Arayın, Yeşil Hayatı Tarayın...

30/12/2009

Değişen Dünya ile Yüzleşme



UNFPA (Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu)'nun 2009 yılı dünya nüfusuna ilişkin "Değişen Dünyayla Yüzleşme: Kadınlar, Nüfus ve İklim" başlıklı raporu ile ilgili yazılı ve görsel medyada birçok haber yayınlandı. Bunlar arasında en çok göze batan nokta, iklim değişikliği sürecinin kadınlar üzerinde daha fazla etkili olacağı oldu. Rapora göre, yakın zamanda meydana gelen iklim değişikliğinin öncelikle insan faaliyetlerinden kaynaklanmakta olmakla birlikte, bu etki, neleri tükettiğimiz, genel olarak hangi enerji çeşitlerini ürettiğimiz ve kullandığımız, nerede yaşadığımız ve hatta kadınların ve erkeklerin hangi oranda eşit haklardan ve fırsatlardan yararlandıkları konularıyla direk olarak bağlantılıdır.

İklim değişikliğinin birçok yerleşim yerlerinde geçim yollarını yok ettiği ve yaşam koşullarını zorlaştırdığı için göç hareketlerine yol açtığı gerçeği henüz bizim karşılaştığımız bir durum olmasa bile, dünyadaki daha şanssız insanların hayatlarını etkilemiş ve de etkilemeye devam edecektir. Raporda, küresel ısınma ile gelen değişiklikler arasında ekonomilerin kötüye gideceği, bununla birlikte kalkınmanın zayıflayacağı, ve cinsiyetler arasındaki eşitsizliklerin gün geçtikçe artacağı belirtilmiştir. Bu eşitsizliğin artmasının en büyük nedeni olarak, birçok toplumda ev idaresinden ve aile üyelerinin bakımından sorumlu tutulan kadınların, tarımsal işgücünün büyük çoğunluğunu oluşturması ve gelir getirici fırsatlara daha az erişime sahip olmaları ifade edildi. İklim değişikliğine bağlı ek güçlüklerle karşı karşıya kalmakta olan kadınlar için bu durumun genellikle hareket kabiliyetlerini sınırladığını aklımızda bulundurarak, aniden baş gösteren havaya bağlı felaketler karşısında bu grubun savunmasızlığının artmasının kaçınılmaz olduğunu anlayabiliriz.

Küresel ısınmayı da beraberinde getiren iklim değişikliğinin nedenleri ve etkilerinin ele alındığı rapora göre, yeryüzündeki sıcaklık son 100 yıl içinde 0.74 derece yükseldi. Şu an bunu okuyan çoğunuzun “ne olacak ki 0.74 derecelik arttıştan!” dediğini duyar gibiyim. İlk başlarda çok yüksek duyulmayan bu miktar, insanların önemli bir parçası olduğu ekosistem dengelerini alt üst etmekle kalmaz, alışmış olduğumuz düzene de büyük değişiklikler yapmayı gerekli kılar. Bu konuda çalışmalar yapmakta olan bilim adamlarına göre, iklim değişikliğimin devam etmesi ya da hızlanması durumunda, yeryüzündeki sıcaklığın 2100 yılına kadar 4 ile 6 derece daha yükselmesi mümkündür.

Atmosferdeki sera gazları miktarlarının artması ile oluşan iklim değişikliğinin getireceği bir diğer felaket olan orman yangınlarındaki artışın boyutlarını kavramak için bu durumdan en çok etkilenen ülkeler arasında gelen Rusya'da sadece 2003 yılında yangınlar nedeniyle 20 milyon hektar orman kaybedildiğini bilmek yeter. Bunlara ek olarak kuraklık sorunları ile yüz yüze gelecek olan birçok ülkede ciddi boyutlarda su sıkıntısı yaşanacağı tahmin ediliyor. Emin olun ki çok yakında su sorunu yaşayacak olan ülkelerin arasında biz de varız.

Çevresel bozulmaların yanında insan sağlığı üzerindeki etkilerden de bahsetmek gerek. Doğal su kaynakları zarar gören bölgelerde tüberküloz, hepatit ve solunum yolları ve ishale bağlı hastalıklar gibi vakaların artması beklenirken; kalp rahatsızlıkları, farklı kanser türleri, böbrek rahatsızlıkları, hipertansiyon ve solunumla ilgili hastalıklar gibi kronik sağlık sorunlarının yükselen oranları da bölgedeki çevresel yıkımla ilişkilendiriliyor. Bunlarla birlikte, gittikçe kötüleşen ekonomilere dayalı olarak büyük ölçekli nüfus hareketlerinin yoğunlaşması muhtemel görünüyor. Kuraklıktan dolayı tarım yapamayan veya deniz seviyelerinin yükselmesi nedeni ile evlerini terk etmek zorunda kalacak olan birçok insanın geçim yolları bulmak için, kırsal alanlardan kentsel alanlara göç etmeleri kaçınılmaz olacak. Bu gidişata göre, ekonomi, nüfus ve tüketimdeki düzensiz büyümenin yeryüzünün uyum kapasitesini geçmesine bağlı olarak iklim değişikliğinin gittikçe daha da şiddetlenmesi ve muhtemelen yıkımsal hale gelmesi büyük bir olasılık olarak görülmektedir.

Artan sıcaklıklar, kuraklık, yangınlar, hastalıklar, gerileyen ekonomiler, ve göç... Henüz hiçbirşey tam olarak kesinleşmemişse bile, UNFPA raporuna göre, iklim değişikliği, her şeye rağmen, gelecekte yaşanacak nüfus hareketlerini şekillendirecek temel kuvvetler arasındadır. Bunları öğrendiğimizde takip edebileceğimiz iki yol var. Birincisi arkamıza yaslanıp “nasıl olsa beni etkilemez” mentalitesi ile kendimizi ortamdan soyutlamak ve en küçük bir duyarlılık göstermeden hayatımıza kaldığı yerden devam etmek, diğeri ise durumun ciddiyetini kavrayarak kişisel ve kamusal alanlarda atılacak adımları planlamaya başlamak. Umarım ki halkımız doğru yoldadır...

Çise Ünlüer (3 Ocak 2010)
ciseunluer@hotmail.com

25/12/2009

Kopenhag’da Neler Oldu?



Yeni bir küresel iklim anlaşmasının sağlanması amaçlı, 7-18 Aralık tarihleri arasında Danimarka’nın başkenti Kopenhag’da gerçekleşen Birleşmiş Milletler İklim Konferansı'na, 192 ülkenden 15 bin delege katıldı. Zirvenin, Kyoto Protokolü sonrasında iklim değişikliği ile mücadele konusunda yapılacaklar için yeni bir yol haritası ve anlaşma getirmesi bekleniyordu. Toplanmasının temel gerekçelerinden birinin, önlem alınmazsa küresel ısınmanın geri dönülmez bir seviyeye ulaşacağı ve dünyanın feleketlerle yüzyüze geleceği olduğunu düşünürsek, konferansın iklim değişikliği ile mücadelede ne kadar kritik ve yol gösterici bir yeri olduğunu kavrayabiliriz.

Daha önceki iklim konferanslarında çok da girişimci bir tavır takınmayan ABD’nin bile, bu yıl Obama hükümeti altında çok daha çözümcül bir yaklaşım içerisinde olduğu daha konferans başlamadan ortadaydı. Zirveden önce Beyaz Saray tarafından yapılan açıklamada, Kopenhag Konferansı'nda ABD'nin 2020 yılına kadar kendi sera gazı boşaltımını 2005 yılına göre yüzde on yedi (17%) oranında, 2050 yılına kadar da yüzde seksen üç (83%) oranında azaltma taahüdünde bulunacağı belirtildi. Peki ya diğer ülkeler? Konferansta neler oldu?

Zirve başlamadan önce konu ile yakından ilgilenen tüm insanlığın merak ettiği konular ve cevap beklediği sorular vardı. Varılacak anlaşmada, küresel ısınmanın sorumluluğu, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler arasında adil bir şekilde nasıl paylaştırılacaktı? Sera gazı emisyonlarına hangi seviyede dur denilmesi mecbur kılınacaktı? Uluslararası denetimler hangi kurallar çerçevesinde gerçekleşecekti? İklim zirvesinde son dakikada iklimin korunması konusunda asgari müşterekte buluşularak sağlanan uzlaşmaya göre küresel sıcaklık artışı iki dereceyle sınırlandırılmaya çalışılacak. Zirvenin kapanışından hemen önceki akşam, belirtilen amaçlar yönünde çalışmalar ve gelişmekte olan ülkelere mali yardım yapılmasını öngören Kopenhag Mutabakatı’ı imzalandı. Yasal bağlayıcılığı bulunmayan ve daha çok “uzlaşı” niteliği taşıyan “Copenhagen Accord'” başlıklı mutabakat metninde, küresel ısınmada etkili olan sera gazı salınımının önemli oranda kısıtlanması gereğinin bilimsel açıdan da desteklendiği vurgulanarak, “bu çerçevede küresel sıcaklık artışının iki dereceden daha az olmasını sağlamak amacıyla gaz salınımında kısıtlama yapılması gerektiği” belirtilmektedir. Bu kısıtlamalar altında, gelişmekte olan ülkelerin yüzde seksen (80%) ya da daha fazla oranda emisyon salınımlarını azaltmalarının gerektiği vurgulandı.

Günümüzde, endüstriyel alanda üretimlerinin büyük bir çoğunluğunu daha ucuz işçilik ve hammadde sağladıkları için gelişmekte olan ülkelerin topraklarında yapmayı tercih eden ve bunun sonucu bu ülkelerin toplam sera gazı emisyonlarının büyük ölçüde artmasına neden olan gelişmiş ülkelere büyük görevler düşmektedir. Kopenhag’da belirtilen karara göre, gelişmiş ülkelerin, gelişmekte olan ülkelerin adaptasyon çalışmaları için yeterli, öngörülebilir ve sürdürülebilir finansal kaynak, teknoloji ve kapasite geliştirme desteği sağlaması beklenmektedir. Burda bahsi geçen yardım program altında, 2010–2012 yılları arasında Avrupa Birliği’nin 10.6 milyar dolar, Japonya'nın 11 milyar dolar ve ABD'nin 3.6 milyar katkı yapması beklenmektedir.

İklim değişikliği altında incelenmesi gereken en önemli konulardan olan atmosferdeki sera etkisi yaratan zaralı gaz salınımıyla ilgili konular ise “gelişmiş ülkelerin hedefleri” ve “önde gelen gelişmekte olan ülkelerin gönüllü vaatleri” şeklinde ikiye ayrıldı. Çin'in uluslararası denetime karşı çıkması nedeniyle, salınımların denetlenmesi konusu zirve süresince tartışma yarattı. Bu konuda son verilen karara göre uluslararası denetimin ancak inceleme yapılacak ülkenin egemenlik hakkına saygı çerçevesinde gerçekleştirilebileceği belirtildi.

Görüşmelerin sonunda gelen yorumlar arasında, ABD Başkanı Barack Obama’nın varılan uzlaşmayı “mantıklı” ve “benzersiz” bulmasına, ve BM Genel Sekreteri Ban Ki Moon ve Çin temsilcilerinin de memnun ayrılmasına rağmen, dünyaca tanınmış çevre koruma örgütü Greenpeace ve AB Komisyonu elde edilen sonucu “hayal kırıklığı” olarak nitelendirdi. Eleştirilerin esas olarak yoğunlaştığı konu olan zirvede iklim koruma konusunda bağlayıcı hedeflerin belirlenememiş olması, yapılan anlaşmaların ne kadar gerçekçi olduğu sorusunu akıllara getiriyor.

Zirve öncesi, Kopenhag'dan çıkabileceği tahmin edilen dört genel sonuç bulunyordu. Bunlar arasında kapsamlı bir anlaşma, genel kuralları belirleyen ancak ayrıntıların ilerleyen ay ya da yıllarda doldurulacağı bir anlaşma, anlaşmanın 2010 ortasına ertelenmesi, ya da müzakerelerin çökmesi geliyordu. Tüm çağrılara ve iyi niyet açıklamalarına rağmen bir türlü beklenen ilerlemenin sağlanamamış olması, bundan sonra atılacak adımların ne kadar kritik olduğunu ortaya koyuyor. Peki yasal bağlayıcılık olmadan alınan kararlar ve konulan hedeflere ulaşmakta başarılı olma şansımız nedir? Yapılan açıklamalarda, gelecek yılın sonuna kadar üzerinde uzlaşılan konulara yasal bağlayıcılık getirilmesinin ele alınması önerisi de yer alıyor. Ancak anlaşmanın iklim değişikliğiyle mücadele için ne kadar kalıcı bir anlam taşıdığı tartışma konusu.

Çise Ünlüer (27 Aralık 2009)
ciseunluer@hotmail.com

17/12/2009

Güneş Enerjisinden Elektrik Üretimi



Güneş panelleri sayesinde güneş ışınlarını elektrik enerjisine dönüştürerek bedava elektrik elde edebilmenin mümkün olduğunu biliyor muydunuz? Avrupa’da yıllardır kullanılan güneş enerjisinden elektrik üretmeyi mümkün kılan çatıların kullandığı sistemle bir fabrikanın elektriğini karşılamak mümkün. Özellikle küresel iklim değişikliği sürecinde ülkemiz de dahil olmak üzere tüm dünyanın yaşayacağı enerji problemlerine çözüm olarak geliştirilen elektrik enerjisinin güneş gibi doğal kaynaklardan üretilmesi konsepti, KKTC gibi nerdeyse tüm yıl bol güneş gören ülkelerde kaçınılmaz bir çözüm sunmaktadır. Peki bu sistem nasıl çalışmaktadır?

Güneşin yaydığı ve dünyamıza da ulaşan enerji, güneşin çekirdeğinde yer alan füzyon süreci ile açığa çıkan ışıma enerjisidir. Bu enerjinin dünyaya gelen küçük bir bölümü bile, insanlığın mevcut enerji tüketiminden çok daha fazladır. Güneş enerjisinden yararlanma konusundaki çalışmalar özellikle 1970'lerden sonra hız kazanmış, güneş enerjisi sistemleri teknolojik olarak ilerleme ve maliyet bakımından düşme göstermiş, güneş enerjisi çevresel olarak temiz bir enerji kaynağı olarak kendini kabul ettirmiştir.

Tükenmeyen bir enerji kaynağı olmakla birlikte; gaz, duman, toz, karbon veya kükürt gibi zararlı maddeleri bulunmayan güneş enerjisi, tüm dünya ülkelerinin yararlanabileceği bir enerji kaynağı olduğundan dolayı birçok ülkenin dışa olan enerji bağımlılığını ortadan kaldırma kapasitesine sahiptir. Güneşi az veya çok gören yerlerde biraz verim farkı olmasına rağmen, dağların tepelerinde veya ovalarda da bu enerjiden yararlanmak mümkün olduğundan dolayı, güneş enerjisi, hiçbir ulaştırma harcaması olmaksızın her yerde sağlanabilir. Ülkemizde pahalı ve sürekli sorun çıkararak elektrik kesintilerine neden olan santrallerle kıyaslandığı zaman, ulaşım şebekelerinde çıkacak herhangi bir sorundan etkilenmeyeceği gibi, hiçbir karmaşık teknoloji gerektirmeyen güneş enerjisi, nerdeyse bütün ülkelerin yerel sanayi kuruluşları sayesinde yararlanabileceği bir enerji kaynağı sunmaktadır.

Birçok kullanım alanı bulunan güneş enerjisinin depolanabilmesi ve diğer enerji çeşitlerine dönüşebilmesi için mekanik, kimyasal ve elektrik yöntemler gereklidir. Bu çevrimlerle güneş enerjisinden doğrudan ısı veya elektrik enerjisi elde etmek mümkündür. ‘Fotovoltaik (PV) piller’ olarak da bilinen güneş pilleri, yüzeylerine gelen güneş ışığını doğrudan elektrik enerjisine dönüştüren yarıiletken maddelerdir. Yüzeyleri kare, dikdörtgen, daire şeklinde biçimlendirilen güneş pilleri, üzerilerine ışık düştüğü zaman uçlarında elektrik gerilimi oluşur. Güneş enerjisi, güneş pilinin yapısına bağlı olarak yüzde beş ile yirmi (5-20%) arasında bir verimle elektrik enerjisine çevrilebilir. Güç talebine bağlı olarak birbirlerine seri ya da paralel bağlanan modüllerden meydana gelen bu sistemi belirli bir yüzey üzerine monte ederek, birkaç Watt'tan megaWatt'lara kadar elektrik enerjisi elde etmek mümkündür. Belediye meydanları, fabrika bahçeleri, park ve bahçeler, elektrik ulaşmayan köyler gibi birçok farklı alanlarda uygulanabilen sistem, mimari tasarımlarda da çatılara kaplamalar şeklinde görülebilmektedir.

Sistemin kuruluşunda belirli dezavantajların olduğunu da belirtmekte yarar var. Güneşten gelen enerji miktarı kontrol edilemediğinden dolayı, belirli bölgelerde istenilenden daha az ve sürekli olmayan bir güneş enerjisi yoğunluyla karşılaşmak mümkündür. Güneş enerjisinden yararlanmak için yapılması gereken düzeneklerin yatırım giderleri bugünkü teknolojik aşamada yüksek olduğu için, sektördeki talep olması gerekenden düşüktür. Bugünkü birim enerji maliyeti 25-40 cent/kWh civarında değişen fotovoltaik elektriğin kullanımı, elektrik dağıtım sistemi olan şebekenin erişemediği yerlerde ekonomik görülmektedir. Ancak unutmamak gerek ki günümüzde fosil kaynaklı santrallerda üretilen enerjiye göre daha pahalı olmasına rağmen, güneş enerjisinden elektrik üretimi temiz ve çok az bakım isteyen bir sistem olduğu için gelişmiş ve gelişmekte olan birçok ülke tarafından cazip görülmektedir.

Son 20 yıldır Avrupa'nın güney ülkeleri başta gelmek üzere birçok ülkede kullanılan bu yöntem, 2004 yılında Almanya'da yasalaşan "Dönüştürülebilir Enerji Kaynakları Yasası" ile sektörün önünün açılması ile hızlanarak yayılmıştır. Bu yatırımlar sayesinde Almanya, 2010 yılında enerji ihtiyacının yüzde on üç (13%)'ünü, 2020 yılında ise yüzde yirmi (20%)'sini güneş enerjisinden sağlamayı planlıyor. Özellikle okullar, spor salonları, alışveriş merkezleri, oteller, fabrikalar, yüksek katlı iş merkezleri ve yerleşimin yoğun olduğu sitelerde tercih edilen solar sistemler, sağladıkları enerji tasarrufu ile yatırıma harcanan parayı 5 yılda karşılayabiliyor. Bankalar da bu alanlarda teşvik sağlamak amaçlı olarak yatırımcılara düşük faizli krediler açarak sistemin yayılmasına destek oluyor. Geçerli olduğu ülkelerde, Dönüştürülebilir Enerji Kaynakları Yasası'na göre güneş enerjisinden elde edilen kullanım fazlası enerjiyi devlete satarak ek bir gelir elde etmek mümkün.

Çise Ünlüer (20 Aralık 2009)
ciseunluer@hotmail.com

10/12/2009

Neyi Bekliyoruz?



Sürdürülebilir yaşam başlığı altında karbondioksit emisyonlarını azaltma yöntemlerinden alternatif enerji sistemlerine kadar bugüne dek birçok konudan bahsetmiş olmamıza rağmen, ülkemizde halen daha büyük eksikliklerin olduğundan eminim hepimiz farkındayız! Genelde bulunduğumuz durumdan şikayet etmenin ötesine gitmeyen yaklaşımlarımız sayesinde, sorunlara yapıcı bir tavırla yaklaşmak yerine daha çok “ben yaşayacağımı yaşadım, gerisini bundan sonraki nesiller düşünsün” mentalitesiyle baktığımız için, ya ileriyi net göremiyoruz, ya da görmek istemiyoruz. Ancak ne mutlu bize ki herkes böyle düşünmüyor. İşte size Kıbrıslı Türk’lerden iki güzel örnek...

“Adım Pınar. Tokyo'da yaşıyorum ve burada belediyeler atıklar konusunda gerçekten çok hassas davranıyor. Kurallar çok katı. En ufak bir usulsüzlükte belediye çöpünüzü almayarak ve üzerine de yaptığınız hata bir not şeklinde yazılarak çöpünüz ortada bırakılıyor, hatanızı düzeltip çöpünüzün alınması için bir sonraki haftaya kadar bekliyorsunuz. Anlayacağınız, bir nevi mahalle baskısı. Benim yaşadığım bölgede belediyenin kendi sattığı özel işaretlenmiş doğaya dönüşümlü poşetleri var. Çöpünüzün toplanması için bunları kullanmak ve atıklarınızı 5 kategoriye ayırmak zorundasınız. Bu torbalar geri dönüşümlü olmaları sebebiyle hem doğaya zararlı değil hem de belediye bu torba satışından gelir sağlıyor. Bu sisteme göre cam şişeler, plastik malzemeler, konserve yiyecek/içecek kutuları, piller ve spray kutular yanabilen ve yanmaz atıklar olarak kategorize edilip ayrı ayrı günlerde toplanıyor. Yeniden değerlendirilebilir atıklar (elbise ve kağıtlar) ve büyük hacimli atıkların (halı, mobilya, buzdolabı, çamaşır makinesi vs.) halktan alınması ve değerlendirilmesi için belediyeye para ödemek gerekiyor ama bence bu tür şeylerin geri değerlendiriyor olması bile verilen paradan çok daha değerli bir unsur. Kıbrıs gibi küçük bir yerde internet sayesinde istenmeyen veya ihtiyaç olmayan atıkları ihtiyacı olanlar için değerlendirmek zor olmamalı. Hatta olabilirse keşke belediyeler internet sitesinin yaptığını insan gücü kullanarak kendileri yapabilse.”

Japonya, sürdürülebilir yaşam tarzı için gerekli olan tüm alışkanlıkları halkına entegre edebilmiş ülkelerin başlarında geliyor. Pınar’ın da bahsettiği gibi basit ama etkili olan bu değişiklikler, ülkedeki yaşam standartlarını arttırmakla kalmaz, gelecek nesillerin de en az bizim sahip olduğumuz kadar imkanlarda hayatlarını sürdürmelerini mümkün kılar. Peki çocuklarınıza ve onların çocuklarına bu imkanları sağlamak için belirli alışkanlıkları terk etmeye hazır mıyız? Arabanızı mümkün olan en az miktarda ve sadece gerektiğinde kullanmaya, çöplerinizi çeşitlerine göre tek tek ayırmaya ve geri dönüşümlerini sağlamak için belediyeye para vermeye, gereksiz yere alışverişten vazgeçip azla yetinmeyi öğrenmeye hazır mısınız?

“Adım Nil. Gazimagosa serbest limanında kendi adıma tam on yıldır hurda demir-bakır-aleminyum ihracatı yapmaktayım. Demir hurdası, inşaatlardan artan kırpık ve kullanılmayan demirler, bozuk ev aletleri (çamaşır makinesi buzdolabı vs.), kullanılmayan su depoları ve makinistlerin kullanmadıkları araba parçaları ve hurdaya çıkmış ya da kayıttan düşmüş arabalar olmak üzere çeşitlere ayrılır. Bunları, genellikle küçük vanlarla toplayan vatandaşlar sayesinde, ve bazen de bozulan fabrikalardan ve atölyelerden biz kendi araçlarmızla gidip almaktayız. Bunlara ek olarak, devletin ve askerin açtığı ihalelere katılıp hurda alıyoruz. Bu demirler arazimize geldikten sonra kalitelerine göre ayrılır, büyük parçalar ve hurda arabalar preslenir. Daha sonra kamyonlarla önce rıhtıma daha sonrada gemiye aktarılıp İskenderun veya İzmir limanlarına gönderilir. Burada gönderilen hurda demirler hattehanelerde işlenerek ‘inşaat demirine’ dönüştürülür ve adaya geri döner. Dünyanın her yerinde geri dönüşüm yapan bütün kuruluşlara devlet tarafından teşvik primi verilirken, bizler bırakın prim almayı üstüne 15% KDV ödüyoruz. Dünyanın hiçbir yerinde böyle birşey görülmemiştir. Yani hem memleketi temizliyoruz, hem adaya milyonlarca girdi ve istihdam sağlıyoruz, ve bir de üstüne para ödüyoruz. Ülkemizdeki geri dönüşüm sistemleri hakkında tek bir görüşüm var o da ülke ekonomisine yüzde yüz katkı sağlayacak bir sistemin hala daha emekliyor olması ve devletin bu konuyla ilgili gereken hiçbirşeyi yapmamasından dolayı duyduğum şaşkınlık.”

Atık maddelerin gerekli işlemlerden geçirilerek başka alanlarda tekrar kullanılabilir bir hale getirilmesi hem bu maddelerden tekrar tekrar yararlanmayı sağlar hem de yeni malzeme üretimine olan bağımlılığı ve çevreye verilen zararı azaltır. Sadece inşaat alanında değil, paketleme de dahil olmak üzere daha birçok alanda geri dönüşümün sağlanması mümkündür ve kaçınılmazdır. Bilmediğimiz tek şey, durum bu kadar açık ve net bir şekilde belirgin olduğu halde, geri dönüşümü olmayan bu yolda hızla ve bilinçsizce ilerlerken birşeyleri düzeltmek için neyi bekliyor olduğumuzdur. Söz sizin...

Çise Ünlüer (13 Aralık 2009)
ciseunluer@hotmail.com

03/12/2009

Beton Yığınlarına Alternatif



Sera gazları emisyonlarının artması ve küresel ısınmaya karşı verilen savaşta en önemli etkenlerden birinin yeşil alanların korunması olduğunu düşünerek, bu olanağın giderek azaldığı hızla yapılaşan kentlerde, park ve bahçe gibi yeşil alanlara ek olarak, çatı, teras, garaj üstü gibi yapı bölümlerinin de mümkün oldukça yeşil alanlara katılması büyük bir önem taşımaktadır. Yeşil binaların en önemli uygulamalarından olan yeşil çatı sistemlerinin, sadece estetik görünüm açısından değil, çevre bilinci bakımından da bulunduğu binaya ve doğaya birçok yararları vardır.

Düz veya eğilimli çatıların yeşillendirilmesini mümkün kılan yeşil çatı sistemi, yağmur suyunu kullanıp yeşil örtüye dönüştürdüğünden atık su miktarını hafifletir. Yağmur suyuna havadan karışan ağır metaller ve tuz, yeşil çatıyı oluşturmak için kullanılan toprak tarafından tutulur ve sudan arındırılır. Çatılara kurulan bu yeşil alanlar sayesinde temelde kaybedilen yaşamsal toprak geri kazanılır ve insanların zevkle kullanabileceği yeni ve canlı ortamlar yaratılır. Biyolojik çeşitliliği artıran yeşil çatılardaki malzemeler geri dönüşümlü olmakla birlikte, elde edilmeleri ve uygulamalarında sadece insan gücü yeterli olduğundan çok düşük enerji kullanılır. Bu sistemler genel olarak uygulandıkları yapı bünyesinde doğa ile teması sağlar, güvenli ve sağlıklı ortamlar yaratır.

Yeraltı otoparkların üstleri, konut olarak veya diğer amaçlarla inşa edilen binaların çatıları gibi alanların yeşillendirilmesi Avrupa’da yatırımcılar, mimarlar, ve inşaat firmaları tarafından uzun yıllardır yaygın olarak kullanılan bir sistemdir. Birçok farklı tabakanın biraraya gelmesi ile hazırlanan yeşil çatıların en üst tabakası, sistem dahilinde kullanıldıkları takdirde yıllarca bozulmadan ve bölgenin iklim şartlarına uygun olarak kendiliğinden uzun yıllar yaşayabilen bitki türlerinden oluşur. Bulunduğu çatıyı yeşillendiren bu bitki tabakasının hemen altına, özel malzemelerle oluşturulan ve adına “bitki taşıyıcı tabaka” denilen katman yerleştirilerek, bitkilerin canlılıklarını uzun yıllar korumaları için gerekli olan besin ihtiyacı karşılanmaktadır. Bunların altına üçüncü katman olarak konulan “filtre ve drenaj tabakası”, üst katmanlardan gelen suyu süzerek, hem yağmursuz günler için depolar, hem de biriken fazla suyu bitkilerin çürümesini engellemek amacıyla drene ederek atar.

Yeşil çatıların oluşumunda bu üç tabakanın altında bulunan ve çürümeye dayanıklı özel keçelerden oluşan dördüncü katman, mekanik etkilere karşı korumak için gerekli olan basınç mukavemetine sahiptir. Beşinci katman “kök tutucu tabaka” ise bitki köklerinin yalıtıma zarar vermesini engelleyen özel kök tutucu tabaka veya köklere dayanıklı su yalıtımını sağlar. Son olarak, yeşil çatı sistemlerinin altıncı katmanı, iyi bir su yalıtımı ve yeterli taşıyıcılığa sahip bir çatı konstrüksiyonunu sağlar. Geniş çatı alanlarının kullanılır hale getirilmesine ve peyzaj düzenlemelerine olanak sağlayan yeşil çatılar, tasarım ve estetik zenginliği olarak sunduğu yeni açılımlara ilaveten, yeşil ile bütünleşmiş yeni mimari işlevlere kapı açar. Bunlara ek olarak yapıyı ultraviyole ışınlarından, çatıyı da mekanik hasarlardan korur. Çatı ve yapı ömrünü uzatır, yenileme maliyetini ve işletim giderlerini düşürür. Yeşil çatıların bünyesinde hiçbir yanıcı malzeme olmadığından ısı ve alev geçirmezler ve dolayısı ile yangın korunumunu en üst seviyeye çıkarırlar.

Sürekli artan bir şekilde beton yığını haline dönüşen ülkemizde, yeni yeşil alanlar yaratmak için önemli ve şık bir alternatif olan teras ve bahçe çatılar, yeşil çatı sistemleri ile yepyeni bir görünüme kavuşabilir. Bu durumda tek düşünmemiz gereken faktör, ülkemizin en büyük sorunlarından olan kuraklıktır. Ancak bu sorunu, kurakçıl peyzaj düzenlemeleri sağlayarak çözmek mümkündür. Çatılarımızı, ülkemizin iklimine uygun ve büyümesi için en az miktarda suya ihtiyaç duyan bitkiler kullanarak donatabilir, böylece yeşil çatı sistemlerini kendi iklimimize göre uygulayabiliriz.


Çise Ünlüer (6 Aralık 2009)
ciseunluer@hotmail.com

26/11/2009

Yeşil Bina Tasarımı



Hepimizin bildiği gibi, doğada bulunan sera gazları, insanların çeşitli faaliyetleri sonucu ortaya çıkar. Bulunduğumuz ortamları ısıtmak, motorlu taşıtlar kullanmak, ve elektrik üretmek için yaktığımız fosil yakıtlar, katı akıtlar, ağaç ve ağaç ürünleri, atmosfere dahil olan karbondioksit miktarını artırırlar. Dünyadaki toplam karbondioksit emisyonlarının yaklaşık olarak yüzde altmış (60%)’ından sorumlu tutulan inşaat sektörü tarafından bu duruma çözüm olarak geliştirilmiş olan “yeşil bina” kavramı, doğa ile barışık ve dünyada hızla yayılan bir vizyon olarak nitelendirilmektedir.

Çevre dostu binalar, küresel ısınma, susuzluk, çevre kirliliği, ve doğal kaynakların hızla tüketilmesinden dolayı meydana gelmiş olan zararın bundan sonra mümkün olduğu kadar azaltılması yönünde büyük bir adım olarak görülmektedir. Yapı sektörü içerisinde belli standartlar getirilerek sertifikalanmakta olan yeşil binalar, doğaya saygılı, ekolojik, konforlu, ve enerji tüketimini azaltan yeni bir yönelim ortaya çıkarmıştır. Bu binalar, yer seçimi, tasarım, inovasyon, kullanılan yapı malzemelerinin özellikleri, yapım tekniği ve atık malzemelerinin yeniden kullanımı konularındaki mantıklı ve yenilikçi seçimlerinden dolayı “yeşil” olma ünvanını kazanırlar.

Yeşil mimari, tasarım ve kullanım aşamalarında “temiz enerji” diye adlandırılan güneş enerjisi, rüzgar enerjisi, bio-yakıtlar ve malzemelere büyük önem gösterir. Doğaya uyumlu bir mimari anlayışla tasarlanan bu binalar, bulundukları alanlara değer katmakla kalmayıp, yapım aşamasında doğal çevre tahribatını en aza indirger, temiz teknolojilerin kullanımı ve geliştirilmesine ortam sağlar, ve eskiyen yapılardan ortaya çıkan atık malzemelerin değerlendirilmesine yardımcı olur. Güneş enerjisi ve bununla gelen doğal ışıklandırmadan yararlanmanın yanında, yeşil çatı uygulaması sayesinde arındırılan yağmur sularının kullanımı ile kanalizasyon sisteminin yükü azaltılır. Bunlara ek olarak, enerji tasaruffu sağlamak amacı ile düzenlenmiş olan izolasyon sistemleri ile ısıtma-soğutma maliyetlerinin ve karbonsioksit salınımlarının azalması mümkün kılınır.

Doğal çevre ile uyumlu bir yapılanmayı sağlamak için, BREEAM (Bina Araştırma Kuruluşu Çevresel Değerlendirme Metodu) ve LEED (Enerji ve Çevre Dostu Tasarımda Liderlik) gibi yeşil bina standartları kullanılmaktadır. Esas amacı binaların çevresel performansları için doğru kriterleri belirlemek olan BREEAM Çevresel Değerlendirme Metodu’nun ana hedefi tarasrımcıları çevresel konulara karşı daha duyarlı hale getirmektir. Bunu sağlamak için, ürün geliştiricilerin, tasarımcıların ve kullanıcıların çevreyle dost binaları tercih ve talep etmeleri ve bu yönde bir piyasa oluşmasının sağlanması; toplum genelinde binaların küresel ısınma, asit yağmurları, ve ozon tabakasındaki incelme üzerindeki büyük etkisi konusunda farkındalığının yükseltilmesi; binaların çevreye olan uzun vadeli etkilerinin en aza indirilmesi; gün geçtikçe azalan su ve fosil yakıtlar gibi kaynakların kullanımının azaltılması; ve bina içerisindeki ortamın kalitesini ve kullanıcılara sunduğu konforunun artırılması teşvik edilmektedir.

Binalarda çevre dostu ve enerji tasarrufu yapan uygulamaları desteklemek amaçlı sertifika veren bir diğer kuruluş olan LEED, tasarlanan bir projeye, “sürdürülebilir araziler”, “su kullanımında etkinlik”, “enerji ve atmosfer”, “malzeme ve kaynaklar”, “iç hava kalitesi”, ve “inovasyon ve tasarım” olmak üzere 6 alanda puan verir. Değerlendirmeden geçen binalar, puanlama neticesine göre “sertifika”, “gümüş”, “altın”, ve “platin” şeklinde isimlendirilen 4 ayrı seviyede sertifika alabilirler. Enerji ve su kullanımında yeşil olmayanlara kıyasla yüzde elli (50%)’ye varan oranlarda tasarruf sağlayan yeşil binalar için standartlaşma ve sertifika çalışmaları yapan kurumların oluşması ile sertifika çalışmaları başlamıştır. Bu alanda belirli bir seviyeye ulaştığı için sertifikalandırılmış binalar yeşil bina ünvanı ile prestij kazanmakla kalmamış, aynı zamanda satış ve kira değerleri de artmıştır.

Estetik olarak daha çekici ve sağlıklı bir ortam sağlayan, doğayla uyumlu yeşil binaların uygulama özellikleri arasında etkili yalıtım sistemleri ile enerji tasarrufunun sağlanması, ses ve ısı yalıtımının oluşturulması, az su tüketen bitki ve ağaçlar ile peyzaj düzenlemesi, atık malzemelerden dönüştürülerek üretilen yapı malzemelerinin kullanılması, harekete duyarlı sensörlerle havalandırma ve ışıklandırma yapılması, ve binanın kendi elektriğini üreten sistemlerin kurulması gibi yöntemler gelmektedir. En başlardaki yapı maliyetlerinin yüzde beş ile on (5-10%) arasında artırdığı tahmin edilen yeşil binaların, enerji kullanımında sağladığı büyük tasarruflar ve uzun dönemdeki işletme maliyetinin düşük olması neticesinde kârlı bir yatırım olduğu kaçınılmaz bir gerçektir! Birçok gelişmiş ülkede olduğu gibi, ülkemizde yeni yapılacak konut, işyerleri ve fabrika binaları için böylesi zorunluluklar getirildiği ölçüde yeşil bina sektörü de ciddi bir gelişme potansiyeli gösterebilir.


Çise Ünlüer (29 Kasım 2009)
ciseunluer@hotmail.com

21/11/2009

Bize Yeni Bir Anlayış Lazım!



Bu anlayışın tek bir tarifi var, bu da “yeşil yaşam”! Günümüzde geniş çapta ve değişik anlamlarla kullanılıyor olsa da, yeşil yaşam, düşünce ve hareket tarzımızdan başlayarak, yiyecek, alışveriş ve inşaat alanlarındaki yaklaşımlarımızın incelenmesi ve doğaya en az zarar verecek şekilde düzenlenmesi şeklinde de tanımlanabilir.

Hepimiz bu güne kadar etrafımızdaki şartlar doğrultusunda belirli bir yaşam tarzını belirlemiş, ve buna uygun alışkanlıklar elde etmiş olabiliriz. Ancak, evrende kalıcı olmayan diğer tüm varlıklar gibi, alışkanlıklarımızı da değiştirmek tamamı ile mümkündür ve bizim elimizdedir! Bu yolda atılacak olan ilk adım bu konu hakkında bilgi edinerek bilinçlenmek, ikinci adım ise hayat tarzımızı yeşil bir yaşam ve çevre duyarlılığı çerçevesinde bir kez daha gözden geçirerek gerekli değişiklikleri yapmak için girişimlerde bulunmaktır. Bugün sizlere bu ilk adımı gerçekleştirmeniz için gerekli olan bilgilerden bahsetmek istiyorum.

Yeşil yaşamın basit gibi görünse de en önemli maddesi yeşil düşünmektir! Peki bu tam olarak ne anlama gelmektedir? Yeşil düşünmek, günlük hayattaki adımlarımızı, çevremize zarar vermeden atacak şekilde ayarlamaya çalışmaktır. “Azalt, yeniden kullan, geri dönüştür” felsefesine uygun olarak, tüketimimizden başlayarak tüm atıklarımızı ve enerji harcamamızı azaltmalı, elimizdeki malzemeleri mümkün oldukça tekrar tekrar kullanmalı ve geri dönüşümünü sağlamalıyız. Örneğin, günlük hayatta kullandığımız kağıt miktarını daha çok e-posta yoluyla haberleşmeyi tercih ederek ve elimize ulaşan tüm dökümanların çıktısını almak yerine bilgisayardan okuyarak azaltabiliriz. Buna rağmen kullanmak zorunda olduğumuz tüm kağıtları da geri dönüştürerek hem işimizi halletmiş olur hem de doğaya zarar vermemiş oluruz.

“Azalt” başlığı altında günlük hayattaki enerji kullanımımızın da gözden geçirilmesi şarttır. Genel olarak elektrik tasarrufu sağlayan ampüller kullanarak ve gün boyunca kullanılmayan veya ihtiyaç duyulmayan ampülleri kapatarak, bulunduğumuz ortamları sürekli elektrik kullanarak aydınlatmak yerine mümkün olduğu kadar doğal ışıklandırmayı tercih ederek, ve soğutucu veya ısıtıcılar çalışırken kapı ve pencereleri kapalı tutarak enerji tasarrufu sağlayabiliriz. Bunlara ek olarak, evlerimiz ve iş yerlerimizdeki tüm elektrikli aletleri satın alırken en az elektrik kullanarak çalışanlara yönelmeli ve gereksiz enerji sarfiyatını önlemek için kullanılmadıklarında tam olarak kapatıldıklarına emin olmalıyız. Ulaşımda da aynı mantığa dayanarak, belirli bir miktar yakıtı en verimli şekilde kullanılan arabaları tercih etmeli ve güneşli bir alana park edilen araçlardan yakıt buharlaşmasının daha hızlı olacağını aklımızda bulundurarak, bu amaç için gölge olan yerleri kullanmalıyız.

Yeşil yaşamın önemli bir parçası olan “yeniden kullanma”, mümkün olan tüm malzemeler için geçerlidir. Plastik kutular içerisinde satılan yiyecekleri tükettikten sonra bu kutuları temizleyip tekrardan başka yiyecekleri saklamak için kullanabiliriz. Evimizde birikmiş olan tüm çeşit kağıtları yukarda bahsettiğimiz gibi ya geri dönüştürebilir ya da ambalaj kağıdı olarak tekrar tekrar kullanabiliriz. Eve gelen zarfların üzerine eski adresi örtecek şekilde yeni bir etiket yapıştırarak bu zarfları tekrardan kullanabilir, evde birikmiş olan plastik çantalarımızı alışverişte yanımızda götürerek onlardan birçok kez faydalanabiliriz.

Elimizdeki tüm malzemeleri ilk kullanımdan sonra çöp olarak doğaya yığmak yerine, yaratıcılığımızı kullanarak bu malzemelerden birçok alanda yararlanabiliriz. Hatta bununla kalmayıp, yeşil hareketin bir parçası olmalı ve bu yöndeki düşüncelerimizi etrafımızdaki insanlarla paylaşmalıyız. Yaşadığımız bölgelerde yeşil yaşama karşı duyarlılık sağlamak ve doğa sevgisini herkese aşılamak için insanların bir araya gelip bu konuda fikir alışverişi yapmasını teşvik etmeliyiz. Sürdürülebilir hayat ve benzeri konularda yazılmış birçok kitap vardır. Her konuda olduğu gibi, bu alanda da eğitimin çok önemli olduğunu unutmamalı, küçük yaştan itibaren tüm çocuklarımızı doğaya karşı olan sorumlulukları hakkında eğitmeli ve her hareketimizle onlara iyi örnek olduğumuzdan emin olmalıyız.


Çise Ünlüer (22 Kasım 2009)
ciseunluer@hotmail.com

15/11/2009

Alan Memnun, Veren Memnun!



Eminim bunu siz de yaşamışsınızdır. Alışverişteyken gözünüze takılan birşeyi “belki bir gün lazım olur kullanırım” ya da “bu bana kesin gerekli” diyerek iki kere düşünmeden aldığınız olmuştur. Çoğumuzun evinde yıllarca birikmiş olan ve kullanımları gün geçtikçe azalan birçok eşya vardır. İlk gördüğümüzde kesin kullanırız ya da bir gün gerekli olur düşüncesi ile satın aldığımız eşyalarımızın, ya uzun zaman kullanılmaktan dolayı eski verimliliklerini gösteremeyip ya da beklenildiği gibi gerekli görülmeyip bir köşeye atılmış olmaları, günümüzde sıkça görülen bir durumdur.

Peki elimizde birikmiş olan ve kullanmayacağımız eşya veya aletleri doğaya en az zararı verecek şekilde nasıl elden çıkarabiliriz? Bu durumda akla gelen ilk opsiyon, eşyaların evin boş bir alanında ya da bir depoda aslında hiçbir zaman kullanılmayacaklarını bildiğimiz halde “belki bir gün kullanılır” mantığı ile saklanmasıdır. Başka bir alternatif ise bu eşyaların istenilmeyen diğer atıklar ile çöpe gitmesi, yani daha sonra çöp alanlarında yakılarak doğaya zarar vermesidir. Takdir edersiniz ki, çevreye verilen zarar göz önünde bulundurulursa, her iki seçenek de kesinlikle kalıcı bir çözüm teşgil etmemekle birlikte, kolaya kaçmaktan başka birşey değildir.

Ülkemizde geri dönüşüm olanaklarının henüz mevcut olmadığını akılda bulundurarak, bu soruna yukarıda bahsettiğimiz seçeneklere kıyaslandığı zaman çok daha mantıklı ve çevre dostu bir çözüm vardır. Yurt dışında geliştirilmiş olan ve zamanla tüm dünyaya yayılan “istenmeyen eşyaların çöpe atılıp doğayı kirletmesi yerine, web siteleri aracılığı ile ihtiyacı olan başkalarına verilmesi” fikri, kullanışlı olmakla birlikte çevre için hiçbir zarar içermediğinden büyük bir rağbet görmüştür.

Peki bu olay tam olarak nasıl gerçekleşmektedir? Bu alanda günümüzde aktif olarak birçok üyesi bulunan www.freecyle.org ya da www.ilovefreegle.org gibi sitelerde öncelikle kısa bir forum doldurularak bu siteye üyelik sağlanıyor. Üyelik sırasında ikamet ettiğmiz semt, şehir, ve ülkeyi belirterek bizimle aynı bölgede yaşayan üyelerin bulunduğu gruplara ekleniyoruz. Daha sonra elinde istemediği ve talep görmezse çöpe gidecek olan eşyası bulunan herhangi bir üye bu durumu, ait olduğu bölgenin grubuna e-posta yolu ile bildirerek elden çıkarmak istediği eşyanın reklamını yapmış oluyor. Gönderilen bu e-posta gruptaki tüm üyelere ulaştığı anda verilmek istenen eşyaya ihtiyacı olan üyeler, eşya sahibine yine e-posta yolu ile ulaşarak bu taleplerini bildiriyorlar. Son adım olarak iki taraf da kendi aralarında anlaşarak verilecek olan eşyanın ne zaman ve nerde el değiştirilmesi için gerekli ayarlamaları yapıp işlemi tamamlamış oluyorlar.

Bu şekilde anlatıldığında uzun süreli bir işlem gibi duyulsa da, bu yöntemle istenmeyen eşyaların ihtiyaçlı olan birine verilmesi işlemi aslında çok basit ve hızlı bir şekilde gerçekleşir. Üye olduktan sonra, elimize ulaşan reklamlardan istediklerimize cevap verebilir, ihtiyacımız olan eksikleri bu şekilde tamamlamayla kalmayıp, kendi eşyalarımız arasında ihtiyacımız olmayanları da kolayca elimizden çıkarabiliriz. Özellikle Kıbrıs gibi küçük bir adada insanların bu amaçla buluşması çok daha kolay olduğundan bu yöntemin uygulanması da çok daha mantıklı olabilir. Bu metoda alternatif olarak, interneti daha az kullanan ya da kullanmayan halkımız için her şehirde önceden belirlenmiş bölgelere bildiriler ve listeler asılabilir. Elinden çıkarmak istediği eşyası bulunan ya da bu eşyalara ihtiyacı olan insanlar yaşadıkları yerlere en yakın olan listelere bu bilgileri yazabilirler ve birbirleriyle belirtilen şekilde irtibate geçebilirler.

Günün sonunda unutlmaması gereken tek nokta, herşeyin çevre için olduğudur! Günümüzde gelişmiş ülkelerde kullanılan yöntemleri örnek almak ve ülkemizde kullanılacak bir şekle getirmek bu konuda yapabileceğimiz basit ama etkili adımların başında gelmelidir. Elimizdeki güzelliklerin farkına varıp onları korumak tamamı ile kendi elimizdedir. Yeter ki isteyelim...


Çise Ünlüer (15 Kasım 2009)
ciseunluer@hotmail.com

08/11/2009

Kompost Hazırlanışı ve Yararları



Biyokimyasal olarak ayrışabilir çok çeşitli organik maddelerin organizmalar tarafından stabilize edilerek mineralize olmuş ürünlere verilen isim olan kompost, uygulandığı topraklarda yararlı organizmaların çoğalması ve fonksiyonlarını sürdürmesi, toprak yapısında iyileşme, toprağın mineral besin maddesi içeriğine katkı, toprağın havalanması ve nem tutma kapasitesinde artış, ve toprağa uygulanan mikro ve makro besin elementlerinden bitkinin daha iyi ve daha uzun sürelerde faydalanması gibi birçok yarar sağlamaktadır.

Kompostlaştırma uygulaması başlığı altında, çöp içerisindeki organik maddeler gözle görülmeyen mikroorganizmalar tarafından oksijen yardımı ile biyokimyasal yollarla ayrıştırılmaktadır. Yetiştirdiğimiz bitkiler için yapay gübreler kullanmak yerine, basit yöntemlerle kendi bahçenizde kompost gübreler hazırlamak mümkündür. Bitkilerimizin sağlığı için çok yararlı olan bu işlemi gerçekleştirmek için ihtiyacınız olan malzemelerin çoğu genellikle evimizde daha önceden bulundurduğumuz şeyler olması, kompost hazırlanmasını daha da kolay bir hale getiriyor.

Kompost hazırlamak için kullanılan malzemeler genel olarak iki sınıfa ayrılırlar. Azot içeriği fazla olan “yeşil malzemeler” arasında kesilmiş taze çim, taze sebze ve meyve kabukları ve artıkları, mutfak atıkları, yapraklar, ve taze çiftlik gübresi gelmektedir. Bunlara ek olarak “kahverengi malzemeler” karbon sağlayan kuru maddelerden oluşur. Dal parçaları, ağaç kabukları, talaş ve testere tozu, kuru yapraklar, gazete kağıdı ve saman gibi maddeler bu sınıfa aittirler. Bunların dışında kalan et ve süt ürünleri, hayvan dışkısı, yağ ve yağlı yiyecek atıkları, tıbbi atıklar, hastalık içeren zararlı bitki atıkları, ve üzerinde tohum olan yabancı otlar komposta kesinlikle konulmaması gereken malzemeler arasında yer alır.

Peki kompost nasıl yapılır? Kompostu oluşturmak için öncelikle bahçemizde bu iş için küçük bir alan ayırmamız gerekli. Belirlediğimiz alanda açacağımız tabanı toprak olan çukurun içerisine kat kat şeklinde konacak malzemelerin seçimine önem göstermeliyiz. Başarılı bir kompostun sırrı karbon/azot oranın dengelemekten geçer. Yukarda bahsettiğimiz yeşiller ve kahverengiler gruplarına ait malzemelerin karışımına ek olarak rutubet, hava, ve hacmin bir araya gelmesi ile oluşan kompost, daha az gübre kullanımına ve yumuşak ve su tutan gevşek bünyeli bir toprak elde etmemize yardımcı olur. Normalde çevreyi kirletecek olan atıklarımızı kompost yaparak değerlendirerek doğayı ve yaşadığımız çevreyi bunlardan korumuş oluruz.

Kompost hazırlanışında önemli olan çürümenin hızlı bir şekilde gerçekleşmesi için, kullanılan malzemenin boyutlarının küçük olması gerekmektedir. Kompostun oluşumunda gerekli olan nemi sağlamak için fıskiyeli hortum veya süzgeçli kova yardımı ile ıslanma gerçekleştirilebilir. Kompostlaşma havalı ortamda gerçekleştiği için hazırladığımız yığını ara sıra havalandırmak çürümeyi hızlandırır. Komposta ne kadar çok değişik kaynaktan malzeme girerse ürüne katkının fazlalaştığını ve besin içeriğinın arttığını aklımızda bulundurarak, elimizdeki son ürünun yetiştiricilik hedefimize uygun olmasına dikkat etmeliyiz.

Ülkemizde bahçe ve her türlü ekilebilir alanın yaygın olması nedeniyle kompost hazırlanması hem kolay, hem çevreye yararlı, hem de atıklarımızı iyi şekilde değerlendirdiğinden ve toprağın verimiliğini arttırdığından dolayı hesaplı bir işlemdir. Üzerinde hazırlandığı zeminin kolay havalanmasını ve zor işlenen toprakların kolay işlenmesini sağlayan bu uygulama, besin maddelerinin bitkilerce daha iyi kullanılmasını sağlamakla kalmayıp, toprağın su tutma kabiliyetini de artırarak kurak mevsimlerde tuzlanmayı önler. Bahsettiğmiz tüm bu nedenlerden dolayı doğaya dost ve verim arttırıcı olan kompostun, birçok gelişme ortamına alternatif ya da destek olabileceği kanıtlanmış ve özellikle kendi kendine yeterli verimliliği sağlayamayan bahçelerde faydalı olduğu görülmüştür. Peki ne bekliyorsunuz?

Çise Ünlüer (8 Kasım 2009)
ciseunluer@hotmail.com

01/11/2009

Daha İyi Bir Yolu Olmalı



Günümüzde en çok tartışılan konulardan olan enerji sıkıntısı ve iklim değişikliği, çöplerin bir yerde toplanılıp kontrol altında tutlmasının yüksek masrafı ile birleşince, alternatif metodların düşünülmesini şart kılmıştır. Biriken çöplerden enerji üretimi birçok ülkede uygulanan bir konu olmakla birlikte, ülkemizdeki çöp soruna iyi bir çözum potansiyeli sunmaktadır. Bugün sizlere, çöpleri ortadan kaldırdmak için yakma işlemine kıyaslandığında çok daha yararlı bir yöntem olarak belirtilen “gazlaştırma” işleminin daha gelişmiş bir hali olarak sunulan “plazma gazlaştırma” yönteminden bahsetmek istiyorum.

Çöpleri yakıt olarak kullanan fırınlar tarafından üretilen buhar daha sonra elektrik üretimini sağlayan türbinleri çalıştırmak için kullanılır. İlk adımda atık maddeler kapalı bir fırında ısıtılarak gaz haline getirilir. Bu süreçte atıkların içindeki organik bileşenlerin yanmasını engellemek ve bunun yerine karbonmonoksit ve hidrojen karışımına dönüşmelerini sağlamak için bu işlem oksijensiz bir ortamda gerçekleştirilir. Plazma gazlaştırma yöntemi, yakmaya kıyasla, çöplerden hacim başına daha fazla enerji üretilmesine sebep olan gazlaştırmadan bile daha avantajlıdır. Plazma gazlaştırma, çöplerin çok daha yüksek derecelerde buharlaştırılmasına neden olarak, gazlaşmaya göre daha fazla organik maddenin elde tutulmasını sağlar. Gazlaştırmanın 1600 dereceye kadar ısıttığı çöpler plazma gazlaştırma sırasında 10000 dereceye kadar ısıtılabilir.

Bu işlemle yüksek derecelere kadar ısıtılan atıklar ince küllere dönüşmek yerine camsı katı bir şekil alırlar. Bu maddeler daha sonra inşaat sektöründe doldurucu malzeme olarak da kullanılabilirler. Finansal faktörleri de göz önünde bulunduran birçok Avrupa ülkesi, plazma gazlaştırma yöntemini denemeye koymuşlardır. Elde edilen karbonmonoksit ve hidrojen karışımı, daha sonra doğal gaz ve etanol gibi gazlara da dönüştürülebilir ve bu şekilde de kullanılabilir. Plazma gazlaştırma sistemi, halkın enerji ihtiyacını karşılamakla kalmayıp, sistemin çalışması için gereksinimi olan tüm enerjiyi kendisi sağlayabildiği için tamamı ile kendi kendine yeten bir mekanizma olma niteliği taşır.

Ticari kullanıma uygun maddelerin üretimini de sağlayan bu sistem, hem çevre dostudur hem de enerji üretimine tamamı ile sürdürülebilir bir yaklaşım getirmiştir. Geri dönüşümü mümkün olmayan bütün çöplerin bir enerji değeri vardır ve ancak bu şekilde kullanıldıkları zaman çevreye olan zararları azaltılabilir. Plazma gazlaştırma, yeni üretilen çöplere ek olarak zamanla birikmiş olan çöpleri de enerjiye dönüştürebildiği için, önceden çöplük alanı olarak kullanılan arazilerin geri kazanılması açısından büyük önem taşır.

Evet, çöplerimizi sürekli bir şekilde Dikmen’e yığmak ve bu durumun getirdiği tüm sorunları halkın yaşamasından daha iyi bir yol vardır. Hatta daha iyi birçok yol vardır! Ama ne yazık ki, henüz bu konuda kesin bir adım atılmamıştır. İlk adım halkımızın bu yöntemlerden haberdar olmasıdır. Her geçen günün zararımıza olduğunu ve bu durumun insan sağlığı için büyük bir tehlike teşgil ettiğini unutmadan, elimizden geleni yapmak için girişimlerde bulunmamız kaçınılmazdır!

Çise Ünlüer (1 Kasım 2009)
ciseunluer@hotmail.com

24/10/2009

Alternatif Enerji: Biyoyakıt



Bu hafta küresel ısınma ve getirdikleri üzerinde büyük bir etkisi olduğuna inanılan biyoyakıtlar konusuna değinmek istiyorum. Biyoyakıt terimi, doğal kaynak ya da bunlardan çıkan atık maddelerden meydana gelen her türlü yakıta verilen isimdir. Bunların arasında tahta, odun mıcırı, hasır, ethanol, dizel, ve atık yağların ya da bitkilerin işlenmesinden meydana gelen yakıtlar bulunmaktadır.

Şeker kamışı, mısır, ve soya fasülyesi gibi bitkilerden elde edilen biyoyakıtların içerisindeki karbon, bitkilerin karbondioksiti parçalaması sonucu elde edildiği için, biyoyakıtların yakılması, günümüzde kullanığımız fosil yakıtların tersine, atmosferde net karbondioksit artışına neden olmaz. Petrol ve kömür gibi doğal kaynaklar ya da nükleer yakıtlardan farklı olarak yenilenebilir enerji kaynagı olan biyoyakıtlar “etanol” ve “dizel” olmak üzere iki guruba ayrılabilir.

Etanol, tek başına bir yakıt olarak ya da benzine karıştırılarn bir katkı maddesi olarak otomobil ve diğer motorlu araçlarda kullanılabilmektedir. Hava kirliliğini ve petrol ürünlerinin tüketimini azaltmak amacıyla benzine değişik oranlarlada karıştırılarak kullanılan etanolün en yaygın uygulamaları E10 ya da E85 diye bilinen ve sırasıyla yüzde on (10%) ve yüzde seksen beş (85%) etanol içeren karışımlardır. Biyodizel ise organik yağların baz ve alkolle karıştırılarak dizel yakıta çevrilmesi sonucu elde edilen bir ürün olup, tüm Avrupa ve Amerika’da artan bir şekilde üretilmekte ve kullanılmaktadır. Biyodizelin dizel ile karışım oranları B5 (5% biyodizel, 95% dizel), B20 (20% biyodizel, 80% dizel), B50 (50% biyodizel, 50% dizel), ve B100 (100% biyodizel) şeklinde adlandırılmaktadır.

Dünyanın enerji ihtiyacının yaklaşık olarak yüzde yetmiş (70%)’ini karşılayan fosil kökenli yakıtların önümüzdeki 40-50 yıl içerisinde tükeneceği tahmin edilmektedir. Çevre üzerinde olumsuz etkileri bilinen fosil yakıtlara kıyaslandığında, biyodizel alternatif bir enerji kaynağı olduğundan, kullanılmış yağların değerlendirilmesine olanak sağlayarak enerjide dışa bağımlılığı azaltabilir. Yağlanma derecesi yüksek olduğu için taşıt motorlarının kullanım ömrünü uzatır ve zararlı emisyonların azalmasına yardımcı olur. Bunun yanında, biyodizel petrol kökenli dizel ile her oranda tam olarak karışarak onun kalitesini de artırır. Üretildiği kaynaklar sayesinde tarım alanındaki iş imkânlarının korunmasını ve artırılmasını sağlayamakla kalmaz, alternatif enerji kaynakları sayesinde yeni iş fırsatlarının doğmasına sebep olabilir. En önemlisi, zararlı gaz emisyonları bakımından fakir, biyolojik olarak doğada bozunabilir ve çevre dostudur!

Biyoyakıtlar, dünyada artan enerji talebinin yarattığı küresel sorunların, bu noktadan sonra geri dönüşümü mümkün olmayan iklim değişikliğinin, pahalı fosil yakıtların, toprak kayıplarının, ve su kıtlığının her gün arttığı; ve biyo-çeşitliliğin gitgide kaybolduğu bir zamanda ortaya çıkmaktadır. Sorumlu biçimde üretildiğinde, artan biyoyakıt alışverişi, nakliyesi ve üretimi ekonomik, adil ve sürdürebilir olacaktır.


Çise Ünlüer (25 Ekim 2009)
ciseunluer@hotmail.com

19/10/2009

Rüzgâr Enerjisi ile Elektrik Üretimi



Günümüzde petrol dışındaki enerji kaynaklarından enerji üretimi gün geçtikçe yaygınlaşmış, birçok ülke yenilenebilir enerji kaynaklarına karşı duyarlılık göstermeye başlamıştır. Petrolün hızla azaldığı günümüzde, ülkemizin en önemli sorunlarından birinin elektrik enerjisi konusunda yaşandığı kaçınılmaz bir gerçektir! KKTC’de dünyanın en pahalı fosil yakıtlarından fuel-oil kullanılarak elektrik enerjisi üretilmesi maliyeti artırmakla kalmamış, aynı zamanda KKTC’yi dışa bağımlı bir ülke olmaya zorlamıştır. Bu yakıtların bir ada ülkesi olan KKTC’ye taşınması yanında yeterli kaynakların olmayışı ülkemizdeki elektrik enerjisi maliyetlerinin başka hiçbir yerde görülmemiş boyutlara gelmesine neden olmuştur. Bu durumda alternatiflerin düşünülmesi artık bir seçenek değil, kaçınılmazdır!

Rüzgâr enerjisi, rüzgârı oluşturan hava akımının sahip olduğu kinetik enerjidir. Bu enerji güneşten gelen radyasyonun yer yüzeylerini farklı ısıtmasından kaynaklanır. Yer yüzeylerinin farklı ısınması havanın sıcaklığının, neminin ve basıncının farklı olmasına, bu farklı basınç da havanın harketine neden olur. Güneş enerjisinin bir ürünü olan rüzgâr, güneş ışınları olduğu sürece olacağından dolayı rüzgâr enerjisinde kaynak tükenmesi diye bir olay söz konusu değildir. Bu şekilde meydana gelen enerjinin bir bölümü mekanik veya elektrik enerjisine dönüştürülebilir.

Yeryüzüne ulaşan güneş enerjisinin yaklaşık olarak yüzde iki (2%)’si kadar olan rüzgâr enerjisi sayesinde elektrik üretiminin yanında su depolama, taşımacılık, ve soğutma gibi işlemler de gerçekleştirilebilir. Bir rüzgâr türbininden üretilen elektrik enerjisinin en verimli şekilde kullanılması için enerji tüketimi rüzgâr mevcudiyetine göre uyarlanmalıdır. Bu alanda yapılan araştırmalara göre, kullanılabilir toplam hazır küresel rüzgâr kaynağının miktarı, dünya elektrik talebinin iki katından daha fazladır! Bu durumun farkında olan ve Kyoto Protokolü’ne göre sera gazı emisyonlarını yüzde sekiz (8%) azaltmak durumunda olan Avrupa Birliği ülkeleri, rüzgâr gücü kullanarak yıllık karbondioksit salınımlarını 50 milyon ton kadar azaltmışlardır.

Bu alandaki altyapının ülkemizde kurulması için ilk adım rüzgâr ölçümlerinin gerçekleştirilmesini zorunlu kılar. Hava şartları gibi öngörülemeyen rüzgâr gücü, yerine ve zamanına göre değişir. Ancak bu iş için geliştirilmiş özel aletlerle ölçülen rüzgâr hızı, etraftaki ağaçlar, binalar, ve tepelerden etkilenir. Rüzgâr enerjisinin bir ölçümü olan rüzgâr gücü, rüzgâr hızının kübünün bir fonksiyonudur. Başka bir değişle, rüzgâr hızının iki katına çıkması rüzgârdaki enerjinin sekiz faktörü ile artması demektir. Bunun anlamı şudur; rüzgâr hızındaki küçük değişiklikler rüzgâr enerjisinde çok daha büyük değişikliklere neden olurlar. Bundan dolayı, bu alanda kullanılacak olan rüzgâr türbinlerini satın almadan önce, doğru ve sürekli bir rüzgâr çalışması ve incelemelerin yapılması şarttır.

Almanya’nın net elektrik tüketiminin yüzde dört (4%), Danimarka’nın ise yüze yirmi (20%)’sini karşılayabilen rüzgâr enerjisi ile elektrik üretiminin günümüzde yaygın olarak kullanılan ve atmosfere zararlı gazlar salan fosil ve nükleer gibi yönetemlere kıyaslandığında birçok üstünlüğü görülebilir. Bunların en başında temiz bir enerji kaynağı olduğundan dolayı atmosferi kirletici etkiye sahip gazların salınmaması, ve tükenmeyen bir kaynak oluşu gelmektedir. Rüzgâr enerjisi, yakıt ithaline olan bağımlılığı azaltarak hava kirliğini önlediği için iklim değişikliği sorununa çözüm olarak görülmektedir. Elektrik üretimi için rüzgâr enerjisi kullanıldığı taktirde günümüzde yaşanan fosil yakıtlarının fiyat değişkenliğinden kaynaklanan karmaşaklık ortadan kalkmakla kalmaz, ulusal kaynaklar için devletler arası anlaşmazlıklar önlenir.

Peki bu noktada atılması gereken adım nedir? Oluşturulabilecek alternatif enerjilerin altyapılarının hazırlanması ve bunların da önceden belirlenmiş bir zaman süreci içinde devreye konması gerekir. Rüzgâr enerjisinin ülkemizde kullanılması çalışmalarına altyapı olarak KKTC’nin rüzgâr haritasının çıkarılması ve bu alanda yapılacak olan yatırımlara ışık tutulması şarttır.


Çise Ünlüer (18 Ekim 2009)
ciseunluer@hotmail.com

11/10/2009

Karbon Nötr Olmak



Küresel ısınmanın başlıca sorumlusu olarak gösterilen, sera etkisine yol açan gazların oluşumuna neden olan ve fosil yakıtların kullanımıyla atmosfere yayılan karbondioksit salımının çevreye bıraktığı etkiyi ölçmek için kullanılan “karbon ayak izi” kavramı, günümüzde birçok kuruluş tarafından çevreye olan duyarlılıklarını ve sürdürülebilir bir yaşam için gösterdikleri hassasiyeti belirtmek için kullanılmaktadır. Günümüzde “karbon nötr” olmak, atmosfere yaydığımız karbondioksit miktarı ile aynı miktarda karbondioksiti ortadan kaldırma durumudur. Günün sonunda, neden olduğumuz karbondioksit emisyonu kadar karbobondioksit emilmesini sağlayabiliyorsak, bu durum, “sıfır net karbon ayak izi”ne sahip olmak şeklinde de tanımlanabilir.

Karbon ayak izi iki esas kısımdan oluşur. Bunların ilki olan “birincil ayak izi”, evsel enerji tüketimi ve kullandığımız araba ve uçak gibi ulaşım da dahil olmak üzere fosil yakıtlarının yanmasından ortaya çıkan doğrudan karbondioksit emisyonlarının ölçüsüdür. Buna ek olarak, “ikincil ayak izi”, kullandığımız tüm yaşam döngüsünden bu ürünlerin imalatı ve en sonunda bozulmalarıyla ilgili olan dolaylı karbondioksit emisyonlarının ölçüsüdür. Bir kişinin tipik karbon ayak izi 15% doğal gaz, petrol ve kömür; 14% eğlence ve tatil; 12% elektrik; 12% kamu hizmetleri; 10% özel araç; 9% binalar ve mobilya gibi evsel malzemeler; 7% araba imalatı; 6% tatil uçuşları; 5% yiyecek ve içecek; 4% giyecek ve kişisel etkiler; 3% finansal hizmetler; ve 3% toplu taşımadan oluşur.

Kişisel anlamda dünyaya verdiğimiz zararı hesaplamak için İngiltere Çevre, Gıda ve Tarım İşleri Departmanı (DEFRA) ve ABD Çevre Koruma Ajansı (EPA) tarafından belirlenen ölçüm kombinasyonlarına göre hazırlanmış ve internetteki herhangi bir arama motorunu kullanarak kolayca ulaşabileceğimiz karbon ayak izi hesap makinesini kullanabiliriz. Karbon hesaplamasındaki ilk adım olan ülke seçiminden sonra ev, ulaşım, ve yaşam tarzınızı belirleyen birkaç alan ile ilgili bilgiler girildikten sonra kişisel ayak iziniz belirleniyor ve ülke ortalaması ve dünya hedefine göre kıyaslanıyor. Bu hesaplamaya göre kişi başına düşen karbon ayak izi miktarı Kıbrıs için 8.2 ton ve endüstrileşmiş ülkeler için 11 ton olarak belirtilmiştir. Yine aynı hesaplama göre, dünyadaki bütün insanlar düşünüldüğünde günümüzde kişi başına düşen karbon ayak izi ortalaması 4 ton, dünya çapında hedeflenen miktar 2 tondur. Hesaplamanın sonunda bir ağacın yaşadığı sürece yaklaşık 0.73 ton karbondioksit soluduğu düşünülerek, bu yolla hesapladığımız kişisel karbondioksit miktarını kaç tane ağaç dikerek telafi edebileceğimiz belirtilmektedir.

İzlanda, Yeni Zelanda, Norveç, ve Kostarika karbon nötr olma yolunda büyük değişikliklere imza atmaya hazır olan ülkelerin başında gelmektedirler. Bu ülkelere ek olarak, Hazar Denizi’nde yer alan Azerbeycan’ın 1 milyon metrekarelik Zira Adası, yakın gelecekte eko-toplum anlayışını temsil edecek şekilde hazırlanmaktadır. Başkent Bakü’nün körfezinde yer alan karbon nötr eko-ada, bu kadar petrole bağımlı bir bölgede, yalnız rüzgâr ve güneş enerjisi ile nasıl yaşam sürdürülebileceğinin güzel bir örneği olacak. Hazar Denizi’nin çevresine batırılan ısı pompaları adadaki bınaları ısıtmak ve soğutmak için kullanılırken, güneş enerjili sıcak su toplayıcıları da sıcak su elde etmek için bulundurulacak. Işığa maruz kaldığında elektrik üreten cepheler de stratejik olarak açılandırılacak, çatılarda elektrik üretilcek, ve denizde rüzgâr tarlası yapılarak yeni ve sürüdürülebilir enerji kaynağı kullanımına yönelinilecek.

Hepimizin görebileceği gibi, toplumlarına sürdürülebilir bir yaşam sağlamak için amaçlarına ulaşmak yolunda bu ülkelerin en büyük ortak paydası rüzgâr ve hidroelektrik gibi yenilenebilir kaynaklardan üretilen enerjiye ve genel olarak yeşil yaşam standartlarına verdikleri önemdir. Artık ülkemizde de bu sistemleri uygulama vaktinin geldiği kesindir. Bahsettiğimiz ülkeleri örnek alarak, kendi ülkemizde de hem kişisel hem de toplum olarak neler yapılabileceğini belirlememiz ve yeşil bir yaşama doğru ilk adımları atmamız şarttır!

Çise Ünlüer (11 Ekim 2009)
ciseunluer@hotmail.com

04/10/2009

İşyerinde ve Ulaşımda Enerji Tasarrufu



Geçtiğimiz hafta enerji kullanımımızı azaltmak ve küresel ısınmaya karşı yayarlı bir yaklaşımda bulunmak için evlerimizde alabileceğimiz önlemlerden bahsetmiştim. Bu hafta, işyerlerimizde ve ulaşımda karbondioksit emisyonlarımızı azaltmak için göz önünde bulundurmamız gereken faktörlere değinmek istiyorum.

İşyerlerimizde tasarruflu ofis donanımlarını seçerek sadece enerji tasarrufu değil, bütçemize de katkı sağlamış oluruz. Bekleme konumunda bile enerji tüketimi olduğunu aklımızda tutarak, ofislerimizdeki bilgisayarlarımızı üç saatten fazla bir süre, ekranlarımızı otuz dakikadan fazla bir süre kullanmayacaksak kapatmalı, kahve ve çay makinelerini kullanmadığımız zamanlar açık bırakmamalıyız. Bütün bir bilgisayarın üretiminde yaklaşık 33 ton su, 1 kg bakır, 700 çeşit kimyasal madde kullanılır, 2300 kws enerji harcanır ve 63 kg çöp ortaya çıkar. Bu nedenle, satın alacağımız bilgisayar, yazıcı ve fotokopi makinesi gibi elektronik aletlerin hem şimdiki hem de gelecekti gereksinimlerimizi karşılayacak nitelikte olmasına ve benzerlerine göre daha az elektrik tüketimine gerek duymasına özen göstermeliyiz.

Ofislerimize aldığımız bilgisayar, CD, disket, toner, kartuş gibi ofis gereçlerinin ve bunların ambalajlarının geri dönüşümlü malzemelerden üretildiğinden emin olmalıyız. Bunun yanında geri dönüşümlü kağıt kullanabilen yazıcıları tercih ederek, bilgisayardaki metinlerden kağıt çıkıntısı almaktan vazgeçmeli ve bu kararımızı tüm çalışanların desteklemesi için gerekli girişimlerde bulunmalıyız. Yazılı haberleşme yerine elektronik haberleşmeyi, kağıt kullanarak faks çekme yerine bilgisayarla faks çekmeyi ya da e-posta göndermeyi, belgeleri fotokopiyle çoğaltmak yerine elektronik ortamda iletimlerini tercih ederek kağıt kullanımını en aza indirebiliriz. Yazıcı ve fotokopi makinelerinde, üreticinin önerdiği kağıt ve diğer tüketim malzmelerini kullanmak, yanlış malzeme yüzünden gereçlerin bozulması problemini ortadan kaldırır. Son olarak, bilgisayar dahil kullanmayacağımız tüm elektronik aletleri atmak yerine bu teknolojilerle henüz tanışmamış olan okullarımıza yardımlarda bulunabilir, aynı zamanda eğitime destek olabiliriz!

Toplam karbondioksit emisyonlarının yüzde seksen (80%)’inden sorumlu olan ulaşım araçları, sürdürlebilir bir hayat için incelenmesi ve gerekli önlemlerin alınılması gereken esas alanlardan biridir. Bu alanda doğru adımları atmak için mümkün olan en çok miktarda toplu taşıma araçlarını tercih etmeli, kısa mesafelere arabayla gitmek yerine bisiklet kullanımı ve yürümeyi alışkanlık haline getirmeliyiz. Satın alırken kurşunsuz benzin tüketen araçları tercih etmekle birlikte, aracın egzoz emisyon ölçümünü, lastiklerin rot-balans ve hava ayarını düzenli aralıklara yaptırmak büyük önem taşır. Yolda giderken arabamızın yakıtı en verimli kullandığı hızı benimseyerek, hızımızı kontrol altında tutacak bir şekilde yola çıkmalıyız.

Benzin deposu ağzına kadar dolu olduğunda benzin buharının sızarak hava kirliliğine sebep olduğunu aklımızda tutarak, aracımıza benzin almaya gittiğimizde depoya belirli bir miktar benzin doldurmaya özen gösterebiliriz. Dengesiz ve aracın kapasitesinin üzerindeki yüklemeler, daha fazla benzin kullanılmasına ve lastiklerin ömrünün azalmasına neden olur. Gereksinim duyduğumuzdan daha büyük araçlar tercih etmemeli ve kullandığımız araçların düzenli bakımını ihmal etmemeliyiz. Araç kullanırken bütün camları sonuna kadar açmak aracın aerodinamik yapısını bozarak daha fazla yakıt tüketimine; ani frenler ise hem daha fazla yakıt harcanmasına, hem de lastiklerin ve frenlerin aşınmasına sebep olur.

Sürdürülebilir bir hayat stili benimsemek için bu önlemleri günlük hayatımıza dahil etmek ve yavaş yavaş alışkanlık haline getirmemiz kaçınılmazdır. Çocuklarımıza iyi bir gelecek hazırlamak ve onlara en az bizim yaşadığımız güzellikte bir dünya bırakmak istiyorsak, doğa bilincinin tüm halkımıza aşılanması için belirli standartları benimsemeye ve çevreyi korumaya herzaman açık ve istekli olmalıyız.


Çise Ünlüer (4 Ekim 2009)
ciseunluer@hotmail.com

27/09/2009

Birlikte Başarabiliriz!



İnsanlar tarafından atmosfere verilen gazların sera etkisi yaratması sonucunda dünya yüzeyinde sıcaklığın artmasına küresel ısınma adı veriliyor. Toplumların, enerji kullanımı, endüstrileşme, ormansızlaşma ve ziraat başta olmak üzere çeşitli aktivitelerinin küresel ısınmanın artmasında büyük roller oynadıkları bilinmektedir. Küresel ısınma, tüm dünyayı olduğu gibi, daha şimdiden kuraklığa esir düşen Kıbrıs’ı da yakından ilgilendiriyor. Sera gazı salınımlarını kontrol etmek için bireysel bazda, basit ama etkili yaklaşımlarla küresel ısınmaya karşı pozitif adımlar atmak mümkün! Bugün sizlere bireysel olarak uygulayabileceğimiz kolay önlemler konusunda yol göstermek istiyorum.

Hayatımızın büyük bir çoğunluğunun evde, yolda, ve işyerinde geçtiğini düşünürsek, bu üç alandaki davranışlarımızı ayrı ayrı incelememiz gerektiğini görebiliriz. İlk olarak evlerimizde alabileceğimiz tasarruf önlemlerini ele alalım. Evlerimizi ısıtmak ya da soğutmak için enerji kullanırız. Yapacağımız küçük değişikliklerle enerji tasarrufu yaparak hem faturalarımızı azaltmış oluruz hem de karbondioksit salınımını düşürerek küresel ısınmayı yavaşlatabiliriz. Bu alanda ilk adım olarak evlerdeki ısı kaçaklarını önlemek için yalıtıma önem vermek gerekir. Çatı, iç ve dış duvar, kapı ve pencerelerin iyi bir şekilde yalıtımını sağlayarak yakı tasarrufu sağlayabiliriz. Çalışma ve yaşam alanları için ortalama sıcaklığın 20-25 derece olduğunu düşünerek, gereksiz ısıtma veya soğutmadan uzak durarak ve bütün ev yerine sadece bulunduğumuz odaları ısıtarak enerji sarfiyatını önleyebiliriz. Bunun yanında, bulunduğumuz ortamların havalandırmasını kısa ama etkili bir şekilde gerçekleştirmek için buna en uygun konumda olan pencereleri belirlemeli, klimalar çalışırken pencerelerimizi uzun süreler açık tutmamalıyız.

Evdeki elektronik aletlerin de enerji kullanımında büyük bir rol oynadığını unutmamalıyız. Bu alandaki harcamaları azaltmak için bilgisayar, müzik sistemi, ve televizyon gibi aletleri uyur konumda bırakmak yerine kullanılmadıkları zamanlarda tamamı ile kapandıklarına emin olmalıyız. On yıl önce üretilen buzdolapları bugünkü modellerden yüzde kırk (40%) daha fazla enerji tükettiği ve bu miktarın evimizin üç aylık aydınlanma tüketimine eşdeğer gelebildiği için, eski buzdolaplarını yenileri ile değiştirmek düşündüğünüzden çok daha akıllıca bir fikir olabilir. Her türlü elektrikli ısıtıcının yoğun enerji tükettiğini aklımızda tutarak, bu aletleri sadece gerektiğinde ve kısa süreli bir şekilde kullanmak, enerji tasarrufu bakımından büyük önem taşır. Isıtma sistemlerinin birkaç yılda bir genel bakımını ve temizliğini yaparak yüzde on (10%) civarında enerji tasarrufu sağlayabiliriz.

Günlük yaşamımızda kullandığımız ısı miktarını genel olarak azaltmanın kısa sürede büyük yararlarını göreceğimiz kesindir. Çamaşır ve bulaşıklarımızı kaynar yerine ılık suda yıkayarak ve bu makineleri sadece dolduklarında çalıştırarak aynı temizlikte yüzde elli (50%) daha az enerji kullanmış oluruz. Kısa süreli bile olsa kullanmadığımız ışıkları kapatmak ve kullandığımız tüm ampülleri normallerinden yüzde seksen (80%) daha az enerji harcayan, daha çok aydınlatan, ve daha uzun ömürlü olan tasarruf ampülleri ile değiştirmek büyük önem taşır.

Önümüzdeki hafta işyerlerimizde ve ulaşımda enerji tasarrufu sağlamak ve aynı zamanda karbondioksit emisyonlarımızı azaltmak için alabileceğimiz önlemlerden bahsedeceğim.

Çise Ünlüer (27 Eylül 2009)
ciseunluer@hotmail.com

20/09/2009

Küresel Isınma ve İnsanlık



Atmosferdeki sera gazı miktarlarının artmasının insan hayatı üzerindeki kaçınılmaz etkileri günümüzde bilimsel olarak kanıtlanmış bir gerçektir. Bu durumun getirdiği ve getirmeye devam edeceği çevresel değişiklikler arasında atmosferde sürekli artan su bulutları miktarı, buzulların erimesi, eriyen buzullardan dolayı deniz seviyesinin artması ve bununla birlikte gelen sel olayları, artan sıcaklık derecelerinden dolayı yer yüzündeki bazı bölgelerde yaşam koşullarının zorlaşması, kuraklığın daha da sert ve ektili biçimde yaşanması, belirli bitki ve hayvan türlerinin sonu gelmesi, ve bir çok sağlık problemleri gelmektedir.

Küresel ısınma nedeni ile bugüne kadar kuzey yarım küredeki birçok ülkede barajlar kurumuş, son 25 yılda havaya salınan metan gazının oranı yüzde otuz bir (31%), karbondioksit gazının oranı ise yüzde yüz kırk dokuz (149%) miktarında artmıştır. Son yüz yılda dünyanın sıcaklığı 0.6 derece artmış, birçok canlının hayat döngüsünde eskiden görülmeyen değişiklikler gözlenmiştir.

Peki bu durum bizim için ne anlama gelmektedir? Artan sıcaklıklarla bazı hayvan ve bitki soyları tükenmesi ile birlikte fare, sivrisinek gibi sıcak mevsimleri tercih eden böceklerin sayısı halkımızı rahatsız edici seviyelere yükselebilir. Sıtma ve kolera gibi sıcak havanın baş gösterdiği yerleşim yerlerinde bol görülen hastalıklar küresel ısınma ile yaygınlaşabilir. Gittikçe artan hava ve su kirliliği yiyecek kaynaklarına tehlike oluşturmakla kalmayıp birçok ekosistemin de çöküş nedenidir. Deniz suyu seviyeleri arttıkça, suyun yıllar boyunca kapladığı alan genişleyecek ve de bu bölgelerde yaşayan insanların çoğunun başka yerlere taşınması kaçınılmaz olacaktır. Denizdeki su sıcaklığı arttıkça havadaki nem miktarı da artacak. Bu durumun nefes zorluğu ve birçok kalp rahatsızlığı olmak üzere kıyı kenarlarında yaşayan insanların hayatını zorlaştıracağı kesindir. Arazi yaratmak için kesilen ağaç sayısı fotosentez yoluyla oksijen üretimini kısıtlarken, aynı zamanda yeşil bitkiler tarafından emilen karbondioksit miktarının da azalmasına neden olmaktadır.

Çağdaş medeniyetler, son birkaç yüzyılda, hayatlarını, önceden az çok tahmin edilebilen iklimler üzerine kurmuşlardır. Birçok kuşaklar boyu insanlar deniz seviyelerinin rahatsız edici seviyelere ulaşmayacağını düşünerek kıyı kenarlarına evler kurmuş, çiftçiler bölgelerindeki hava koşullarına göre belirli bitkiler yetiştirmiştir. Bütün bu işlemler boyunca insanlık, iklim değişikliklerinin sabit boyutlarda kalacağı varsayımı ile hayatlarını şekillendirmiştir. Ancak son birkaç yılda etkilerini daha fazla hissettiğimiz küresel ısınmanın, dengeyi bozduğu ve dolayısı ile günlük hayatımızda yeni hava koşullarına göre birçok değişiklik yapmamız gerektiği kesindir. Özetlemek gerekirse, insan kaynaklı iklim değişikliği gezegenimiz üzerinde büyük etkiler göstermeye başlamıştır. Bu durum gözardı edilecek bir seviyeyi geçmiş, kişisel seviyede bizi etkilemektedir ve etkilemeye devam edecektir. Günlük aktiviteler arasında ışık açmak; araba kullanmak; ve televizyon, buzluk ve çamaşır makinesi gibi herhangi bir elektronik alet çalıştırılması, sera gazları emisyonu ve dolayısı ile küresel ısınmaya birebir etki etmektedir.

Bu durumda neler yapmalıyız? Küresel ısınma ve etkileri size uzak bir olgu gibi geliyor olabilir ya da bu durumda kendi başınıza yapabileceginiz çok birşey olmadığını düşünüyor olabilirsiniz. Ancak emin olun ki, günlük hayatta alacağınız basit ama etkili önlemlerin tüm insanlık için büyük bir yararı olacaktır! Bunların en başında evlerimizde ve iş yerlerimizde kullandığımız ampülleri daha az enerji harcayan tasarruflu ampüllerle değiştirebiliriz. Yürüyüş, bisiklet, ve toplu taşımaya ağırlık vererek kullandığımız araba miktarını en aza indirebilir, karbondioksit emisyonlarımızı bu yolla azaltabiliriz. Geri dönüşüme katkıda bulunabilir, ambalajları fazla olan ürünlerden kaçınabiliriz. Bir de, ağaç dikmeyi unutmayın, çünkü bir ağaç ömrü boyunca bir ton karbondiksit emer!

Çise Ünlüer (20 Eylül 2009)
ciseunluer@hotmail.com

14/09/2009

Geri Dönüştürün!



Dünyadaki çöp miktarı arttıkça çöpümüzü koyacak yerimiz kalmamıştır! Senede insan başına yaklaşık 500 kilogram çöp düşmektedir. Çoğumuz çöpümüzü çöp bidonuna koyar koymaz gerisini düşünmüyoruz. Belediye çalışanları evlerimizden çöplerimizi topladıktan sonra o çöplerle neler yapıldığını aklımıza bile getirmek istemiyoruz. Dikmen çöplüğü gibi istemediğimiz herşeyi yığdığımız anlanların en büyük problemi bu yığınlar tarafından üretilen ve insan sağlığı açısından büyük tehklike taşıyan metan gazı ve zehirli atık maddelerdir. Sera gazlarının en kritiklerinden olan metan gazının küresel ısınma üzerindeki etkilerinden daha önceki yazılarımızda bahsetmiştik.

Ülkemizde bugüne kadar bu konuda geliştirilmiş esas “çözüm” çöplerin yakılması olsa da, bu durumun havaya saldığı birçok zararlı madde ve gazların iklim değişikliğine neden olduğu gerçeği son ana kadar göz ardı edilmiştir. Bunun yanında, yanma işleminin sonunda meydana gelen küller zamanla zehirli bir hale dönüşebilir ve toprağımıza karışabilir. Bu duruma çözüm olarak belirtilen birçok metod vardır. Bugün sizlere, bu yöntemlerden en önemlisi ve dünyanın çoğu yerinde kullanıma sokulmuş olan geri dönüşümden bahsetmek istiyorum.

Geri dönüşüm terim olarak, yeniden değerlendirilme imkanı olan atıkların çeşitli fiziksel ve/veya kimyasal işlemlerden geçirilerek ve ikincil hammaddeye dönüştürülerek tekrar üretim sürecine dahil edilmesine denir. Başka bir tanımlamayla, bu işlem, kullanım dışı kalan geri dönüştürülebilir atık malzemelerin, çeşitli geri dönüşüm yöntemleri ile hammadde olarak tekrar imalat sürecine kazandırılmasıdır.

Doğal kaynaklarımızın sonsuz olmadığı, dikkatli bir şekilde kullanılmadıkları takdirde bir gün bu doğal kaynakların tükeneceği gerçeğinden ortaya çıkmış olan geri dönüşümün birçok yararları bulunmaktadır. Öncelikle, tüketilen maddelerin yeniden geri dönüşüm halkası içine katılabilmesi ile hammadde ihtiyacı azalır. Geri dönüşümün yapılmadığı bir dünyada insan nüfusu arttıkça tüketim de sürekli bir şekilde artar ve zamanla çevreye verilen zararlar yüzünden doğal denge bozulur. Geri dönüşümün desteklendiği bir ortamda bu zarar azalmakla kalmaz çevre kirliliği de büyük ölçülerde engellenmiş olur. Bununla birlikte yeniden dönüştürülebilen maddelerin tekrar hammadde olarak kullanılması büyük miktarda enerji tasarrufunu mümkün kılar. Örnek olarak, yeniden kazanılabilir alüminyumun kullanılması alüminyumun sıfırdan imal edilmesine oranla yüzde otuzbeş (35%)'e varan enerji tasarrufu sağlamaktadır. Kullanılmış kağıdın tekrar kâğıt imalatında kullanılması hava kirliliğini yüzde yetmiş dört (74%) ve doksan dört (94%) arası, su kirliliğini yüzde otuz beş (35%), su kullanımını yüzde kırk beş (45%) azaltabilmektedir. Bir ton atık kağıdın kâğıt hamuruna katılmasıyla 8 ağacın kesilmesi önlenebilmektedir.

Geri dönüşüm doğal kaynaklarımızın korunmasını sağlamakla birlikte, enerji tasarrufunu mümkün kılar, atık miktarını azaltarak çöp işlemlerinde kolaylık sağlar, ve geleceğe ve ekonomiye yatırım yapmamıza yardımcı olur. Demir, çelik, bakır, alüminyum, kurşun, kağıt, plastik, beton, ve organik atıklar gibi birçok maddenin geri dönüşümü mümkündür ve dünyanın birçok yerinde gerçekleştirilmektedir. Geri dönüşüm sisteminin 4 ayrı basamağı vardır. Bunlar, kaynakta ayrı toplanması, sınıflama, değerlendirme, ve yeni ürünü ekonomiye kazandırma şeklinde sıralanabilir.

Geri dönüşüm işleminin ilk adımı olarak değerlendirilebilir nitelikli atıkların oluştukları kaynakta çöple karışmadan ve kirlenmesine izin verilmeden ayırarak toplanması gelir. Bu şekilde bu tür atıkların diğer çöplerle karışmadan ayrı toplanması geri dönüşüm basamaklarında zamandan tasarruf sağladığı gibi kirlenmesinin önlenmesi ile daha sonra ayrıca yıkanmasına gerek kalmaz. Bu çalışma bazı belediyelerimiz tarafından daha önce denenmiş olmasına rağmen, geri dönüşüm için uğraşlar burada durdurulmuş, daha ileriye yönelik hiçbir adım atılmamıştır.

İkinci adım sınıflandırmada, ayrı ayrı toplanan mazlemelerin cam, metal, plastik ve kağıt bazında sınıflara ayrılması sağlanır. Bu sınıflandırılma işleminde değerlendirilen çöpler kendi kategorilerinde geri dönüşüm tesislerine ulaştırılır. Kaynağında sınıflara ayrılması zaman, nakliye, ve işçilikten tasarruf yapılması sağladığı için tercih edilmektedir. Üçüncü adım olan değerlendirme, kullanılmış malzemlerin ekonomiye geri dönüşüm işlemidir. Bu adımda malzeme, kimyasal ve fiziksel olarak değişime uğrayarak yeni bir madde olarak ekonomiye geri döner. Son olarak, geri dönüştürülen ürün, tüketicilerin kullanımına sunulur.

Doğal kaynaklarımız, dünya nüfusunun ve dolayısı ile tüketimin artması sebebi ile her geçen gün azalmaktadır. Geri dönüşüm sayesinde doğal kaynaklarımızı korumakla kalmaz, bu işlem normal üretim işlemine göre daha az enerji harcadığı için aynı zamanda enerji tasarrufu sağlarız. Bir alüminyum kutunun geri dönüşümü ile yüzde doksan (90%), kağıdın geri dönüşümü ile yüzde altmış (60%) oranında enerji tasarrufu sağlandığı bilinmektedir. Geri dönüşüm sayesinde atık miktarı azalır, çöplüklere çok daha az atık gittiği için bu atıkların taşınması ve depolanması kolaylaşır. Son olarak, geri dönüşüm ekonomiye katkı sağlar, ülkedeki yaşam standartlarını artırır!


Çise Ünlüer (13 Eylül 2009)
ciseunluer@hotmail.com

06/09/2009

“Adil Ticaret” Nedir ve Nasıl Uygulanır?



Çay, kahve, kakao ve şeker gibi maddeler dünyanın bir çok yerinde İngilizcesi “Fair Trade” olan Adil Ticaret başlığı altında, üreten işçisinden tüketicisine kadar ilgili olan herkesin adil olarak yararlanacağı bir şekilde elde edilebilirler. Bu ürünler kurutulmuş oldukları için çok büyük bir ağırlığa sahip olmamakla birlikte, genellikle uzun raf ömrüne sahiptirler. Bu özellikleri göz önünde bulundurulursa, bu ürünlerin üretildikleri yerden ülkemize kadar taşımacılığının çevreye çok da zararlı olmamakla birlikte düşük bir ücrete gerçekleştirilebileceğini düşünmek mümkündür. Ancak bu durumun her zaman geçerli olmamasının yanında, sıcak içeceklerin kaynağı olan ürünlerin üretimiyle meşgul insanların adil bir şekilde ödenmedikleri ve haklarının yendiği herkes tarafından bilinen bir gerçektir!

Son yıllarda medya tarafından da gündeme getirilen, Afrika’daki kakao çiftlikleri ve küçük yaşta çocukların çalıştırılması arasındaki ilişki tüyler ürperten seviyelerdedir. Bu ülkelerdeki 12 ve 16 yaş arasındaki çocuklar kakao çiftliklerinde, çikolata elde etmek için kullanılan kahve çekirdeklerinin hasatlanması amacı ile köle gibi ağır şartlarda çalıştırılmaktadırlar. Bu çocuklar insanlık dışı koşullarda çok düşük ücretler için bu eziyeti çekerken, çoğumuz ne yazık ki bu gerçeğin farkında bile değiliz! Biz, kendi ülkemizde keyifle çikolata ve benzeri ürünleri tüketirken, bunun, bir çocuğun köleliğinin ürünü olabileceğini aklımıza getirmiyoruz.

Unutmamak gerekir ki bu problem sadece kakao çiftlikleri ile sınırlı kalmamakla birlikte, aynı şekilde çay, kahve, ve şeker gibi ürünlerin ekili ananlarını da etkilemektedir. Gelişmiş ülkelerin çoğunda bu sorun ele alınmakta ve tüketiciler tarafından da büyük bir hassasiyetle karşılanmaktadır. Uluslararası Adil Ticaret Tescil Kurumu, adil ticaret ilkelerine uyan marka ve ürünleri belgelendiren kurum olarak 1997 yılında Almanya’nın Bonn kentinde kuruldu. Kurum, adil ticaret hedefiyle 20 ayrı ülkede kurulan ulusal örgütlerin çatı organizasyonu niteliğini taşımaktadır. Bu ülkelerdeki tüketiciler, devlet tarafından üzerinde “Fair Trade” etiketi olan ürünleri satın almaya teşvik edilmektedirler. Bu şekilde, tüketiciler kullandıkları ürünün üretildiği yerdeki işçilere, hem finansal hem de sosyolojik açıdan, insan haklarına uyan adil bir şekilde davranıldığını bilmektedirler. Bu durum, iyi bir adım atmış olduğunu bilen tüketicinin iç huzurunu sağlamakla birlikte, satışı yapan firmalar için de iyi bir reklam kaynağı olmuştur.

Ülkemizde de yaşanan işçilik sorunu, ürünlere adil ticaret yaklaşımını getirerek büyük ölçüde çözümlenebilir. Bu başlık altında üretim yapan firmaların, çalışanları arasında ayrım gözetmeksizin, üretime katkı koyan herkese eşit davranarak, haklarının korunması ve savunulmasına destek olmalıdır. Firma yöneticileri, üretilmle ilgili alınan kararlar hakkında çalışanlarına söz hakkı tanımalı ve takım ruhu oluşturma üzerinde yoğunlaşmalıdırlar. Bu durumun getireceği birliktelik duygusu, tüm çalışanların şirkete ait oldukları hissini doğurur. İşçisinden yöneticisine kadar tüm çalışanların fikrinin önemli olduğu ve dinlendiği bir yerde, performansın artması kaçınılmazdır. Sonuç olarak bu sadece işçiyi memnun etmekle kalmaz, performansla dogru orantılı olarak artacak olan satışlarla şirket yöneticilerinin de yüzünü güldürür.

Çalışanlarının haklarını korumalarına ek olarak, şirketlerin sosyal sorumluluk projelerine önem göstermesi ve bu alanda halkın ihtiyaçlarına göre hareket etmesi gerekmektedir. “Fair Trade” sadece çalışan için değil tüketiciler için de adil bir ticareti temsil eder. Buna paralel olarak tüm firmalarımızın, ürettikleri mal veya sağladıkları servis karşılığında talep ettikleri ücretleri, tüketicilerin haklarını da göz önünde bulundurarak belirlemelidirler. Ülkemiz yatırımcılarının ilk hedefi, kısa dönemli kâr yerine bulundukları sektörde kalıcı olmak olmalıdır.

Bu yolda ilerlemek ve amaçlarına ulaşmak için şirketlerimiz belirli alanlarda bulundukları bölge ve sektöre göre sorumluluk üstlenmeli, çevre duyarlılığına önem veren dernek ve kuruluşlara maddi ve manevi destek vermelidirler. Buna örnek olarak, nesli tükenmekte olan hayvanları korumaya yönelik yapılan çalışmalara katkı sağlanılabilir, fabrikadan çıkan atık maddelerin yeniden değerlendirilmesi için çalışmalar teşvik edilebilir. Bunları gerçekleştirmek için üniversitelerimizle işbirliği sağlanılabilir, sektördeki insanların bilgi ve deneyimi akademik araştırma projelerini güçlendirmek için kullanılabilir.

Çise Ünlüer (6 Eylül 2009)
ciseunluer@hotmail.com

30/08/2009

İçme Suyu ve Sudaki Ayak İzimiz



Yeryüzünde en fazla tehlike altındaki doğal kaynak olan suyun şişelenip belli bir ücret karşılığı satılması, saf insanların elinden paralarını almak için bugüne kadar düşünülmüş en acımasız planlardan biridir! Amerika ve birçok Avrupa ülkesinde çeşme suyu devlet tarafından şişe suyundan daha fazla kontrol edildiği için halk tarafından güvenle tüketilmektedir. Bu ülkelerde insanların su ihtiyaçlarını karşılamak için sürekli bir şekilde şişe suyuna para vermek yerine çeşme suyunu kullanmayı tercih ettiklerini biliyor musunuz?

Şişe suyuna verdiğimiz paranın yanında gereksiz paketlemeyi de desteklediğimizin farkında mıyız? Ülkemizde, satın aldığımız suyu tükettikten sonra pet şişeleri çevreye bırakmaktan başka bir şansımız olmadığından dolayı bu şişeler doğayı kirletmektedirler. Aynı zamanda, geri dönüşümleri gerçekleştirilmedikleri için ülkemizde yıllarca atık olarak kalan plastik şişeler için henüz kesin bir çözüm getirilmemiştir. Ücretinin ve doğaya olan zararlarının yanında, evimize ulaşmak için uzun mesafeler kaydeden şişe suları için gerekmeyen bir enerji sarfedilmektedir.

Ülkemizde çeşme suyunun ne kadar içilebilir olduğu tartışma konusu olduğu için, günümüzde çeşme suyu, içme suyu ihtiyacımıza kesin bir çözüm sunmamaktadır. Ancak belediyelerimiz tarafından evimize ulaştırılan çeşme suyunu daha kullanılabilir bir duruma getirmek bizim elimizdedir. Çeşmelerimizin ağzına, her birkaç ayda bir değiştirilebilen su filtreleri takarak suyu gereksiz katkı maddelerinden arındırabilir, içmek için olmasa bile diğer ihtiyaçlarımız için daha güvenli bir şekilde kullanabiliriz.

Tüm üretim ve tüketim süreçlerinde kullanılan toplam su miktarını açıklamak için kullanılan “sudaki ayak izi” kavramı, insanların günlük hayatlarında kullandıkları su miktarını ölçmelerine ve kontrol altına almalarına yardımcı olur. Su kaynaklarımızın geri getirilemeyen, sınırlı miktardaki sosyal ve ekonomik kaynaklar olduklarını bildiğimiz halde su kullanımına karşı tavrımızı değiştirmek için herhangi bir çaba göstermiyoruz. Sudaki ayak izimizi belirlemek için günlük hayatta kullandığımız su miktarını göz önünde bulundurmalıyız. Evlerde kullanılan suyun yüzde otuzbeş (35%)’i banyoda, yüzde otuz (30%)’u tuvalette, yüzde yirmi (20%)’si çamaşır ve bulaşık yıkamada, yüzde on (10%)’u mutfakta, ve yüzde beş (5%)’i temizlikte harcanıyor. Tüketiciler olarak sadece evlerimizde kullandığımız suyun değil, satın aldığımız her türlü mal ve hizmetin sudaki ayak izini düşünerek adım atmalıyız.

Dünyanın içersinde bulunduğu su sıkıntısını, sadece çeşmelerimizden akan suyu dikkatli kullanmakla çözemeyiz! Bu sorunun büyük boyutlarına paralel olarak, su kullanımının her alanında tasarruflu bir yaklaşım kaçınılmazdır. Artık öyle bir noktadayiz ki, şişe suyu lüksünü tamamı ile gözden çıkarmamız ve buna alternatif olarak herkes için daha adil ve çevreye zararı olmayan çözümlere yönelmemiz gerekir. Gittiğimiz her yerde sürekli bir şekilde şişe suları tüketmek yerine, evimizde önceden birikmiş olan plastik şişeleri doldurabilir ve tekrar tekrar kullanabiliriz. Bunun yerine insan sağlığı için daha yararlı olan cam şişelere yönelebiliriz. Ülkemizde camın da geri dönüşümü yapılmadığından, bu şişeleri birden fazla kez kullanmamız yeni şişe üretimine duyduğumuz ihtiyacın azalması için gereklidir.

Sürdürülebilir üretime destek olmak ve sudaki ayak izimize bilinçli bir şekilde yaklaşmak istiyorsak belirli alışkanlıkları hayatımıza sokmamız şarttır. İlk adım olarak mümkun oldukça evdeki bulaşık ve çamaşır makinelerimizi tam olarak doluyken ve düşük derecelerde çalıştırmalıyız. Banyoda su tasarrufu sağlamak için küveti doldurmak yerine kısa süreli duşlar yapmalıyız. Evimizdeki tüm musluklarda su tasarrufu sağlayan başlıklar kullanmalı, dişlerimizi fırçalarken ya da traş olurken musluğu açık bırakmamalıyız. Daha önce bahsettiğimiz gibi evlerde kullandığımız suyun yaklaşık yüzde otuz (30%)’u tuvalet sifonunun çekilmesiyle tüketilir. Her sifon çekişimizda yaklaşık 10 litre su harcıyoruz. Bu nedenden dolayı, standart modellere göre daha az su tüketen klozetleri tercih etmek evlerimizde kullandığımız su miktarının büyük bir ölçüde azalmasına yardımcı olabilir.

Kapımızın önününü veya balkonumuzu temizlerken hortumla su tutmak yerine süpürge kullanmalı, yeniden kullanabileceğimiz suyu asla atmamalıyız. Örnek olarak, sebze yıkadığımızda ya da yumurta haşladığımızda atacağımız suyu bitkileri sulamak için kullanabiliriz. Sebze ve meyveleri akan suda yıkamak yerine tıkaçlı bir lavaboda ya da bir kâseye su doldurarak yıkayarak su sarfiyatını önleyebiliriz. Damlayan muslukların günde 4 litre kadar suyun boşa gitmesine neden olduğunu aklımızda bulundurmalı, damlayan musluklarımızı tamir etmeyi ihmal etmemeliyiz. Sebzeleri yüksek ateşte kaynatmak yerine düdüklü tencerede ya da kısık ateşte az suyla pişirerek hem sebzelerin besin değerlerinin daha az kaybolmasına neden olur hem de daha az su kullanarak hedefimize ulaşırız. Bir litre bitkisel atık yağın, bir milyon litre suyu kirlettiğini aklımızda bulundurarak yemeklerimizden çıkan atık yağlarımızı lavaboya dökmek yerine geri dönüştürmeliyiz.

Unutmamalıyız ki, her insan temel ihtiyaçlarını gidermek için günde en az 25 litre suya gereksinim duymaktadır. Çeşmemizdeki suyu boşa akıtırken ya da küvetimizi düşüncesizce doldururken bu miktara erişimi olmadığı için kirli su kullanmaktan başka bir şansı olmayan ve bu durumdan dolayı birçok hastalıkla savaşmak zorunda kalan bir milyar insanı düşünün!

Çise Ünlüer (30 Ağustos 2009)
http://www.ciseunluer.blogspot.com/

23/08/2009

Alışverişe Giderken



Geçen hafta yerel üretimin öneminden bahsetmiş, süpermarketlerdeki ürünlerde karşımıza çıkan paketleme problemine ve bunu nasıl çözebileceğimize değinmiştik. Sürdürülebilir yaşam başlığı altında bunun gibi incelememiz gereken birçok konu vardır. Bu fikrin benimsenmesi ve sürdürülebilir bir toplum yaratma mücadelesinin başarıya ulaşması için atacağımız her adım günlük hayattaki alışkanlıklarımızı gözden geçirmekten ve çevre ile uyumsuz davranışlarımızı düzeltmekten geçer!

Toplum olarak ortak alışkanlıklarımızdan olan alışveriş merağı ve bu aktiviteyi gerçekleştirmek için attığımız adımlar, sürdürülebilir yaşam felsefesine uygunlugu bakımından düşünmeye değer bir alandır. Alışveriş sonunda satın alınan ürünleri yerleştirdiğimiz plastik çantaların senelik kullanım miktarının dünyada bir trilyona kadar ulaştığının farkında mısınız? Yurt dışında bazı ülkelerde yasaklanmış olan bu plastik poşet kullanımı ülkemizde henüz tam anlamı ile ele alınmış bir konu değildir. Bazı marketlerde doğada çözünebilir olduğu iddia edilen poşetler kullanılmaya başlanmış olsa bile, bu henüz kesin bir çözüm teşgil etmemektedir.

Bu duruma daha iyi bir yaklaşım olarak, yurt dışındaki bazı marketler, “yaşam boyu çantalar” anlamına gelen “bags for life” başlığı altında, müşterilerine sağlam ve üst üste birçok kez kullanıma dayanıklı bir çantayı çok düşük bir fiyata vererek onu tekrar tekrar kullanmalarını teşvik etmektedirler. Birkaç kullanımdan sonra eskiyen çantaları müşterileri için yenileri ile ücretsiz olarak değiştiren süpermarketler, eski çantaların geri dönüşümünü de sağlıyorlar. Buna benzer başka bir sistemde ise bazı süpermarketler, alışverişe giderken kendi poşetini yanında getirip ekstradan yeni plastik poşet talep etmeyen müşterilerine, tekrardan kullandıkları her poşet için 1 kuruş civarında bir ücret ödeyerek müşterilerinin bu yaklaşımını desteklemektedirler. Buna ek olarak, çoğu süpermarket kendi içerisinde geri dönüşüm merkezleri bulundurarak, ellerindeki plastik poşetlerden kurtulmak isteyen müşterilere bu servisi sunmaktadır.

Ancak unutmamak gerekir ki, geri dönüşümü mümkün olan çanta kullanımı ya da aynı çantayı birden fazla kez kullanma metodları, plastik çantaların sebep oldugu çevre kirliliği probleminin aşılması konusunda kalıcı bir çözüm değildir. Bu duruma getirilecek olan en iyi yaklaşım, plastik çantaların tamamı ile kullanımının durdurulması ve bunun yerine alışverişe giderken yanımızda kumaş ya da hasır gibi maddelerden yapılmış çantalar götürmektir. Bu çantalar plastik olanlardan daha sağlam oldukları için uzun yolculuklarda yırtılmaz ve taşırken ellerimize zarar vermez. Günümüzde kullanılmakta olan plastik poşetler yirmi sene öncesinden nerdeyse yüzde yetmiş (70%) daha az plastik içermelerine rağmen, çoğu plastik poşet, Polietilen denilen ve doğada yüzlerce yıl çözünemeyen bir plastik çeşidinden meydana gelir.

Çoğumuzun evinde sürekli yaptığımız alışverişlerden onlarca plastik çanta birikmiş durumdadır. Peki bu durumda şu an elimizde bulunan plastik poşetlerimizi ne yapacağız? İlk iş olarak bu poşetleri mümkün olduğu kadar tekrar tekrar kullanmaya calışmalı, her alışverişe gideceğimizde birkaç tanesini yanımızda götürmeliyiz. Alışverişlerimizde aldığımız ürünleri mümkün oldukça az poşet kullanarak paketlemeli, kullandığımız plastik poşet sayısını en aza indirmeliyiz. Eğer çok az miktarlarda alışveriş yapmışsak, aldıklarımızı yanımızdaki el ya da sırt çantasına yerleştirmeye çalışmalı, az sayıda ürünler için plastik poşet kullanmamaya özen göstermeliyiz. Bunun yanında, ayrı çöp poşetleri satın almak yerine elimizdeki eski plastik poşetleri bu alanda değerlendirebiliriz.

Eminim düşünürseniz siz de göreceksiniz ki yukarda bahsettiğimiz olayı gerçekleştirmek aslında hiç de zor birşey değil. Tek ihtiyacımız olan biraz çevre duyarlılığı ve gerçekten birşeyleri değiştirme isteği. Bu gibi davranışlar birkaç kere denedikten sonra kolayca alışkanlığa dönüşebilir, hem çevreye yararlı bir adım atmış olur hem de kendinizi iyi hissetmenizi sağlar. Sürdürülebilir bir hayat için, bu yaklaşımları sadece büyüklere değil çocuklarımıza da aşılamalı, onların da gelecekteki hareketlerinin doğru yönde şekillenmesi için elimizden geleni yapmalıyız!

Çise Ünlüer (23 Ağustos 2009)
ciseunluer@hotmail.com

16/08/2009

Yerel Üretimin Önemi, Ambalaj Problemi ve Soya Çıkmazı



Geçtiğimiz haftalarda organik tarımın küresel ısınma ve insan sağlığı üzerindeki etkilerinden bahsetmiş, hazır ve işlenmiş yiyecekler yerine taze organik yiyeceklerin tercih edilmesinin yararlarını ele almıştık. Bu hafta yerel üretimin neden tercih edilmesi gerektiği konusuna değinerek, ayni zamanda atıklarımızın kontrol edilmesinde kritik bir rolü olan ambalaj (paketleme) probleminden, ve organik tarım alanında çok büyük bir önem taşıyan soya bitkisinden bahsetmek istiyorum.

Süpermaket raflarında gördüğümüz yiyeceklerin çoğu bize ulaşana kadar kilometrelerce mesafe katetmiştirler. Ülkemizde yetişmeyen ve uzak ülkelerden getirilen egzotik meyve ve sebzeler her gün artan miktarlarda ithal gıdalar tükettiğimizin kanıtıdır. Bu durum, kendi ülkemizin normal şartlarda bile zor durumda olan çiftçilerini daha da güç bir durumda bırakmakla kalmaz, bu gıdaların ülkemize gelmek için uzun mesafeler aşması karbondioksit emisyonlarını büyük ölçüde artırır. Başka ülkelerden gelen yiyecekleri tercih etmek yerine kendi ülkemizde yetişen meyve ve sebzelere yönelmek hem yerel ekonomi ve üreticimize katkı koyar hem de sera gazlarının atmosferdeki miktarlarinin azalmasına yardımcı olur. Ayrıca meyve ve sebzelerin mevsimlerinde tüketilmeleri insan sağlığı için büyük bir önem taşır.

Bugün süpermarketlerde gördüğümüz çoğu ürün tüketiciye ambalajlanmış şekilde sunulmuştur. Sadece market alışverişlerimizden elimize ulaşan plastik paket miktarını göz önünde bulundurarak, her gün bu yolla ne kadar plastiğin anlamsız bir şekilde doğaya çöp olarak atılmaya mahkum olduğunu anlayabiliriz. Bu durumun büyük bir sorun teşgil etmesinin esas sebebi, yiyecek artıklarıyla kirlenen plastiğin geri dönüşümü ya da baştan kullanımının zor olmasıdır. Bunun en iyi örneklerinden olan meyve suyu kutuları, karton, plastik, ve folyo olmak üzere birkaç değişik katmandan oluşmaktadır. Bunun gibi değişik maddelerin bir araya gelmesi ile oluşan ambalajların geri dönüşümü neredeyse imkansızdır.

Sağlık ve hijyen açısından önemli olsa da ambalajların bu kadar yaygın olmasının esas sebebi üreticilerin ürünlerini halka daha çekici ve hoş bir şekilde sunmak istemeleridir. Unutmamamız gerek ki bu gıdaları tüketenler olarak hepimiz ambalajlama işlemi için ekstra bir ücret ödemekteyiz. Bu durumda kendimizle dürüst olmamız önemlidir. Ülkemizde, bir ürünü kullandıktan sonra ambalajını çöpe atmaktan başka bir seçeneğimiz yoktur. Bu durumu az da olsa düzeltmek için almamız gereken iki önlem vardır. İlk olarak ambalajlanmamış ürünlere yönelmeli, eğer başka bir şansımız yoksa ambalajlanmamış ürünleri kullanmalıyız. Bunun yanında, üreticileri daha hafif ve ince ambalajlar kullanmaya ikna etmeli, bu yolda hassasiyet gösteren firmaları desteklemeliyiz.

Soya fasulyeleri binlerce yıldır Çin diyetinin bir parçası olan baklagil soya fasulyesi bitkisinin tohumlarıdır. 1960’ların başlarında batı ülkelerine de getirildiklerinden beri, sürdürülebilir yiyecek kaynağı olarak kullanılmışlardır. Soya yiyecekleri arasında büyük parçalarla veya kıyılmış şekilde sunulan soya sosları, soya yağları, ve soya peyniri gibi süt ürünleri bulunur. Soya mükemmel bir protein kaynağı olmakla birlikte ayni zamanda doymuş yağ oranı düşük ve kolesterolsüzdür. Bu nedenden dolayı soya ürünleri günümüzde bol miktarlarda tüketilmektedirler.

Sağlık açısından birçok yararlı özelliği olan soya bitkisinin yetiştirilmesinin çevreye zarar verdiği bilinmektedir. Popülaritesinden dolayı, yoğun çiftciliğe maruz kalan soya üzerinde birçok kimyasal maddenin kullanılması, toprak bozulması ve yaraltı suyu kirlenmesine neden olmuştur. Soya ürünlerine olan talebin son birkaç yılda hızla artmış olması, bu talebi karşılamak için yağmur ormanlarında büyük alanların yok olmasına sebep vermiştir. Bir zamanlar gerekli ekosistemleri destekleyen toprakların, bu gidişle aşırı tarım ve toprak bozulması yüzünden kullanılmaz hale gelmeleri beklenmektedir. Soyanın uzun mesafeler aşarak elimize ulaşması tüm bu zararlara eklenirse bu bitkinin çevre üzerindeki kötü etkileri anlaşılabilir.

Soya çiftçiliği, dünyadaki yağmur ormanlarının yok olmasına neden olan nedenler arasında başı çekmektedir. Bu durumu engllemek için hepimizin yapabileceği şeyler vardır. Buna örnek olarak sadece organik soya tüketebilir, Greenpeace gibi soya üretimi konusunda birçok çalışmalar yapmış organizasyonları destekleyebiliriz.

Çise Ünlüer (16 Ağustos 2009)
ciseunluer@hotmail.com