir. Özellikle yenilenebilir enerji kaynakları olmayan yerlerde bu tesisler fosil yakıtlar kullanılarak çalıştırıldığından çevreye verilen zarar düşünülenden daha fazladır.

Su arıtma teknolojisi konusunda bazı Türk şirketleri Ar-Ge çalışması yürütüyor. Bu şirketlerden biri olan Vestel, deniz suyundan hem enerji hem tatlı su üretimi yapabilecek bir proje üzerinde çalışıyor. Bu çalışmanın bir parçası olarak geliştirdikleri özel bir güneş paneli ile deniz suyundan elde edilecek buharla elektrik üretebilecek, buharın geri dönüşünde de tatlı su elde etmenin mümkün olabileceği bir entegre sistem oluşturulacağı belirtiliyor.


Çise Ünlüer (27 Kasım 2011)
ciseunluer@gmail.com

18/11/2011

Daha Olumlu Bir Bakış Açısı İçin




Sürekli olarak kesik, kısa, ve hızlı bir şekilde nefes alıp vermenin karbondioksit zehirlenmesine neden olabileceğini biliyor musunuz? Dikkat edilmeden alınıp verilen nefes düzeni boyunca insan sadece ağzıyla nefes alıp verdikçe akciğerlerini tam olarak kullanamaz ve nefesin doğal bioritmi bozulur. Bu şekilde devam ettirilen nefes alma işlemi akciğerlerin yalnız üst kısımlarının kullanılmasına ve kana daha az miktarda oksijen gitmesine neden olur. Sonuç: Yorgun ve bitkin bir beden ve karşı koyulamayan hastalıklar.

Akciğerleri güçlendirerek kapasitesini artıran ve toksinlerin yakılmasına yardımcı olan doğru ve bilinçli uygulanan nefes egzersizleri, sağlığımızın korunması açısından çok önemlidir. Doğru nefes almak için, tam nefes alırken önce karın şişirilmeli, diyafram aşağıya hareket etmeli ve akciğerlerin alt bölümü havayla doldurulmalı; daha sonra göğüs genişletilmeli ve akciğerlerin orta bölümü havayla doldurulmalı; son olarak da omuzlar kaldırılarak akciğerlerin üst bölümü havayla doldurulmalıdır. Böylece akciğerler tam olarak havayla doldurulur. Nefes verirken önce karın içeri çekilir, diyafram yukarı hareket eder ve alt bölüm boşaltılır; daha sonra göğüs kafesi iner ve orta bölüm boşaltılır; son olarak da omuzlar iner ve üst bölüm boşaltılır. Bu hareketler ritmik ve düzenli bir şekilde devam ettirildikleri takdirde, kalp ritminin düzelmesiyle ile birlikte kan basıncının düşmesi, dolaşımın hızlanması, sindirim sisteminin düzene girmesi, stres ile rahatlıkla baş edebilme ve uykunun düzene girmesi gibi ilerlemeler gözlenecektir.

Bugün sizlere doğru nefes alma tekniklerinin birkaçından bahsetmek istiyorum. Doğru nefes almanın en önemli kuralı daima yeteri kadar derin nefes alarak kısa kısa ve kesik kesik nefes almaktan kaçınmaktır. Özellikle spor yaparken, nefes alıp verişimizi inceleyerek bu ritme yoğunlaşmak, belirli vücut bölümlerine doğru nefes alarak derinliği arttırmak ve bilinçli olarak nefes verme kısmını biraz da olsa uzatmaya çalışmak, büyük ilerleme sağlamamızda yardımcı olacaktır.

Nefes alıp verme esnasında kas çalışmasının büyük kısmı, göğüs kafesimizle karın boşluğunu birbirinden ayıran diyaframda gerçekleştiriyor. Diyafram, normal durumda yukarı doğru gerilmiş bir halde dururken, nefes aldığımızda aşağı basılıyor ve bu şekilde oluşan vakum sayesinde akciğerlere hava doluyor. Nefes alırken bilinçli olarak diyaframı aşağı doğru ittirerek nefesi alt bölümlere çekmek akciğerleri tam verimleri ile kullanmayı sağlar.

Doğru nefes almanın önemli bir başka tekniği ise doğru yerde nefes alıp vermek, ve zamanla yapılan hareketleri elden geldiğince nefese bağlamak. Örneğin güç sarf edilen bir işlem sırasında nefes vermek, ve rahatlama aşamasında nefes almak gerekiyor. Fiziksel gücümüzü kullanmamızı gerektiren her eylem boyunca vücudumuza aldığımız hava kesinlikle tutulmamalı ve bastırılmamalı çünkü bu hata kanın kalbe geri dönüşünü engelleyerek baş dönmesi ve yüksek tansiyona neden oluyor.

Spor sırasında benimsenmiş nefes düzenini zorla değiştirmeye çalışmanın sadece yaptığımız sporu zorlaştıracağından vücudumuzu doğal akışına bırakmalıyız. Vücuda alınan havanın burunda ısıtılıp tozdan arındırılmasını sağladığından ve diyafram tekniğini desteklediğinden normal bir durumda tavsiye edilse de, sportif bir çalışma süresince sadece burundan nefes alıp ağızdan vermek gibi bir gereksinim duyulmamalıdır. Bu durumlarda genel olarak vücudu zorlamayacak bir şekilde oluşturulan düzenli bir nefes ritmi en doğru yaklaşım olacaktır.

Unutulmaması gereken bir başka nokta ise derin nefes almamızı sağlayan esneme, hapşırma, iç çekme veya inleme gibi doğal nefes reflekslerinin kesinlikle önüne geçmemenin büyük önem taşımasıdır. Gün boyunca gerçekleştirdiğimiz tüm aktiviteler boyunca nefes nefese kaldığımız her nokta, vücudun gereğinden fazla zorlandığının bir göstergesidir. Herhangi bir sağlık sorununa neden olmamak için düzgün nefes almak ve belirli aralıklarla nefesimize yoğunlaşarak zamanla belli bir ritmi yakalamak gerekir.

Özetlemek gerekirse, doğru nefes, derin, uzun ve insanı rahatlatacak şekilde konforlu olmalıdır. Uyuyan bir bebeğin nefes ritmini ve bu süre boyunca düzenli bir şekilde kalkıp inen karnını gözlemlemek iyi bir örnek teşgil edebilir. Oturduğunuz yerden bir deneyin. Göreceksiniz ki doğru şekilde benimsenen nefes ritmi, anında rahatlamanıza, etrafınızdaki olaylara daha olumlu bir şekilde yaklaşmanıza neden olacak.


Çise Ünlüer (20 Kasım 2011)
ciseunluer@gmail.com

14/11/2011

Gıda Etiketlerindeki Sır




Günlük hayatta tercih ettiğiniz ambalajlı gıdaların içinde neler olduğunu hiç merak ettiniz mi? Her ne kadar dikkat edersek edelim, marketlerden birçok paketlenmiş gıda satın alıyor ve tüketiyoruz. Bu süreç boyunca çoğu zaman tükettiğimiz yiyeceklerin içeriğine bakmayı bile düşünmüyoruz. Bu yazıyı okuduktan sonra bu konudakı yaklaşımınızın değişeceğine ve ambalajlı gıdalara daha bilinçli bir şekilde yaklaşacağınıza eminim.

Gıda paketlerinin üzerinde yazılı olan bilgilerin niye orada ne ne oranda doğru olduğunu hiç düşündünüz mü? Eğer kimse gerçekten önem verip okumuyorsa bu yazıları bulundurmanın gereği yok diye düşünebilirsiniz. Ancak durum bu değil. Ambalajların üzerindeki bu yazılar aslında bu yiyeceklerin üreticilerinin sizinle yaptığı bir anlaşma şeklinde algılanmalıdır. Bu yiyecekler marketlerdeki raflarda yerlerini almadan, arka planda gerçekleşen kapsımlı bir çalışma söz konusu. Çoğu gıda üreticisi, insanlara pazarlamaya çalıştığı yiyeceklerin daha çok satılması için alanında uzman avukatlar eşliğinde farklı oyunlara başvuruyor. Bu oyunların bir parçası olarak paketlerin üzerine yazılacak olan kelimeler dikkatle seçiliyor. Bugün sizlere bu kelimelerden birkaç örnek vererek nelere dikkat etmeniz gerektiğini anlatmak ve tükettiğiniz gıdaların seçimi yaparaken bilinçlenmenize yardımcı olmak istiyorum.

Çoğu paket üzerinde sıkla görülen “çeşniler” doğal ve yapay olarak iki gruba ayrılsa da çoğu gerçekten laboratuarlarda hazırlandığından bu işlemin “doğallığı” sorgulanır. Doğal olduğu belirtilen çeşniler doğal kaynaklarından izole edildiğinden yapay olanlardan daha sağlıklı değiller. Örneğin “doğal” hindistancevizi aroması gerçek Hindistan cevizi yerine Malezya'daki bir ağacın kabuğundan elde ediliyor. Bu işlem boyunca kabuğu elde etme çabası ağacı öldürüyor ve dolayısıyla ürünün fiyatını yükseltiyor. Yapay olanların doğallara göre daha ucuz olmasının esas nedenlerinden biri bu.

Özellile sıcak yaz aylarında tercih ettiğimiz meyve sularının basitleştirilmiş hali olan “karıştır ve iç” versiyonları aslında düşündüğümüz gibi yüzde yüz meyve suyundan oluşmuyor! Bu içeceklerin gerçekte ne kadarının gerçek meyve suyu olduğunun paket üzerinde net bir şekilde belirtilmesi gerek. Çoğu zaman daha az kaliteli meyve sularının karışımı olabilen bu içecekleri alırken etiketlerini dikkatle okumak doğru seçimi yapmada önemli bir rol oynayabilir.

Özellikle doğal gıdaları tüketmeye çalışan insanları cezbetmeye çalışan “yüzde yüz doğal” ve benzeri sloganlar içeren yiyeceklere daha da süpheli yaklaşmak lazım. Örneğin taze sıkılmış portakal suyu gibi saf olması beklenilen ürünler, parfüm şirketleri tarafından kullanılan aromaya ve tada benzemesi için farklı çeşni paketleriyle destekleniyor. Belirsizlik yaratan bir diğer kelime “nektar”. Bu terimin, meyve suyu veya püresi, su ve tatlandırıcı içeren seyretilmiş içecekler için de kullanması akıl karıştırıcı. Özellikle bu içeceklerde yüksek fruktozlu mısır şurubu da bulunabileceğini düşünecek olursak, “nektar” teriminin ne kadar  yanıltıcı olduğunu anlayabiliriz.

Üzerinde “sürülebilir” yazan fındık veya fıstık ezmesi gibi ürünler, bu özelliği elde etmesi için temel içeriklerinde bulunmayan maddeler içeriyorlar. Bu nedenden dolayı, sürülebilir olan ezmeler geleneksel ezmelerden farklıdır. Çoğumuzun sağlıklı beslenme için gerekli olduğunu bildiğimiz lifler, aslında her zaman düşündüğümüz kadar kolay erişilebilir değil. İyi bir lif kaynağı olduğu belirtilen besinler arasında lif gibi görünmeyenler gerçek bir lifin görevini yapamaz. Doğru miktarda lif tüketimi için doğal lif içeren meyve ve sebzelere yönelmek en doğru seçim olacaktır.

Artan yaşla daha da önemli olan kolesterolsüz yiyecekler tüketirken akılda tutulması gereken en önemli nokta herhangi bir hayvandan çıkarılmayan bir ürünün kolesterol içermediğidir. Oysa çoğu yiyecek üreticisi, ürünlerinin tüketici tarafından sağlıklı bir seçim olarak algılanılması için paketlerin üzerinde kolesterolsüz olduklarını belirtiyor. Kolesterol dışında, genel olarak içerisinde mısır şurubu veya hidrojenize yağlar içermeyen ürünleri tercih etmeliyiz.

Kim istemez yağsız ürünleri tüketmeyi! Ancak her ne kadar üzerinde yağsız yazsa da, bu gıdalar hiçbir zaman yüzde yüz yağsız değildir. Gıda seçiminde bir diğer önemli madde şeker. Herhangi bir ürünin içerdiği şeker miktarının paketin üstünde belirtilmesi şarttır. Çoğu zaman tam olarak “şeker” diye geçmeyen “sorbitol”, “mannitol” ve “xylitol” gibi maddeler de aslında bir çeşit şekerdir.

Son olarak değinmek istediğim nokta bazı gıda paketlerindeki sağlık iddiaları. Örneğin etiketler üzerinde ve reklamlarında verilen imaj doğrultusunda probiyotik yiyeceklerin tüketildikleri zaman çocukların bağışıklık korumasını sağlayacağını düşünebiliriz. Ancak durum böyle değil. Hiçbir yiyecek tamamı ile hastalık tedavisi olarak yetkilendirilmemiştir. Her ne kadar da “geleceğin ilacı” olacağını iddia etseler bu tür yiyeceklere şüphe ile yaklaşmak ve bu yiyeceklerden gerçekte yapabileceklerinden daha fazlasını beklememek doğru bir yaklaşım olacaktır.


Çise Ünlüer (13 Kasım 2011)
ciseunluer@gmail.com

04/11/2011

NEWater Projesi


Evsel atık su, evlerimizdeki mutfaktan, çamaşır makinesinden, banyodan, tuvaletten ve benzer amaçlı bölümlerde kullanılıp kanalizasyona atılan atık sulara verilen isimdir. Bu suyu “gri” ve “siyah” olarak ikiye ayırmak mümkün. Evsel atık suyun siyah su içermeyen kısmını tanımlamak için kullanılan “gri su” terimi, duştan, lavabodan, küvetten ve hatta mutfaktan gelen atık suyu içerir. Öte yandan “siyah su” tuvaletlerden gelen suya denir. Türkiye de dahil olmak üzere birçok ülke evsel atık suyun en az kirli kısmı olan gri suyu, yani duştan, lavabodan, küvetten gelen suyu, çeşitli alanlarda tekrar kullanılmak üzere arıtmaktadır. Bazı gri su kazanım sistemleri, çamaşır makinesi ve mutfaktan atılan suyu da gri suya dahil ederek bu kaynaklardan elde edilen suyun geri kazanımını mümkün kılar.

Gelişen teknoloji ile ihtiyaç duyduğumuz suyu elde etmenin farklı yöntemlerini keşfediyoruz. Bugün sizlere az önce tanımladığımız siyah suyu değerlendirip yeniden kullanıma sunan bir projeden bahsetmek istiyorum. Suyun geri dönüşümü alanında çalışma yapan birçok ülke var. Bu girişimlerden göze çarpanlardan biri Singapur’un kanalizasyon suyunu arıtıp temiz içme suyuna dönüştüren ve insanlara geri sunan NEWater (Türkçe’si “Yeni Su”) projesi. Bu sistem çerçevesinde kanalizasyondan çıkan atık su çift zar kullanılarak mikrofiltrasyon ve ters osmoz yöntemleriyle arındırılarak içilebilir kaliteye getiriliyor. Bu su daha sonra şehrin ülke şebekesinden evlere ve yüksek derecede temiz su gerektiren işlemleri içeren endüstrilere ulaştırılıyor.

Singapur’da su geri dönüşümü 1974 yılından beri devam ediyor. Suyun yeniden değerlendirilmesi üzerine yoğunlaşan NEWater çalışması 1998 yılında ülkenin Kamu Hizmeti Komisyonu ve Çevre ve Su Kaynakları Bakanlığı tarafından başlatıldı. Bu çalışmanın esas amacı, NEWater projesinin Singapur’un su ihityacını karşılamak için geçerli bir opsiyon olup olmadığını anlamaktı. Yeraltı su kaynakları olmadığı için su ihtiyacının çoğunu yağmur sularından ve Malezya’dan almaya alışmış olan ülke, başka ülkelere olan bağımlılığını azaltmak için bugüne kadar denizden alınan tuzlu suyu ve kanalizasyon suyunu arıtmayı içeren sistemlere yatırım yapmıştır.

Ülkenin farklı alanlarında bulunan toplam 5 farklı noktaya yayılmış olan NEWater merkezleri eğitim amaçlı olarak da kullanıldıklarından ilgilenen ziyaretçilere ücretsiz giriş hakkı sunuluyor. “Çoklu engelli değerlendirme işlemi” kullanılarak elde edilen temiz su 4 farklı engelden geçerek son halini alıyor. Bu engellerin birincisinde kullanılmış atık su, konvansiyonel atık su arıtma yöntemi kullanılarak su değerlendirme merkezlerinde işleniyor. İkinci engel mikrofiltrasyon ve ultrafiltrasyon yöntemleriyle suyun içerisindeki katı maddeler ve hastalıklara neden olan bakteri ve viruslerin ayrılmasını sağlıyor. Bu işlem sonrasında zardan geçen filtrelenmiş su içerisinde sadece çözünmüş tuzları ve organik molekülleri içeriyor.

İşlemin sondan bir evvelki adımı olan üçüncü engel, ters osmoz yöntemini kullanarak yarı geçirgen zar yardımıyla istenmeyen ağır metaller, nitrat, sülfat, klor ve çeşitli pestisitler gibi atık maddeleri sudan ayırıyor. Böylece ilk üç engelden geçen su, zararlı virus ve bakterilerden tamamı ile arınmış olarak içerisinde sadece az miktarda tuz ve organik madde bulundurarak elde ediliyor. Bu noktada elde edilen su içilebilir nitelikte oluyor. Sonuncu engel olan dördüncü adım daha çok bir güvenlik önlemi olarak görev görüyor. Bu noktada UV kullanılarak yapılan dezenfeksiyon sayesinde su içerisindeki tüm organizmalar etkisiz hale geldiğinden, işlem sonucu elde edilen suyun saflığının kalitesinden emin olunabiliyor. Son olarak eklenen bazı alkali kimyasallar suyun pH değerinin istenilen seviyeye gelmesine yardımcı oluyor. Bu adımlar sonrasında tamamı ile temizlenen su güvenle kullanıma hazır hale geliyor.

Bugün bu proje kapsamında geri dönüştürülen suyun miktarı yaklaşık olarak günde 76000 metre küp şeklindedir. Bu miktarın yüzde altı (6%)’sı dolaylı yollardan içme suyu olarak kullanılmaktadır. Bu miktar Singapur’un toplam içme suyu talebinin yüzde bir (1%)’i kadardır. NEWater projesi sonrasında elde edilen suyun geri kalanı çeşitli ürünlerin üretimi için yönlendirilmektedir. Bu proje sonrası elde edilen suyun kalitesi USEPA (United States Environmental Protection Agency) ve WHO (World Health Organization) tarafından konulan su kalitesini belirleyen tüm koşullarun üzerindedir. NEWater sayesinde elde edilen suyun Singapur’un diğer kaynaklardan elde ettiği tüm su çeşitlerinden daha temiz olduğu da bilinmektedir. Bu yıl sonunda proje kapsamında elde edilen suyun, ülkenin toplam içme suyu talebinin 3.5%’ini karşılaması planlanıyor.

Tuvaletinizden kanalizasyona akan suyu daha sonra içmek üzere satın alabileceğinizi düşünmek ne kadar içinizi rahatlatır bilmiyorum ama bu yöntem gelişmiş ülkelerde yaygın olarak kullanılmaya başlandı. İşletme ve finans alanında önde gelen yayın organlarından Forbes tarafından Singapur’da yapılan bir araştırmaya göre halkın yüzde doksan sekiz (98%)’i NEWater projesi ile elde edilen suyu benimseyip kabul etmiş. Tabii bu yüksek kabullenme oranları devletin projeyi halka tüm detayları ile tanıtıp bilgilendirmesiyle doğru orantılı.


Çise Ünlüer (6 Kasım 2011)
ciseunluer@gmail.com

27/10/2011

Artan Nüfusta Kadının Rolü




Sembolik olarak 31 Ekim’de “kutlanacak” olsa da, dünya nüfusu artık 7 milyarı aştı! Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu (UNFPA)’ya göre şu andaki büyüme hızıyla her yıl yaklaşık 78 milyon insanın eklendiği dünya nüfusu, bu birkaç gün içerisinde 7 milyar sınırını hızla geçecek.

Ağlanacak halimize gülüyoruz misali, bu büyük “başarı”yı kutlamak amacıyla, dünya üzerindeki 7 milyarıncı bebeğin nerede doğacağını da tam olarak kestiremeyeceğimizden, bu önemli günde dünya genelinde çeşitli etkinlikler düzenlenecek ve bu doğrultuda her ülkede 31 Ekim günü doğacak ilk bebek, dünya üzerindeki "7 milyarıncı insan" olarak tarihe geçecek. Bu özel günde, dünyanın geri kalanı ile paralel olarak Türkiye'de de Sağlık Bakanlığı ve Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu tarafından düzenlenecek bir etkinlikle "Türkiye'nin 7 milyarıncı bebeği" belirlenecek.

Rakamlarla dünya nüfusuna bakacak olursak, Türkiye nüfusunun 31 Aralık 2010 itibariyle 73.7 milyon olduğunu düşünecek olursak, küresel nüfus her yıl en az bir Türkiye kadar artıyor! İşin daha korkunç yanı ise bu büyümenin yüzde doksan yedi (97%)’sini az gelişmiş ülkelerde meydana gelen doğumların oluşturuyor olması.

Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin tümünü göz önünde bulundurursak, dünya genelinde ortalama yaşam süresi 1950 yılında 48 iken, bu rakam bugün 69 civarındadır. Yani insanlar hem daha uzun yaşamakla kalmıyor, hem de bu yaşamları boyunca eskiye göre daha fazla çoğalıyor. Gelecekle ilgili yapılan tahminlere göre mevcut nüfusun aynı hızda artması durumunda dünya nüfusu 2025 yılında 8 milyara ulaşacak, 2050 yılında 9 milyarın üzerine çıkacak ve bu yüzyılın sonuna varmadan 10 milyarı aşacak.

Peki bu dengesiz büyümenin başlıca nedenleri neler? Gelişmiş ülkelerde doğum oranlarının düşük olması, ve bazı ülkelerde ölümlerin dogumlardan fazla olması nedeniyle nüfusta biraz azalma olmasına rağmen dünya nüfusunun genelde hızla artıyor olması düşündürücü. Ancak dünya nüfusunun en kalabalık olduğu Asya ülkelerinde durum çok farklı. Bugünkü 1.2 milyarlık nüfusu ile Çin ile yarışan Hindistan’ın, 2025 yılına kadar Çin’i geçerek dünyanın en yüksek nüfuslu ülkesi olması bekleniyor. Bu kontrolsüz artışın ülkedeki eşitsizliği daha da artıracağı ve sosyal gerginliğe neden olacağı kesin.

Asya’nın en kalabalık üç ülkesi olan Çin, Hindstan ve Endonezya’nın toplam nüfusu yaklaşık 3 milyara denk geliyor. Bu rakam nerdeyse dünya nüfusunun yarısı! Buna bir de yoksulluğun pençesinde olmalarına rağmen yüksek doğum oranlarıyla başı çeken Sahra Çölü’nün günyeindeki Afrika ülkeleri eklenince bizim de parçası olduğumuz dünya nüfusunu bekleyen büyük tehlike daha net anlaşılabiliyor.

Bu ülkelerdeki en büyük sorunlardan biri 215 milyon kadının istemelerine rağmen aile planlaması ve benzeri sağlık ürünlerine erişimleri olmaması. Her ne kadar da bizden uzak olduğunu düşünsek de, aynı dünyada yaşadığımız bu insanlar aklımıza getirmek istemeyeceğimiz sorunlarla yüzleşmek durumunda. Gelişmemiş ülkelerde yaşayan çok sayıda genç kız başka bir seçenekleri olmadığından küçük yaşlarda hamile oluyor ve çoğu zaman çeşitli hastalıklara maruz kalıyor. Bu kızların birçoğu doğum yaparken ölüyor ya da hayatta kalsa bile kendi çevresi tarafından ayrımcılığa uğruyor.

Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu tarafından hazırlanan "En Az Gelişmiş Ülkelerdeki Nüfus Dinamikleri: Fakirliğin Azaltılması ve Kalkınmada Zorluklar ve Fırsatlar" adlı raporda az gelişmiş ülkelerdeki hızla büyüyen genç nüfus vurgulanıyor. Rapora göre bu ülkelerdeki nüfusun yüzde altmış (60%)'ı 25 yaşın altında. Yapılan araştırmalar, bu genç nüfusun sağlık, eğitim ve iş gibi imkanlara kavuşması halinde ekonomik büyüme ve fakirliğin azaltılmasının mümkün olduğunu göstermenin yanında, bu ülkelerdeki genç kızlara yapılacak yatırımın ise kadınların güçlendirilmesine katkı koyarak çok farklı bir kalkınma payı getirebileceğine dikkat çekiyor.

Özellikle üreme sağlığına ilişkin hizmetlere yapılacak yatırımın kadını güçlendireceği, böylece çocuk sayısına karar verebilen kadınların iş dünyasında da yer alabileceği düşüncesi eğitimin önemini bir kez daha ortaya koyuyor. Gelişmekte olan ülkelerdeki kadınlara eğitim imkanları sunmak erken evliliklerin sayısını azaltmak ve daha az kanyak kullanımını sağlamakla kalmaz, aynı zamanda ülkenin ulusal ekonomisine de güçlü bir katkı koyar.

Özetlemek gerekirse, 31 Ekim'de 7 milyara ulaşması beklenen dünya nüfusunun 855 milyonu üreme sağlığı konusunda yeterli kaynağa sahip olmayan en az gelişmiş ülkelerde yaşıyor. Yüksek doğum oranından kaynaklanan hızlı ve kontrolsüz nüfus artışının bu ülkelerin sağlık ve eğitim gibi hayati alanlardaki kişi başı harcamalarını sürdürmelerini daha da zorlaştıracağı kesin.

Dünya aslında düşündüğümüzden çok daha küçük bir yer. Aynı alanı paylaştığımız farklı kültürden insanların ister istemez sorunlarını da paylaştığımızı er ya da geç anlayacağız. Siz bu yazıyı okurken, dünyada bir milyardan fazla kişi sıklıkla kanalizasyonu ve temiz suyu olmayan gecekondu mahallelerinde yaşam savaşı veriyor. Bu durum zaten sınırlı olan doğal kaynaklar üzerindeki baskıyı artırmakla kalmıyor, açlık, sosyal huzursuzluk ve savaş gibi insan hayatının sonunu getirecek olan olayların ihtimalini artırıyor. Yiyecek, su, ve enerji gibi kaynaklar için birbiriyle savaşmak zorunda kalmayacak gelecek nesiller hepimizin dileği. Bunun mümkün olup olmayacağı ise muamma.



Çise Ünlüer (30 Ekim 2011)
ciseunluer@gmail.com

21/10/2011

Adil ve Sürdürülebilir Su Kullanımı



Toplam 6.8 milyar insanın yaşadığı dünyada bu nüfusun yüzde elli (50%)’den fazlası kentsel alanlarda yaşıyor. Daha geniş çalışma veya eğitim fırsatları için kırsal alanlardan kentlere göç eden insanlar çoğu zaman geldikleri yerlerdeki yaşam şartlarından daha kötü, çevresel açıdan güvenli olmayan koşullar altında yaşamak durumunda kalıyor. Unutmamak gerekir ki, herhangi bir yerleşim yerinde yaşam standartlarını belirleyen etkenlerden biri de temiz suya ulaşım rahatlığıdır.

Bu doğrultuda, su ile bulaşan hastalıkların veya erken ölümlerin önüne geçmek tüm insanlara sağlıklı içme suyu sağlayarak olur. Ancak yüksek yoğunlukta insanların yaşadığı şehirlerde arıtılmadan temiz su sistemlerine katılan evsel ve endüstriyel atık sular yüzünden bu ekosistemlerin dinamiği ve dolayısıyla biyoçeşitliliği bozularak sadece insan hayatı değil tüm canlıların devamı için tehlike arz eden bir durum ortaya çıkıyor. Bu duruma getirilecek herhangi bir çözüm iyi planlanmış atık su şebekeleri ve arıtım sistemlerinin bu yerleşim yerlerine entegre edilmesi ile olur.

Hızla artan dünya nüfusunda Çin’in halkına getirdiği gibi her aileye 1 çocuk kısıtlaması, ilerde yaşanılacak su sorunun önüne geçebilir mi merak konusu. 1.3 milyar nüfuslu Çin’de suyun fiyatı birkaç sene öncesine kadar çok düşük olmasına rağmen hızla büyüyen sanayileşme ve üretim sayesinde suya biçilen fiyat gittikçe artıyor. Artan su fiyatı, daha geniş fırsatlar yolunda kırsal alanalardan şehirlere göç eden insanların hayatını daha da zorlaştırıyor. Peki bu durumda insan hakları hangi noktada devreye giriyor?

Ağustos ayında İsveç’te katıldığım LERU (League of European Research Universities) tarafından organize edilen “Equal and Sustainable Infrastructures” (Eşit ve Sürdürülebilir Altyapılar) konferansına İspanya’dan katılan öğrencilerden biri ülkesinde çok yağmur yağmadığından dolayı özellikle yaz ayları su sorunu çektiklerinden bahsediyor. Bu nedenden dolayı ilkokuldan başlayarak  tüm çocuklar suyu nasıl tasarruf edeceklerine dair eğitim alıyorlar. Tabii günün sonunda insanları eğiterek ancak belli bir noktaya kadar etkili olunabileceğinden bu yöntemin ne kadar etkili oluğu tartışılır. Ancak her şekilde sorunun ciddiyetini tüm topluma anlatmak açısından iyi bir başlangıç olduğu kesin.

Ülkemizde de benzeri eğitimlerin küçük yaştan başlayarak çocuklarımıza verilmesinin, su ve benzeri kayaklarımızın önemini anlamamızda yararlı olacağını düşünüyorum. Örneğin bir çocuk hayatının devamı için suyun ne kadar kritik bir kaynak olduğunu ve dikkatli kullanmazsa yakında tükeneceğini bilmesi gerekir. Bu şekilde davranan çocuklar, yaşları ne kadar küçük olursa olsun, su kullanımı ve tasarrufu konusunda kendilerine düşen sorumluluğu alarak geleceklerinin en büyük tehlikelerinden olan su sorununundan daha az etkilenebilirler, hatta bu yolda çözüm üretmeye çalışabilirler.

Suyun insan hayatının devamı açısından en değerli kaynaklardan biri olduğunun ve yer yüzündeki başka hiçbir şeyin yerini tutamayacağı bilincinin tüm insanlara yerleşmesinin önemi tartışılmaz. Bu noktada, UNESCO Başkanı İrina Bokova’nın 2010’daki Dünya Su Günü’nde söylediği şu sözleri hatırlatmak istiyorum: “İnsan nüfusu ve ekosistemlerin gelişmesi için su temiz olmalı, temiz kalmalı, ve en önemlisi herkes için erişebilir olmalıdır. Su kalitesiyle ilgili sorunları çözmek için geliştirilen yaklaşımlar kirliliği önleme, kontrol etme ve yeniden yapılanma stratejilerine dayalı olmalıdır.”

Su kaynaklarının temizlenmesi ve temiz kalmasında suyu kirleten maddelerin oluşumu ve bu kaynaklarda birikimi ile verilen mücadele karşılaşılan zorluklar arasındadır. Bu alanda ihtiyaç duyulan su arıtma ürünlerine olan talebin tüm dünyada her yıl 5.7% şeklinde artması ve 2013 yılına kadar 59 milar dolar civarına ulaşması bekleniyor. Bu miktar, dünyanın birçok noktasındaki ekonomik büyüme oranın çok üzerindedir.

Avrupa ülkeleri arasında basit bir kıyas yapacak olursak, bugün suya biçilen fiyatın en yüksek olduğu ülke sıralamasında metreküp başına yaklaşık $2 dolar ile Almanya geliyor. Almanya’yı benzer miktarlarla Danimarka, Belçika ve İngiltere takip ederken, dünyanın yenilenebilir tatlısu kaynaklarının yüzde yedi (7%)’sine sahib olan Kanada’da da 1 metreküp suyun fiyatı $0.4 civarı.

Avrupa Birliği’nin su konusunda önceliklerinin başında yoksulluğu azaltmak, insan sağlığını iyileştirmek ve geçim fırsatlarını arttırmak için güvenli içme suyu ve yeterli sanitasyona evrensel erişimi sağlamak geliyor. Bunlara ek olarak nehir, göl ve yeraltı sularının sürdürülebilir ve adil yönetimini sağlamak için gerekli organizasyonların ve altyapının kurulması ve güçlendirilmesi; ve son olarak adil, sürdürülebilir, ve uygun su dağılımının farklı kullanıcılar arasında koordine edilmesi geliyor.


Çise Ünlüer (23 Ekim 2011)
ciseunluer@gmail.com

15/10/2011

Su Yönetimi




Nerde olursak olalalım, yemek, kıyafet, enerji, hijyen gibi tüm ihtiyaçlarımızın ortak paydası: su. Dünya üzerinde içilebilir su miktarının sınırlı olduğunu biliyoruz ve bu bilinçte davranmamız gerekiyor. Bu soruna ancak ekonomik bir yaklaşımla çözüm getirilebileceğine inananlar çoğunlukta.

Dünyanın çoğu yerinde suyun fiyatını artırarak insanların günlük hayatta tükettikleri su miktarının kontrol altına alınabileceği konuşuluyor. Ancak bu durum tartışmasız eşitlik sorunlarını da yanında getirecektir. Böyle bir durumda, maddi açıdan zorluk çeken insanlar yeterli suya erişemeyebilir. Buna getirilecek bir çözüm tüm insanlara belli bir miktar su kullanım hakkı vererek, önceden belirlenen sınırın üzerine geçenlerin bu fazlalığı ödeyeceği bir sistemle olabilir. Bu şekilde gereksiz su kullanımı sınırlandırılabilir.

Her insana belli bir miktar su kullanım hakkı vermek, bir başka değişle insanların kullandığı suyu kısıtlamak, toplam su talebimizi azaltma yolunda olumlu bir adım olacaktır. Örneğin, kendilerine verilen su miktarı limitinin üzerine çıkmamak için insanlar hangi alanda ne kadar su harcaycaklarını kendileri kontrol etmek durumunda kalacağından bu alanda şimdi olduğundan çok daha dikkatli davranacak ve ister istemez su kullanımı konusunda bilinçlenecekler.

Peki bu sistemde suyun fiyatlandırmasını kim ya da hangi kuruluşlar yapacak? Her insana ne kadar su paylaştırıldığını kim kontrol edecek? İlk akla gelen fikir global bir yalaşım ile dünya çapında yapılacak bir anlaşma esasında tüm ülkeler arasında su paylaşımının sağlanması. Fiyatlandırma ise zamanla oluşacak arz-talep ilişkisinin dengeye oturmasıyla belirlenebilir. Bu şekilde suya ödenen fiyatın belirlenmesinde tüm insanlar rol oynayabilir. Tabii bu söylenildiği kadar kolay değil. Su kullanımını kontrol altına almayı hedefleyen herhangi bir çözüm yolunda cevaplanması gerekilen birçok soru ortaya çıkacaktır.

Böyle bir platform ülkeler arası rekabet ortamı yaratabilir. Bugün ülkelerin konumuna göre sahip oldukları su miktarı da değişiyor. Bu suyun her ülkeye adil bir şekilde dağıtılmasının ne kadar mümkün olduğu tartışılır. Eğer her ülkede başta olan yönetim tarafından halka dağıtılacak bir sistem düşünülürse, akılda tutulması gerekilen bir nokta bazı devletlerde ortaya çıkacak olan yolsuzluk ihtimalleridir. Bunun en iyi örneği bugün Afrika’da hale hazırda su sorunu çeken ülkelerdir. Bu nedenle, çözüm yolunda atılacak ilk adım güçlü ve dürüst bir şekilde çalışan devletlerin katılımı ve desteği ile olacaktır.

Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde yaşayan insanlar arasındaki ekonomik güç farkı ve farklı hayat şartları göz önünde buldurularak fiyatlandırma yapılmalıdır. Günün sonunda, Afrika’da işsizlik ve açlıkla savaşan biriyle İsviçre’de rahat yaşam süren birinden aynı ücreti talep etmek doğru bir yaklaşım olmaz. Bu durumda, gelişmiş ülkelerde yaşayan iyi kazançlı insanlara aynı suyu daha yüksek fiyatlardan satmak adil bir yaklaşım mıdır? Herkesin mutlu olacağı adil bir sistem yaratmak için tüm dünyada etkili olacak ama aynı anda yerel şartları da dikkate alacak kararların alınması gerek.

Bireysel su kullanımından çok daha fazla miktarlarda suya ihtiyaç duyan sanayi ve endüstrilere de ne kadar su tedarik edileceği görev verdikleri alanlara göre belirlenmelidir. Özellikle tarımla uğraşan şirketlerin ihtiyaçları doğrultusunda, herhangi bir su sarfiyatını limitleyici ama aynı anda şirketlerin büyümesini mümkün kılacak esnekliği sağlayan ve kullandıkları suyu geri dönüştürmelerini teşvik eden bir sistem geliştirilmelidir.

Dünya üzerindeki sınırlı miktarda olan su kaynaklarını iyi bir şekilde yönetmenin sağlam yatırımlar gerektirdiği kaçınılmaz bir gerçek. Olası bir yeniden yapılanmada gereken düzenin sağlanması için, oluşturulacak olan yerel kontrol merkezlerinden bilgi alınarak global bir sistem altında tüm dünya nüfusunun kullandığı su miktarı kontrol edilebilir, böylece hernagi bir eşitsizliğin önüne geçilebilir. Yani, global bir soruna yerel çözümler getirilebilir!

Bugün ne kadar rahat yaşıyorsak yaşayalım, su sorunu er ya da geç bizi de etkileyecektir. Çok yakın bir tarihte, bu değerli doğal kaynak yüzünden dünya üzerindeki dengelerin beklenilenden çok daha hızlı değişeceğini görmemiz mümkün. Özellikle küresel iklim değişikliği doğrultusunda artan sıcaklar yüzünden normalden daha hızlı eriyen buzullar, atık su yönetimi ve benzeri suyla bağlantılı sorunlara getirilecek olası çözümlerin aciliyetini arttırıyor.

Aslında çoktan vardığımız bir yol ayrımındayız ve buna göre aldığımız kararlar ya sürdürülebilir, ya değil, artık bunun ortası yok!


Çise Ünlüer (16 Ekim 2011)
ciseunluer@gmail.com

07/10/2011

Ozon Tabakasındaki Delik



Geçen gün medyada çıkan bir haber dikkatimi çekti. Nasıl çekmesin, kuzey yarımkürede atmosferin 30 kilometre üzerindeki ozon tabakasında eşi görülmemiş bir delik açılmış! Ve bu deliğin büyüklüğünü duydunuz mu? Tam 2 milyon kilometrekare!

Dünyanın farklı noktalarıdan biraraya gelen bilim insanlarından oluşan 29 kişilik heyetin gözlemleri doğrultusunda hazırlanan ve Nature dergisinde yayınlanan makaleye göre, dünyanın belli noktalarında bahar ayları boyunca yapılan ölçümlerde, ultraviyole ışınlarında yüzde üç ile beş (3-5%) arası artış görüldü. Peki bugüne kadar saptanan en büyük delik olarak kayda geçen ozan tabakasındaki bu zarar, insanlığa ne gibi olumsuzluklar getirecek? Araştırma grubunda yer alan bilimciler, kuzey kutbunda bu kadar büyük bir deliğin oluşmuş olmasını bu güne kadar farketmemiş olmamızın bu bölgedeki sorunları iyi anlamadığımız anlamına geldiğini belirtiyor.

Ne işe yarar bu ozon tabakası diye soracak olursanız, ozon tabakası, güneşten gelen zararlı ışınları emerek yerküreye ulaşan ısı miktarını limitliyor ve dünyanın aşırı ısınmasını önleyen önemli bir işlev görüyor. Ne zaman ki bu mükemmel sistemde bir delik oluşuyor, zararlı zararsız tüm ışınlar karşılarına bir engel çıkmadan dünyaya ulaşıyor. Bu durum dünyayı kendine ev bilmiş tüm canlıların hayatını olumsuz etkiliyor. Bu durumda, cilt kanseri başta olmak üzere aklımıza bile getirmek istemeyeceğimiz birçok farklı sağlık sorunu söz konusu.

Ozon (O3), 3 oksijen atomundan meydana gelen ve havadan daha ağır olduğundan dolayı atmosferin üst katmanında, yani yer yüzeyinden 10-50 kilometre yüksekte bulunan bir gaz. Gökyüzünün mavi renkte görünmesi ve gök gürültülü havalarda dışarıda farkettiğimiz temiz ve ferah bir his uyandıran havadaki koku da bu gaz sayesindedir. Güneşten gelen UV ışınlarından bizi koruyan özelliğinin yanında pek çok alanda yaşam kalitemizi yükselten ozon, dünyadaki en güçlü dezenfektanlardan biri olarak da sayılır.

Tehlikenin boyutunu idrak eder miyiz bilmem ama haberi okuduktan sonra aklıma gelen ilk soru bu deliğin tam olarak hangi ülkeler üzerinde bulunduğu oldu. Böyle bir durumla karşılaşan insan ister istemez ilk olarak beni ve sevdiklerimi nasıl etkiler diye düşünüyor. Böyle düşünen bir tek ben değilmişim ki birkaç gün sonra 700 milyon insanı etkileyeceği söylenilen ozon tabakasındaki deliğin tam olarak nerden geçtiği belirtiliyor.

İstanbul Teknik Üniversitesi Uçak ve Uzay Bilimleri Fakültesi Meteoroloji Mühendisliği Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mikdat Kadıoğlu, ozon tabakasındaki bu değişikliğin Türkiye’yi etkilemeyeceğini belirtti. Yapılan açıklamaya göre seyrelme Türkiye’nin kuzeyinden geçerek Karadeniz’in kuzeyindeki kıyılarından Romanya’ya doğru uzanıyor. Bu durumda Kıbrıs’ın da en azından şimdilik bu delikten etkilenmediğini düşünebiliriz.

Ama bu dikkatsizce davranıp korunmadan güneşe çıkmanın zararsız olacağı anlamına gelmiyor! Güneşin en zararlı ışınları olan UVC ışınlarının kanserojen olduğunu biliyoruz. Bu ışınlar normalde ozon tabakası tarafından tutulduğundan yeryüzüne ulaşmaz diye düşünülüyor. Ancak yukarda da belirtildiği gibi dünyanın farklı noktalarında yer yer incelen ve delinen ozon tabakası bu tehlikeyi gün ışığına çıkarıyor.

Hep sorunu konuştuk şimdi biraz da çözüme yoğunlaşalım diyorsanız işte ozon tabakasını ve kendimizi korumak için bu alanda bireysel olarak alabileceğiniz bazı önlemler. Her fırsatta bir tüketici olarka gücünüzü kullanın ve ozon tabakasına zarar veren kimyasal maddeleri içermeyen “ozon dostu” ürünleri satın almaya özen gösterin. Özellikle CFC ve HCFC içeren spreyleri kesinlikle kullanmayın!

Evlerinizdeki buzdolabı, derin dondurucular, ve klimaların belirli sıklıklarla servisini yaptırın. Bu servisler boyunca yapılan gaz değişimi sırasında mümkünse bu işlemi gerçekleştiren servis elemanını, eski gazın atmosfere salınmasını önlemesi için uyarın. Özellikle bizim gibi sıcak ülkelerde yaşayan insanlar için seyahatte olmazsa olmaz olan otomobil klimalarının soğutucu gaz olarak ozon tabakasına zarar veren maddeler içerebileceğini biliyor muydunuz? Peki bu zararlı maddeleri içermeyen gelişmiş modellerin varlığından haberdar mısınız? Yeni araba alırken bunlara önem vermeye çalışın.

Farklı endüstrilerde yaygın bir şekilde kullanılan yalıtım malzemelerinin ve ambalaj köpüklerinin de ozon tabakasına zarar veren kimyasal maddeler içerebileceğini unutmadan hareket etmek ve gerekmedikçe bu ürünleri tüketmemek gerekir. İnsanın günlük hayatta aklına bile gelmeyecek ama ozon tabakasına zarar veren birçok kimyasal madde mevcut. Bu konuda gerekli bilgiyi edinerek bu kimyasalları içeren ürünleri önlemek hem kendi sağlığımızı hem de dünyamızı korumamıza yardımcı olur.


Çise Ünlüer (9 Ekim 2011)
ciseunluer@gmail.com

30/09/2011

Hayat Kadar Gerçek



İnsanoğlu, bebeğin korumasını ve beslenmesini sağlayan amniyon sıvısı sayesinde daha anne karnında su ile yüzleşiyor. Dünyamızın yüzde yetmiş (70%)’i su ile kaplı. Bu miktarın yüzde doksan yedi (97%)’si tuzlu su olduğundan sadece yüzde üç (3%)’ü içilebilir nitelikte. Bugün hayatımızın devamı için ihtiyaç duyduğumuz tatlı suyun çoğu kuzey ve güney kutuplarda bulunan buzullarda saklı. Toplam su miktarından bunu da çıkarınca, toplam suyun sadece yüzde bir (1%)’i insanlar, bitkiler, ve hayvanların kullanımı için hale hazırda bulunuyor!

Su, tarım başta olmak üzere birçok sektörde olmazsa olmaz bir malzeme. Tüm canlıların devamı için geçmişten günümüze önemli bir yer taşıyan göl, dere, ve nehirler gibi verimli tatlı su ekosistemleri, eski uygarlıkların da yerleşim yerlerini belirlemede büyük rol oynamıştır. Yeraltı suyunu besleyip seviyesini koruyan ve bulundukları bölgenin iklimini ılımanlaştıran ekosistemler, sadece içme suyu değil, tarım ve birçok darklı endüstrilerin de ihtiyaç duyduğu suyu sağlarlar. Aynı zamanda sudaki fazla kirli maddelerin sudan arıtılmasını sağladıklarından bir doğal arıtma tesisi olarak da görev görürler. Tüm bunlar bir yana, bu tatlı su birikintileri, estetik yapılarıyla doğayı ve insan hayatını güzelleştirdikleri gibi ruhsal bütünlüğümüz üzerinde de olumlu bir etkiye sahiptirler.

Dünyadaki toplam su kullanımının yüzde yetmiş (70%)’i sulama ve ekin yetiştirme için ayrılıyor. 1960’tan beri sulama için kullanılan global su miktarı yüzde atmış (60%)’dan daha fazla artmış, zaten kısıtlı miktarda olan tatlı su üzerindeki küresel su talebi ise hızla artan dünya nüfusuna paralel olarak son 10 yılda 6–7 kat artmıştır. Ancak belirtmek gerekir ki bu oran, dünya nüfüsünun artış oranının 2 katından fazladır. Bu da şunu kanıtlıyor ki, günümüzde yoksul ve gelişmekte olan ülkelerde yaşayan 2.6 milyar insan hala daha yeterli temiz suya erişimleri olmadığı için sağlıksız koşullarda yaşıyor, hatta çoğu zaman yaşayamıyor.

Her 8 dakikada bir çocuğun yeterli ve temiz içilebilir suya erişimi olmadığı için öldüğünü biliyor musunuz? Peki şu an elinizi uzattığınız anda temiz suya ulaşamayacağınızı düşünün ve bunun aslında gerçek olduğu bir hayatı kafanızda canlandırın. Hayat ne kadar farklı olurdu değil mi? Amacım acı gerçeklerle içinizi karartmak değil, duygu sömürüsü yapmak hiç değil. Ama durumun ciddiyetini görmezden gelerek hayatımızı sürdüremeyiz.

Bugün en fazla su harcayan alanlardan biri et üretimi! Sürdürülebilir olmayan bir şekilde gerçekleşen hayvan yetiştirilmesinden dolayı dünyadaki tatlı su kaynakları hızla kirlenmekte ve yok olmaktadır. Bunu anlamanız için çok basit bir örnek: yarım kilo buğday üretimi için kullanulan su miktarı 25 galon iken yarım kilo et üretimi için bu miktar 5000 galon! Yani et yiyenler yemeyenlere göre tükettikleri her yarım kilo et için 200 kat daha fazla su sarfiyatına neden oluyor! Ne yazık ki bizim gibi et tüketimine önem veren toplumlarda, bireylerin maddi kazançları arttıkça tükettikleri et miktarı da artıyor. Bu yanlış zihniyetinin değişmesi için insanların et tüketimi hakkında bilinçlendirilmesi, “üzümü ye bağını sorma” anlayışından uzaklaştırılması gerekir.

Tüm üretim ve tüketim süreçlerinde kullanılan toplam su miktarını açıklamak için kullanılan “sudaki ayak izi” kavramı, insanların günlük hayatta kullandıkları su miktarını ölçmelerine ve kontrol altına almalarına yardımcı olur. Sudaki ayak izimizi tamamen anlamak için “embedded water” (Türkçesi “gömülmüş su”) olarak bilinen, yetiştirilen yiyeceklerden giydiğimiz kıyafetlere, ihtiyaç duyuduğumuz herşeyin üretiminden elimize ulaşana kadar kullanılan su miktarını açıklayan terimi kullanmak gerek. Daha iyi anlamak için örneklendirecek olursak, 1 kilo kağıtta 10 litre, 1 kilo ekmekte 440 litre gömülmüş su vardır. Öte yandan 1 kot pantolonda 10850 litre gömülmüş su var! Bir diğer değişle, üzerinde çok da kafa yormadan aldığımız bir kot pantolon, içerisindeki pamuğun yetiştirilmesinden elimize ulaşana kadar nerdeyse 11000 litre suya mal oluyor!

Ülkemizi de içine alan Akdeniz iklim kuşağında, bu yüzyılda küresel ısınma kaynaklı kuraklığın, yüzey sularında yüzde otuz ile kırk arasında (30-40%) azalmaya neden olacağı öngörülüyor. Böyle bir durumda, elimizdeki su ve su kaynaklarına bağlı ekosistemlerin gittikçe daha da zorlanacağı kesin. Uzun lafın kısası, gelecek bugünden daha kolay olmayacak!

Dünyadaki su kıtlığı çeken 80 ülke dünya nüfusunun yüzde kırk (40%)’ını oluşturuyor. Sadece Afrika’da bile insanlar hayatlarını devam ettirmek için ihtiyaç duydukları suya ulaşmak amacıyla senede toplam 40 milyar saat yürüyorlar! Evinin konforunda çeşmeye elinini uzattığı anda hiç zahmet etmeden suya rahatlıkla ulaşan bizler için bu hayal edilemeyecek kadar uzak bir düşünce olsa da milyarlarca insan için hayat kadar gerçek!

Bu ülkelerde evlere temiz su ulaşımı görevini genellikle kadınlar ve çocuklar üstleniyor. Suya ulaşmak için yürüdükleri uzun yolda bu kadın ve çocuklar tamamen korumasız oldukları için taciz ve fiziksel saldırı gibi birçok farklı tehlikeyle karşı karşıya kalıyorlar. Bu yetmezmiş gibi ağır su kaplarını uzun mesafeler taşıdıkları için bu insanlar erken yaşta omurga ve sırt ağrısı sorunları çekiyor ve genellikle uzun ömürlü olmuyorlar. Oysa bu işlem için harcadıkları saatler eğitimleri için harcanabilir, bu şekilde gelecek vaadeden nesiller yetişir, kadınlar da ülkelerinin gelişimine en az erkekler kadar katkı koyabilir.

Çise Ünlüer (2 Ekim 2011)
ciseunluer@gmail.com

24/09/2011

Gerçeğin 24 Saati




İklim değişikliğine inanıyor musunuz? Elimizde bu kadar bilimsel kanıt olmasına rağmen bu gerçeğe hala daha inanmayıp ciddiye almayanlar var! Özellikle rahat hayatlarını “sırf gezegeni kurtarmak için” değiştirerek konforlarını bozmak istemeyen birçok insanın görüşü bu.

Bu durumun farkında olan eski Amerikan Başkan Yardımcısı, siyaset ve iş adamı, Nobel Barış Ödülü sahibi Al Gore, iklim krizine dikkat çekmek amacıyla “The Climate Reality Project”e öncülük yaparak “24 Hours Of Reality/24 Saatlik Realite”yi başlattı. Projenin vermeye çalıştığı esas mesaj basit olduğu kadar etkili: İklim değişikliği gerçeği artık bir tartışma konusu değildir!

İklim değişikliğinin varlığını kanıtlayacak o kadar olay var ki! Son zamanlarda dünyanın çeşitli noktalarında yaşanmakta olan sel, kuraklık ve kasırga gibi normalin dışında gerçekleşen hava koşullarının tümünün “insan yapımı kirlilik” olduğu apaçık ortada. Bu durumda atılması gereken adımlar gelecekte değil, şimdi atılmalıdır!

14 Eylül'den 15 Eylül'e, “24 Saat Realite” başlığı ile 24 saat diliminin altını çizerek 23 aktivist tarafından 13 farklı dilde ulaştırılan sunumlar için Türkiye’yi, yeşilist.com’un kurucusu Ergem Şenyuva, 15 Eylül’de yerel saat 19:00’da sunumunu vererek başarı ile temsil etti. Etkinlik, daha sonra New York'ta Al Gore'un sunumu ile sonlandı.

İklim Gerçekliği Projesi’ne biraz yakından bakacak olursak, proje büyük fırtınalar, seller ve aşırı kuraklığın insan hayatını gittikçe daha çok etkilediğini belirterek başlıyor. Zamanla daha sık gerçekleşmeye başlayan bu normal dışı olayların gittikçe kabul edilen yeni normaller halini alması düşündürücü. Bilim dünyasının, insanoğlunun şu anda yaşamakta olduğu iklim değişikliği gerçekliğine neden olduğunu kanıtlamış durumda olmasına rağmen petrol ve kömür fabrikaları ile diğer güçlü menfaatler, fosil yakıtların yanmasının dünyayı tehdit ettiği gerçeğini görmezden gelmeyi ve hatta aksini savunmayı tercih ediyor! Bu da bizi İklim Gerçeği Projesi’nin esas gerçekleştirilme nedenine getiriyor.

Proje dünyanın farklı noktalarında hayat süren bireylerin iklim değişikliği gerçeğini fark etmesine ve bu sorunu çözebilmeleri için atacakları adımlara yardımcı olmak için gerekli platformu oluşturuyor. Proje kapsamında yapılan sunumlar, farklı ülkelerde uçlarda yaşanan hava koşullarına dikkat çekiyor. Bugüne kadar yapılan tüm ölçümlerde 2010 yılının yaşanan en sıcak yıl olarak kayıda geçtiğini akılda tutacak olursak, bizi bekleyen gelecek yılları düşünmek bile insanı korkutuyor. Artan sıcaklığa ek olarak yoğun fırtınalar, ağır kuraklık ve sıcak hava dalgaları daha sık yaşanıyor, bu olaylardan etkilenen insan sayısı gittikçe artıyor.

Şimdi diyeceksiniz ki bu fırtına ve seller gibi meteorolojik olaylar doğanın bir gerçeği değil midir? Aslında evet, ancak durum şu ki, iklim değişikliği uç noktalara ulaşan hava koşullarını, hem daha sık hem de daha ağır yaşanır kıldığından çok daha fazla insanın hayatına mal oluyor, evini elinden alıyor, yaşamını olumsuz etkiliyor.

Milyonların ziyaret ettiği climaterealityproject.org adresinden hakkında daha fazla bilgi alabileceğiniz 24 Saat Realite Kampanyası'nın sayesinde iklim değişikliğini inkar eden lobi grupları ve benzeri kurumların elinde milyonlarca dolar olsa da, gerçeğe inanların, gerçekliğe sahip olanların elindeki avantajın daha güçlü olduğunu anlıyorsunuz. Tabii gerçek anlamda bir değişimin, her daim mevcut durumu muhafaza etmek isteyen köklü çıkarlar olacağından daha zor olduğunu inkar edemeyiz. Örneğin insan ürünü olan petrol ve kömür endüstrilerinin neden olduğu kirlilik iklim değişikliğine sebep olmasına rağmen bu endüstriler kendi kısa dönemli çıkarları için atmosferi kirletmeyi sürdürmeyi seçiyor.

Ancak şanslıyız ki iklim değişikliğiyle ilgili bilimsel kanıtlar sürekli bir şekilde artıyor ve gittikçe daha iyi algılanıyor. Bunun farkında olan birçok insan, birşeyler yapılması gereken zamanın şimdi olduğunu biliyor ve dünyanın farklı yerlerinden bu doğrultuda katkı koyuyor. Tabii gerçek bir değişim için daha çok insanın gerçeklerin farkına varmasına ve bu gerçeğe karşı adım atmasına ihtiyaç var.

İklim krizinin tüm dünyayı etkilemesi sebebiyle, 24 saat dilimini temsil edecek şekilde dünya çapında aralarında Hawaii, Jakarta, Dubai, Rio De Janeiro, ve Beijing’in bulunduğu 24 şehire odaklanan The Climate Reality Project’in bir ayağı da İstanbul’da gerçekleşti. Yapılan çalışmalara göre Türkiye’nin bu yüzyılın ikinci yarısında, bölgesel farkılılıklar ile birlikte, daha sıcak hale geldiğinin altı çiziliyor. İklim modelleri, bu yüzyılın sonunda, Doğu Akdeniz'de sıcaklıkların 2-8 santigrat derece yükseleceğini ve bölgede yağışların azalacağını gösteriyor.

Türkiye adına İklim Gerçekliği sunumunu İstanbul’dan tüm dünyaya ulaştıran Ergem Şenyuva, konuşmasının sonunda iklim değişikliği ve küresel ısınma ile ilgili bizim nasıl katkı koyabileceğimizi, çözümün nasıl parçası olabileceğimizi de anlatıyor. Bizi küresel ısınmanın etkilemediğini düşünen tüm insanlara serbestçe konuşarak bu gerçekliği anlatmamızı, inkarın tartışmasız olmasına izin vermemizi teşvik ediyor konuşmacı. Bu alanda dünyaya yayılmak için sosyal ve geleneksel medyadan yararlanmanın faydalı olacağını eklemekte yarar var.

İklim Gerçekliği Projesi’ne veya ağaçlandırmayı yaygınlaştırmak için çalışan TEMA (tema.org.tr) gibi kendini iklim krizini çözmeye adamış diğer organizasyonlara katılmayı düşünür müsünüz? Bunlara ek olarak, günlük hayatta yaptığımız seçimlerde enerji kullanımını azaltan tercihler yapmak ve satın aldığımız ürünlerin çevreye etkisini göz önünde bulundurarak hareket etmek büyük etki yaratacaktır. Örneğin, mümkün oldukça uzaktan gelmeyen yerel ürünleri tercih etmek hem ekonomimize yardımcı olur hem çevreye verilen zararı büyük ölçüde azaltır.

Bu konuda atabileceğimiz en önemli adımlardan bir diğeri vazgeçmemek! Değişen yasaların değişen ampüllerden daha etkili olacağını unutmadan bizi yönetenlere bunun bizim için önemini anlatmalı, siyasetçilerimizi iklim krizini çözmek için ne söylediklerine ve yaptıklarına bağlı olarak destekleyeceğimizi veya tam tersi bir durumda güçlü bir şekilde karşı çıkacağımızı belirtmeliyiz.

“Şimdi artık hareket, eylem zamanı!” sözleri ile tamamlanıyor sunum. Çünkü bir yerlede, iklim değişikliği gerçeğinin önemli olmadığı bir dünya olabilir ama bu bizim gezegenimiz değil! Üzerinde yaşadığımız dünya, sahip olduğumuz, sevdiğimiz, üzerinde çocuklarımızı yetiştirebileceğimiz, yaşayabileceğimiz TEK yer! Buna göre sadece bir gerçek var: şimdi hareket zamanı!


Çise Ünlüer (25 Eylül 2011)
ciseunluer@gmail.com

16/09/2011

Yenilenebilir Enerji ile Geleceği Yakalamak




Bu hafta sizlere yenilenebilir enerji alanında son zamanlarda yapılan sevindirici gelişmelerden bahsetmek istiyorum.

Greenpeace tarafından yayınlanan Yenilenebilir Enerji Ağı Raporu  REN21 (Renewable Energy Policy Network for the 21st Century)’e göre nükleer enerjiye kıyaslandığı zaman, hızla yaygınlaşan kullanımları sayesinde 5 katı daha fazla enerji sağlayan yenilenebilir enerji kaynakları 2010 yılında dünyanın toplam birincil enerji (elektrik, ısı ve ulaşım) ihtiyacının yüzde on altı (16%)’sını karşılayacak boyuta ulaştı.

Özellikle Japonya’da yaşanan Fukuşima felaketinden sonra, 7 santralini kapatarak 2022 yılına kadar nükleer enerji kullanımını tamamen durdurma kararı alan Almanya başta olmak üzere birçok ülke nükleer enerjiden vazgeçiyor. Bu alanda gerçeklerin farkına varıp gözü açılan Japonya, 14 yeni reaktörün inşaatını iptal etti. Japonya’ya ek olarak İsviçre 3 yeni nükleer reaktör planını çöpe attı ve 2034 yılına kadar şu an varolan nükleer santrallerini kapatacağını açıkladı. Nükleer enerjiye yatırım yapmayı planlayan Çin de bu planları durdururken, İtalya’da referanduma taşınan nükleer santral konusu halkın yüzde doksan beş (95%) oyu ile onaylanmadı! Sanırım tüm bu örnekler dünyanın nükleere karşı hislerini ve bu konuda ne kadar dikkatli adım atılması gerekiğini anlamak için yeterli.

Dünyada yeninelenebilir enerjiye yapılan yatırım 2004 yılna göre 5 katı artarak 211 milyar dolar civarına ulaştı. Çin ve Amerika, aynı anda dünyanın hem en çok karbon salımına neden olan hem de yenilenebilir enerji sektörüne yatırımı yapan ülkeler sıralamasında başı çekiyor. Peki bu alanda Türkiye ne kadar başarılı diye soracak olursanız haberler iyi değil. Ülkede kullanımı yaygınlaştırılan sıcak su üreten güneş kolektörleri Kobiler hariç, Türkiye yenilenebilir enerjiler konusunda yüksek potansiyelli bir ülke olmasına rağmen bu potansiyelin sadece yüzde bir (1%)’ini kullanıyor!

Dünyada enerji tüketimi açısından en başta gelen ülkelere bakacak olursak, Amerika’da kullanılan tüm enerji miktarının yüzde on bir (11%)’i yenilenebilir enerji kaynaklarından elde ediliyor. Hızla büyüyen ekonomisiyle nerdeyse her konuda Amerika’ya rakip çıkan yükselen güç Çin, 2010 yılında rüzgar, güneş ve hidroelektrik enerji alanında dünyadaki en yüksek üretim miktarlarıyla şu an lider durumda. Buna göre Çin, toplam enerji ihtiyacının yüzde yirmi altı (26%)’sından daha fazlasını yenilenebilir enerji kaynaklarından elde ediyor. Bu ülkenin tüm dünyada kullanılan birçok ürünü kendi topraklarında ürettiğini akılda tutacak olursak, başka ülkelere kıyasla Çin’de yenilenebilir enerji kullanımının ne kadar yüksek olduğunu daha iyi anlayabiliriz.

Daha küresel bir yaklaşım benimseyecek olursak, her ne kadar da yaşanan ekonomik krizden etkilenmiş olsa da, dünyada kullanılan tüm rüzgar enerjisi miktarının 2017 yılına kadar üç kat büyümesi bekleniyor. Rüzgar enerjisi sektörü, 2008 yılında yüzde yirmi dokuz (29%), 2009 yılında yüzde otuz iki (32%), ve 2010 yılında ise tüm zorluklara rağmen yüzde yirmi iki (22%) büyümeyi başardı.

Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin hızla yenilenebilir enerji sektörüne yatırım yaptığı bu günlerde, komşumuz Türkiye aynı hızla nükleer enerjiye yöneliyor. Bu alanda yapılan çalışmaları destekleyenlerden biri AKP’nin Mersin İl Genel Meclis üyesi İbrahim Gül. Gül’e göre, nükleer santral konusunda gerekli bilgiye sahip olmadan yorum yapanların sayısı çok ve çevreciler halkı yanlış bilgilerle yanıltıyor. “Dünyadaki en temiz enerji kaynağı nükleer santrallar. Bunların dumanı yok, isi yok” şeklinde bu konudaki düşüncelerini belirten Gül, gazetecilerin soruları karşısında dayanamayıp, nükleer enerji konusundaki bilgileri google’dan araştırarak elde ettiğini itiraf etmek zorunda kalıyor! Her ne kadar da kendisinin “araştırmacı yönünü” takdir etmek istesek de, Türkiye’de teknik açıdan yeterli çalışanlar olmadığından kontrolünün tamamı ile Rusya’ya bırakılacağı Akkuyu nükleer santralının gelecekte çıkaracağı olası sorunları düşünmek bile istemiyorum.

Yenilenebilir enerji konusunda uluslararası liderlik forumu düzenleyen bir küresel politika ağı olarak tanımlanan REN21’in esas hedefi gelişmekte olan ve sanayileşmiş ülkelerde yenilenebilir enerjilerin hızla büyümesi için politika geliştirme işlemlerini hızlandırmak. Rapora göre gelişmekte olan ülkeler küresel yenilenebilir enerji gücünün yarısından fazlasına sahip. Bu doğrultuda, sürekli gelişen teknolojiler sayesinde artık yeninelenebilir enerjiye yatırım yapan ülkeler enerji konusunda söz sahibi olacak. REN21’e göre tüm insanların ihtiyaç duydukları enerjiyi yenilenebilir enerji kaynaklarından sağlamak ekonomik açıdan da mümkün. Bu durumda, nükleer enerjiye yatırım yapan Türkiye’nin yarışın neresinde kalacağını tahmin etmek zor değil.


Çise Ünlüer (18 Eylül 2011)
ciseunluer@gmail.com

09/09/2011

Bir Fika’nın kırk yıl hatırı var!



İsveçliler’in günlük alışkanlıklarından bir tanesi ‘Fika’ diya adlandırdıkları kahve ve yanında yenilen tatlı keyfi. Genellikle günde 2 defa gerçekleştirilen bu aktivite, sabah 9 ve öğleden sonra 3 civarı ülke genelinde çalışma arası molası olarak ortamları renklendiriyor. İsveç’te fika olmadan toplantı olmaz diye hatırlatıyor Manuela.

Eşitliğe verilen önem

Genellikle eşitliğe inanıyor İsveç halkı. Başka ülkelerden çalışmak için gelen insanları eşit görerek, onları halka kazandırmak istiyor. İsveç’e okumak için Amerika, Nijerya ve Almanya gibi başka ülkelerden gelen birçok yabancı öğrenci ile tanışıyorum konferansta. Bu öğrencilerin nerdeyse tümü eğitimleri boyunca kendi istekleri ile İsveççe öğrenmiş. Eğitimlerini tamamlayınca da ülkelerine geri dönmek yerine İsveç’te hayatlarını sürdürmek istemelerinden bu ülkeyi ne kadar sevip benimsedikleri kolaylıkla anlaşılıyor.

İsveçliler’in “Lagom” diye bir sözü var. Lagom “ne çok az ne çok fazla” anlamına geliyor. Kahvenin yanında istenilen şeker miktarını belirlemek gibi basit kullanımlardan insan karakterini anlatmaya kadar geniş bir kullanıma sahip lagom kelimesi. İnsanların ne çok hırslı ne de çok mütevazi, sadece dürüst olmaları teşvik ediliyor. Başarıyı hırslı, rekabete dayalı bir sisteme göre değerlendiren Amerika’ya kıyaslandığı zaman tam tersine, kişisel başarıların gösteriş yapacak şekilde gözler önüne sürülmesi İsveç’te takdir gören bir davranış değil. Tam tersine, insanların iyi oldukları yanlarını başkalarını desteklemek için mütevazi bir şekilde kullanmaları teşvik ediliyor. Belirli yönlerden zayıf olan insanlara fazladan destek veriliyor, herkesin eşit seviyeye gelmesine önem gösteriliyor İsveç’te. Eğitim ve çalışma ortamlarında eksiklik gösteren insanlar arkadaşlarından eleştirinin tersine destekleyici ve yapıcı öneriler alarak gelişimlerine olumlu bir şekilde katkıda bulunuluyor. Çünkü burda “eşitlik” gerçekten önemli bir kavram.

Araba girmeyen yollar

İsveç’in diğer bir güzel yanı yaygın bir şekilde ülkenin tüm noktalarına kolay ulaşımı sağlayan toplu taşımacılığı. Helsingborg dahil olmak üzere çoğu şehirde arabaya ihtyaç duymadan yaşanılabiliyor. Kentin taşlı sokaklarından bisikletleri ile geçen insanları görmek insana mutluluk veriyor. Bisikletle gidilemeyecek mesafeler de rahatlıkla tren veya otobüslerle gidilebiliyor. Ayda 110 Euro kadar bir ücrete 1 ay boyunca Scania şeklinde adlandırılan İsveç’in tüm güney bölgelerini sınırsız miktarda ziyaret edebilirsiniz. Scania (İsveççe’de “Skane”) bölgesi İsveç’in güneyindeki 25 ili içine alan bölge. Scania’nın en büyük şehri olan Malmo 300,000lik nüfusuyla İsveç’de en çok insanın yaşadığı üçüncü büyük şehir.

Helsingborg’da yeşil yaşam

Konferansın yer aldığı Helsingborg kenti tarihi binalarla dolu. İnsanlar tarihle iç içe yaşıyorlar ama çevreye olan saygılarından herşey yüzlerce sene önceki gibi aynen duruyor. Her ne kadar da hayranlık duyulacak bir olay olsa da, İsveç yönetimi, nerdeyse tümü tarihi önem taşıyan binalara verilecek herhangi bir zararı önlemek için bu yapılara güneş panelleri ve benzeri yenilenebilir enerji aygıtları takılmasına izin vermiyor. Ancak bölgede yaşayan gençler bir araya gelerek bu ve benzeri konularda adımlar atıyorlar, tarihlerini yok etmeden geleceklerini kurma yolunda çalışıyorlar. Girişimlerinden bir tanesi yaşadıkları bölgelerde kendi organik yiyeceklerini yetiştirmek. Bu gençler, biraraya gelerek kendi yarattıkları şebekelerde ürettiklierini birbirleri ile paylaşıyor, yetenekli oldukları alanlarda başkalarına yardımcı oluyorlar.

Doğruyu söylemek gerekirse İsveç, İngiltere ve Almanya başta olmak üzere Avrupa’nın diğer ülkeleri kadar geri dönüşüm yapmıyor. Konferansın devam ettiği 4 gün boyunca yaklaşık 4000 tane plastik bardak kullanıldığını ve bunların geri dönüşüm yerine çöpe gittiklerini öğreniyorum organizatörlerden. Sürdürülebilirlik konulu bir toplantı olunca insan ister istemez işin bu yönünü de düşünmeden edemiyor. Daha sonra tanıştığım, önceleri politikacı olan ama daha sonra iletişim okumak için üniversiteye geri dönen İsveçli anne Tutti’den öğreniyorum ki yaşam alanlarında da durum çok farklı değil. Tutti’ye göre evlerde de geri dönüşüm yapmaları için her aileye gereken bilgi ve malzemeler verilmiyor. Avrupa’nın İngiltere ve Almanya başta olmak üzere farklı ülkelerindeki yerleşim yerlerinde yaygın olarak görülen geri dönüşüm kutuları burada nadiren karşınıza çıkıyor. İnsanlar evlerinde kullandıkları yiyecek paketlerinin ve diğer tüm malzemelerin geri dönüşümünü yapmak için arabalarına atlayıp en yakın geri dönüşüm malzemelerine götürmeleri gerekiyor. Bu zorluk da ister istemez geri dönüşüme verilen önemi ve bununla bağlantılı olarak yapılan geri dönüşümün miktarını azaltıyor.

Evinizde İsveç’ten bir parça

Bize biraz uzak olsa da çoğumuzun evinde İsveç’ten bir parça var – IKEA! İsveç kökenli uluslararası mobilya mağazasının, çoğu Avrupa, Kuzey Amerika, Asya ve Avustralya’da bulunan, tolam 38 farklı ülkede 313 mağazası bulunuyor. IKEA 1943 yılında o zaman 17 yaşındaki Ingvar Kamprad tarafından İsveç’te kuruldu. Firma kurucusunun isminin baş harflerine ek olarak doğduğu çiftlik Elmtaryd ve evinin bulunduğu İsveç’teki Agunnaryd bölgesinin baş harflerinin bir araya gelmesi ile IKEA ismi oluştu.

Ülkesinin yeşil yaklaşımına paralel olarak, IKEA dünyadaki tüm firmalara örnek olacak bir harekette bulundu ve kullandığı enerjinin tamamını yenilenebilir enerji kaynaklarından sağlamak için 2012 yılının başında İsveç’te inşaatına başlanacak olan rüzgar türibini çiftiğine ek olarak İngiltere’de 39000 adet güneş paneli kurmayı planladığını açıkladı. IKEA’nın bugün Danimarka, Fransa, ve Almanya’da rüzgar santralleri bulunuyor. Bu plana eklemek istediği yeni girişimleri ile birlikte firma yenilenebilir enerji konusundaki yükümlülüklerini yerine getiriyor. IKEA getirdiği bu yenilikler sayesinde 100% yenilenebilir enerji hedefine biraz daha yaklaşarak yenilenebilir kaynaklardan üretilecek olan elektriğin sağlayacağı tasarrufu fiyatlarına da yansıtarak müşterisi sayısını ve memnuniyetini artıracak.

Yaz aylarını arkada bırakmış olsak da, İsveç’i bir sonraki tatil planlarınızı yaparken düşünmenizi tavsiye ederim. Yeşil doğası, insan sevgisi, ve eşitliğe verilen önemi ile İsveç’i ilk görüşte sevmemeniz imkansız!


Çise Ünlüer (11 Eylül 2011)
ciseunluer@gmail.com

02/09/2011

Danimarka’dan İsveç’e



Geçen haftalarda LERU (League of European Research Universities) tarafından organize edilen “Equal and Sustainable Infrastructures” (Eşit ve Sürdürülebilir Altyapılar) konferansına katıldım. Konusundan daha gitmeden çok ilgimi çekeceğini bildiğim konferansın başladığı andan son dakikaya kadar sunulan ve tartışılan her konuyu sizinle paylaşmak, öğrendiklerimi anlatmak için hiç durmadan notlar aldım. Ama önce sizlere biraz konferansın yer aldığı ülkeden ve buranın kültüründen bahsetmek istiyorum.

İsveç’teki Lund Üniversitesi’nin Helsingborg’daki kampüsünde gerçekleşen konferansta sürdürülebilir su kullanımından cinsiyet eşitliğine, atıkların ihtiyaç duyulan kaynaklara dönüştürülmesinden kentsel yenileme projelerine kadar farklı konular tartışıldı. Sabah oturumlarında kendi alanlarında uzman olan araştırmacıların konuşmalarının ardından günün geri kalanında konferansa katılan öğrenciler farklı tartışma guruplarına ayrılarak daha önceden belirlenmiş sürdürülebilirlikle ilgili çeşitli konularda fikir üreterek bilgi alışverişinde bulunma fırsatı buldu.

Avrupa’nın en iyi üniversiteleri arasında yer alan Lund Üniversitesi 1666 yılında kuruldu. Okulda eğitim gören 46000 öğrenciden yaklaşık 3000’i doktora yapıyor. Üniversite’nin toplam 8 fakültesi, 6000 çalışanı var. Burda araştırma yapan 562 profesörden yüzde on sekiz (18%)’i kadın. Üniversite özellikle cinsiyet eşitliği konusuna çok önem verdiğinden bu oranı en az yüzde elli (50%)’ye kadar çıkarmak için çeşitli çalışmalar sürdürüyor. Mühendislik, hukuk, tıp, ve birçok farklı bilim dalında eğitim veren üniversitenin esas kampüsünün bulunduğu Lund şehrine ek olarak Helsingborg, Malmo ve Ljungbyhed bölgelerinde de farklı kampüsleri bulunuyor.

İsveç’in dili bir Kuzey Cermen dili olan ve Norveççe gibi dillerle yakın akraba olan İsveççe’dir. 1 Ocak 1995'ten beri Avrupa Birliği'nin üyesi olan ülke halen kendi para birimi olan İsveç Kronu’nu kullanıyor. Helsingborg ülkenin güneyinde yer alan 95000 nüfuslu bir deniz kenti. Kent, Danimarka'ya ve Avrupa'nın Baltık kentlerine olan yakınlığından ötürü, tarihi boyunca önemli bir konumuda olmuştur. Helsingborg’a Danimarka’nın başkenti Kopenhag’dan trenle veya Danimarka sınırındaki Helsingor şehrinden feribotla ulaşmak mümkün. Biraz daha zahmetli olsa da ben oyumu tren yerine feribottan yana kullandım. Bu yolla Danimarka ve İsveç arasındaki denizde kısa bir seyahat edebilir, İsveç kıyılarına yaklaşırken ülkenin güzelliğine yakından şahit olabilirsiniz.

Helsingborg’a varan feribotun hemen suyun yanındaki tren istasyonunun tam yanında durması ve feribotla ülkeye ulaşan yolcuların direk olarak merkezi tren istasyonuna inmesi büyük bir avantaj. Danimarka ve İsveç birbirine o kadar yakın ki nerdeyse bir ülke hissi veriyorlar. Aralarında tatlı bir rekabet bulunan iki ülke de insanın gözüne yaşanılası bir ortam sunuyor. Buraya okumak için gelen nerdeyse tüm yabancı öğrenciler kısa bir süre içinde kendi istekleriyle aldıkları ek kurslar sayesinde İsveççe öğreniyor, bu dilin öğrenilmesi kolay bir dil olduğunu düşünüyor.

İsveç’in vatandaşlarına sunduğu en iyi olanaklardan biri bedava üniversite eğitimi! Buna ek olarak devlet ihityacı olan tüm öğrencilere kişisel ihtiyaçlarını karşılamak için her sene belirli bir miktar burs da veriyor. Konferans’a katılan öğrencilerden aslen Alman ama son 6 senedir İsveç’te yaşayan Manuela ile İsveç kültürü ve burda öğrenci hayatı hakkında sohbet etme fırsatı buldum. Manuela tüm sene boyunca kaldığı yurt için yaz aylarında kira ödemediğinden bahsediyor. Öğreniyorum ki İsveç, haziran başından ağustos ayı sonuna kadar yazları 3 ay boyunca yurtlarda kalmak isteyen öğrencilerinden kira almıyor. Çünkü yaz mevsiminde okulların kapanmasını fırsat bilerek farklı mesleklerde çalışan ve bu yolla kendi geçimlerini sağlamaya çalışan öğrencilere devlet de destek olmak istiyor. Üniversite’nin esas kampüsünün bulunduğu Lund şehrinde dönem boyu ödenen öğrenci yurtlarının ücretleri İngiltere’deki fiyatların nerdeyse yarısı kadar.

İsveç’in sınır komşuları batı ve kuzeyden Norveç, doğudan ise Finlandiya'dır. Konferansta Finlandiya’lı Eeva ile tanışıyorum. 5,400,000 nüfuslu Finlandiya’da insanların genellikle yönetimden mutlu olduklarından, finansal açıdan kötü günler geçiriyor olsa da Avrupa Birliği’nin bir parçası olmaktan memnun olduklarını konuşuyoruz Eeva ile. Günün sonunda Finlandiya küçük bir ülke olduğundan büyük bir gücün parçası olmak onlara güven veriyor. İsveç gibi Findlandiya da öğrencilerine tamamen ücretsiz üniversite eğitimi sunuyor. Bu yetmezmiş gibi bir de üniversitede okumak isteyenleri ödüllendirmek, üniversite eğitimini teşvik etmek için her ay 350 Euro civarında bir miktarı her öğrencisine destek olarak veriyor. Yani öğrenciler okudukları süre boyunca ödeniyorlar! Eğitime önem veren insanların bu ülkeleri imrenmemesi mümkün değil.

Güneyinde yer alan Öresund Köprüsü ile Danimarka'ya bağlı olan İsveç’in kültürünü anlatıyor Manuela. Anlattıklarından insanların birbirine olan saygısı ön plana çıkıyor. İnsanlar arasında hiyerarşinin pek olmadığını öğreniyorum. Bunun en güzel örneği ülkedeki aile yapısı. İsveçli aileler çocuklarını birer yetişkin birey olarak görüyor. Bizim alışkın olduğumuz aile yapısının tersine, İsveç’te anne babalar çocuklarının küçük yaştan itibaren kendi seçimlerini yapmalarını teşvik ediyor. Aile içinde çocukları da ilgilendiren konularda çocukların da fikrini alan veliler, çocuklarının düşüncelerine saygı duyuyorlar. Bu şekilde yetişen çocuklar çoğunlukla kendi ayakları üzerinde duran, kendinden emin bireylere dönüşüyor. Özellikle ülkesi Almanya’nın otoriter yönetimine kıyaslandığı zaman bunun ne kadar farklı bir yetiştiriliş tarzı olduğuna dikkat çekiyor Manuela.

İnsanlar arasındaki saygı ve hiyerarşi eksikliğinin bir başka güzel örneği çalışma ortamları. İsveçli yöneticilerin çalışanlarına kahve yapması alışılagelmiş bir hareket. Seviye farkı olmaksızın çalışanlar birbirlerine bir takdir ve nezaket göstergesi olarak saygılı davranmayı kültürlerinin bir parçası haline getirmiş. Bunu konferansın açılışını yapan bölüm başkanının tavırlarından bile kolayca anlamak mümkün. Tüm katılımcıları arkadaş canlısı ve güvenilir bir yaklaşımla selamlayan İsveçli profesör, herkesi kısa zamanda rahat hissettirmeyi başarıyor.

Genel olarak İsveçliler birbirlerine güveniyor. Mesela herhangi bir devlet dairesini telefonla arayarak hiçbir kimlik ve benzeri bilgiye gerek duyulmadan işinizi rahatlıkla görebiliyorsunuz. Çünkü kimse sizin yalan söyleyebileceğinizi düşünmüyor, size güvendiğinden işinizi zorluk çıkarmadan hallediyor. Hasta olduğundan dolayı ders kaçıran öğrenciler bir sonraki gün öğretmenlerine bunu söylediklerinde rapor getirmeden rahatlıkla derse katılabiliyor çünkü dersi veren eğitimciler öğrencilerine güveniyor.

Önümüzdeki hafta Helsingborg kentinden ve İsveç geleneklerinden bahsedecek, ülkenin sosyal yapısına değineceğiz.


Çise Ünlüer (4 Eylül 2011)
ciseunluer@gmail.com