Arayın, Yeşil Hayatı Tarayın...

30/07/2011

Gösteriş Tüketimine Bağlı Yaşam Kalitesi



Geçtiğimiz hafta çevreye uyumlu yapılara giriş yapmıştık. Bu yapıların, arazi seçiminden başlayarak yaşam döngüsü çerçevesinde değerlendirildiği, bütüncül bir bakış açısıyla ve sosyal ve çevresel sorumluluk anlayışıyla tasarlandıklarından bahsetmiştik. Ekolojik mimari, pratik ve uygulamalı, işbirliği ve dayanışmaya bağlı bir noktadan hareket ettiğinden, ülkemizde yetişen çok sayıda mimar ve mühendisimizin, ülkemizin geleceğini kurarken bu temellere bağlı bir eğitimden yola çıkarak çevresel sorumululuk anlayışına sahip olmaları hepimizin dileği.

Dünyada yaşanmakta olan teknolojik ve ekonomik gelişmeler yüzünden hızla hepimizi ekseni altına alan küreselleşme süreci ve beraberinde gelen kentsel değişimin hepimizi etkilemekte olduğu kaçınılmaz bir gerçek. Her ne kadar küçük olursa olsun, bu sürece kapılıp giden ülkemizde uygulanan politikalar plansız, yerleşim alt  yapısız ve yaşam sürdüğümüz çevreler sağlıksız. Bu yolda bir çözüm olarak geliştirilen sürdürülebilir kentsel gelişme, doğru uygulandığı zaman hızla yaşanmakta olan kentsel değişim ve  dönüşüm sürecinin olumsuz yansımalarının engelleyebilecek kapasitededir.

Herhangi bir çözüm yolunda atılacak ilk adım elimizdeki problemi belirlemektir. Gelin kişisel bir eleştirme yapalım. Yaşadığımız alanlarda kendi konforumuzu sağlamak adına yapmayacağımız şey yok! Bu yolda çevreye duyarlı yapıları göz ardı ediyoruz. Belki rahata olan düşkünlüğümüzden belki biraz tembellik, günün sonunda hepimizin tek bir ortak amacı var, o da “rahat yaşamak”. Kişiden kişiye biraz farklılık gösterse de, her Kıbrıs’lı hem kendinin hem de kendisinden sonra gelen çocuklarının “rahat”  bir hayat sürmesi için elinden geleni yapar. Tabii bu amaca ulaşma yolunda herkes geniş alanlara yayılmış büyük evler, bir dokunuşla çalışan elektronik aletler, lüks arabalar hayal eder ve gerisini düşünmez...

Toplum içindeki konum, itibar ve duruşlar olarak tanımlanan sosyal statümüzün tüketim davranışlarımıza bağlantılı olduğunun tamamı ile farkında olarak hareket eden toplumumuz, ilkel kabilelerden beri süregelen bu alışkanlıkları devam ettirmekte kararlıdır. Günümüzde sahip olunan statüyü yükseltmek ve belli sosyal gruplara girebilmek için “gösteriş tüketimi” ilkeleri izlenmektedir. Adından da çok net anlaşılabileceği gibi, gösteriş tüketimi, pratik işlevlerinden çok sembolik işlevleri olan ürünlere yönelme eylemini açıklamak için kullanılır. Tabii bununla doğru orantılı olarak reklamlar da direk ürünlere değil, ürünlerin önerdikleri anlamlara ve yaşam tarzlarına dikkat çekerek tüketimi arttırma amacı güder. Bu noktada ürünler, insanların kendilerini gösterebilmelerinin ve önemli hissedebilmelerinin en kolay yolunun tüketim olduğu toplumlarda daha fazla tüketmenin bir aracı gibidirler.

19. yüzyılda "tüketimin sınıfsal farklılığını" ortaya koymak için "gösterişçi tüketim" kavramını inceleyen Amerikan ekonomist ve sosyolog Thorstein Veblen, her sınıfın gösteriş için tüketim yapmaktan kendini alamadığını öne sürdü. Veblen'in bu kavramla insanları tanıştırmasının üzerine yıllar geçmesine rağmen toplumda yer alan bizler, bir yandan üstün gördüğümüz gruptan kopmamak için aradaki farkları gidermeye çalışmanın yanında, bulunduğumuz grubun içerisinde göze çarpma ve üstün duruma gelme çabaları göstermeye devam ediyoruz. Kavramlar sözlüğünde; "Bir insanın toplumdaki statüsünü mevkiini ve maddi gücünü göstermeye yarayan ve belki de başkalarını kıskandırmaya sevk eden tüketim anlayışı" olarak ifade edilen gösteriş tüketimi, toplumdaki bireylerin birbirleriyle olan rekabetini gösterişe yönelik tüketimi kullanarak gösteriyor.

Gösteriş tüketimini daha iyi anlamak için uzaklara bakmaya gerek yok. Örneğin hepimizin çok iyi bildiği gibi gayet küçük bir ülkede yaşadığımızdan dolayı farklı noktalar arası mesafeler kısadır. Bu mesafeleri rahatlıkla küçük ve doğaya daha az zarar veren araçlarla aşabileceğimize rağmen, elimize geçen ilk fırsatta, sırf etrafımızdakilere daha iyi, daha “önemli” görünme isteğinin verdiği anlamsız çaba yüzünden mümkün olan en büyük ve gösterişli arabalara yöneliyoruz! Ama bilmiyoruz ki aslında “kaliteli yaşamak” bu değil! Son model pahalı arabalarımız var ama gidecek düzgün yollarımız yok! Yakalandığımız ciddi hastalıklarda bizimle yakından ilgilenecek, teknolojinin getirdiği tüm çözümleri sunacak ve içimiz rahat sevdiklerimizi teslim edebileceğimiz bir devlet hastanemiz yok! Rahatlıkla ulaşabileceğimiz bir yeşil alan, çalışma ortamlarında hak, fırsat ve cinset eşitliğimiz yok...

Dünya Sağlık Örgütü, İngilizce’de “quality of life” şeklinde geçen “yaşam kalitesi”ni “hedefleri, beklentileri, standartları, ilgileri ile bağlantılı olarak, kişilerin yaşadıkları kültür ve değer yargılarının bütünü içinde durumlarını algılama biçimi” olarak tanımlar. Bir diğer ifadeyle; yaşam kalitesi, kişinin içinde yaşadığı sosyokültürel ortamda kendi sağlığını öznel olarak algılayışını tanımlamaktadır. Yani bu kavram tıp teknikleri, laboratuar işlemleriyle ölçülen bir nicelik değil, sübjektif olarak yaşatılan bir niteliktir ve aslında pahalı zevklerle doğrudan bir ilişkisi yoktur. Esas amaç, kişilerin kendi fiziksel, psikolojik ve sosyal işlevlerinden ne ölçüde memnun olduklarının ve yaşamlarının bu yönleri ile ilgili özelliklerin varlığı veya yokluğunun ne ölçüde onları rahatsız ettiğinin saptanmasıdır.

Biz her ne kadar önemli olanın doğayı tahrip edip kaynakları tüketmek, işsizlik, eğitim, sağlık, ve sosyal güvenlik gibi varlığımızı tehdit eden unsurlar değil de başkalarına kendimizi kanıtlamak olduğunu düşünerek büyük evler ve lüks arabalara yönelelim, yaşam kalitesini belirleyen “sağlık ve eğitim hizmetlerinden yararlanma”, “yeterli beslenme ve korunma”, “sağlıklı bir çevre”, “hak, fırsat ve cinsiyet eşitliği”, “günlük yaşama katılma”, ve “saygınlık ve güvenlik” gibi her biri önemli olan bileşenlerdir. Ve bu bileşenlerden herhangi birinin eksikliği, kaliteli yaşam standartlarına vurulmuş bir damgadır.

Esas konumuza geri dönecek olursak, insanlık olarak toplum ve doğaya karşı sorumluluk ve görevlerimizi yerine getirirken çevreye duyarlı yapıları göz ardı ediyoruz. Herkesin büyük bir evde yaşaması ya da  bir dokunuşumuzla çalışan aletlerin enerjisinin hangi kaynaklardan elde edildiğini düşünmeden bilinçsizce yaşaması gerekmiyor! Günlük hayatımız süresince düşünmeden gerçekleştirdiğimiz tüm hareketlerin geleceğimizi şekillendirdiğini bir saniye bile aklımızdan çıkarmadan, bizden sonraki nesillere hak ettikleri geleceği sunmak için gereken duyarlılığı göstermeliyiz.

Çise Ünlüer (31 Temmuz 2011)
ciseunluer@gmail.com

23/07/2011

Doğal Yapılar


"Bir ev düşünün yaşayan, nefes alan… öyle bir ev ki, iklimlere göre kendi doğal ısısını muhafaza eden, suyunu toplayan, atıklarını yöneten, enerjisini üreten, becerikli eller ve doğal malzemelerle, içinde yaşayanların sağlığı ve refahı için sevgiyle yapılmış bir ev…"

Bu sözler ekolojik mimari ve doğal yapılarla ilgili uygulamalı atölye çalışmaları gerçekleştiren Ekolojik Mimari ve Doğal Yapılar Atölyesi'ne ait. Atölye çalışmasının amacı, inşaat sektöründe kullanılan kaynakların çıkarımı, ve yapı malzemelerinin üretimi, nakliyesi ve uygulanmasından kaynaklanan ekosistemlerin uğradığı ciddi yıkıma dikkat çekmek. Günümüzde sürekli gelişen farklı teknolojiler sayesinde birbirinden güzel ve göz kamaştırıcı binalar inşa edilirken kullanılan kaynakların hiç bitmeyecekmiş gibi harcanması birçoğumuzu rahatsız ediyor. Bunun yanında fosil yakıt kullanılarak yüksek enerji talep eden üretim süreçleri sonrası elde edilen ürünleri tercih ederek, birbirinden zararlı sera gazlarının atmosfere salımını ve bununla birlikte gelen kaçınılmaz iklim değişikliğini desteklemiş oluyoruz.

Dünyanın dört bir yanında gerçekleşen projelerde en yüksek talebi gören inşaat malzemesinin çimento olduğunu biliyor musunuz? Peki çimento üretiminin ve nakliyesinin dünyadaki toplam antropojenik (insan kaynaklı) karbondioksit salımının yaklaşık yüzde on (10%)’una neden olduğunu duydunuz mu? Bu yüksek miktarlara bir de yapı malzemelerinde farklı nedenlerden dolayı kullanılan toksik kimyasalları ekleycek olursak, inşaat sektörünün geleceğimizi kurmaktan çok yok ettiğini düşünebiliriz.

Ancak henüz ümitsizliğe kapılmanın zamanı değil! Bilinçsizce yapılan inşaatların doğaya verdikleri zararı ortadan kaldırmak için sunulan bir alternatif olan “ekolojik” yapılar, içerilerinde yaşayacak canlıların doğal ışık, su, gıda, sağlıklı solunum, ve estetik gibi temel ihtiyaçlarını verimli ve üretken doğal bir ekosistem gibi, döngüsel ve sürdürülebilir bir şekilde bütüncül olarak karşılayabilecek şekilde tasarlanır. Ekolojik yapılar, kil, kum, ahşap, taş, bambu, ve saman gibi sadece doğal malzemeler kullanarak  elde edilir. Bu yapılar, içerilerinde yaşayanların enerji ihtiyaçlarını mümkün oldukça azaltmakla birlikte, ihtiyaç duydukları enerjiyi güneş veya rüzgar gibi tamamen yenilenebilir kaynaklardan  sağladıklarından, bu alanda karbon salınımına neden olmazlar.

Ülkemiz bu alanda gelişmiş ülkelere kıyaslandığı zaman arkadan gelse de, dünyada sürdürülebilir yaşam ve ekoloji bilinci geliştikçe insanlar ellerindeki bilgi ve değerlerin farkına vararak permakültür gibi doğayla birlikte çalışan sistemleri desteklemeye başladı. Sağlıklı ve estetik yaşama hakkımızı yeniden kazanmak adına tasarlanan ve “sürdürülebilir”, “ekolojik”, “yeşil”, ve “çevre dostu” gibi pek çok isim altında karşımıza çıkan çevreye uyumlu yapılar, yapının arazi seçiminden başlayarak yaşam döngüsü çerçevesinde değerlendirildiği bütüncül bir bakış açısıyla ve sosyal ve çevresel sorumluluk anlayışıyla tasarlanırlar. Dünyada ciddi bir harekete dönüşmüş olan ekolojik mimari ve doğal yapılar, iklim verilerine ve bulundukları yere özgü koşullara uygun olmakla birlikte, duyulan ihtiyaç kadar tüketerek yenilenebilir enerji kaynaklarını kullanırlar. Bununla birlikte, doğal ve atık üretmeyen malzemelerin kullanımını teşvik eden ekolojik yapılar, ekosistemlere duyarlıdırlar.

Ülkemizde gerçekleştirilebilecek bilgilendirme programları sayesinde halkımız yeşil binaların tam olarak ne olduğunu, neden önemli olduğunu ve bu yapılardan nasıl yararlanılabileceğini öğrenebilir. Dünyada yaygın olarak kullanılan değerlendirme sistemleri kriterleri hakkında bilgi edinerek yetiştirilecek uzmanlar aracılığıyla, ülkemizdeki tüm yapıların bu bilgiler ışığında belirlenen kriterlere uygun olarak yenilenmesi ve yeni yapılacak olan binaların bu kriterlere göre inşaa edilmesi sağlanabilir.


Çise Ünlüer (24 Temmuz 2011)
ciseunluer@gmail.com

16/07/2011

Zehirli Maddelere Son


Eskiden anneannelerimiz temizlik yaparken evi süpürür, çamaşırı küllü sularla yıkayıp güneşte kurutur, yerleri sabunlu sularla fırçalardı. Ancak artık kimsenin bu gibi aktiviteler için ayıracak zamanı ve sabrı yok. Günümüzde tercihimizi en "hoş kokulu", en "beyazdan daha beyaz yapan", en çok "iz bırakmadan pırıl pırıl yıkayan", ve en iyi "mikroplardan arındıran" ürünlerden yana kullanıyoruz. Ancak evimizi, eşyalarımızı, giysilerimizi ve yediğimiz yemeğin artıklarını temizlerken vücudumuzu, suyu, toprağı, havayı, ve doğal ortamları nasıl zehirlediğimizin farkına varmıyoruz.

Zevkli bir zaman geçirmek için yapabileceğimiz o kadar çok farklı aktivite varken kimse ev temizlemek, ovmak veya yıkamak istemez! Başarılı bir reklamcılık sayesinde temizlik ürünleri üzerine yoğunlaşan üreticiler bizi öyle bir inandırmışlar ki hepimiz evlerimizin "tertemiz", "dezenfekte edilmiş", ve "100% mikropsuz" olması gerektiğini ve bunu elde etmek için gereken ürünlere muhtaç olduğumuzu düşünüyoruz. Oysa çevre ve sağlığımız için son derece zararlı temizlik maddeleri yerine ev temizliği konusunda çevreye karşı duyarlı pek çok farklı seçenek bulunuyor. Bu ürünlerin çoğu modern ve sentetik karışımların doğal döngüye saygı ön planda tutularak hazırlanmış versiyonları.

Tuvalet ve fırını temizlemek için asit, çamaşırlarımızı beyazlatmak için klor ve yalnızca evlerimizi temiz tutmak için farklı türlerde zehirli kimyasal maddelere başvuruyoruz. Günlük yaşamda kullandığımız ürünlerin binlerce farklı kimyasal maddeleri içerdiklerini biliyor muydunuz? Peki birçoğunun yeterince test edilmeden ve insan sağlığı üzerindeki etkileri bilinmeden piyasaya sürüldüğünü?

Temizlik boyunca kullandığımız ürünlerin büyük kısmı doğrudan kanalizasyona akıp bu yolla su sistemlerimize karışıyor. Zamanla bu kimyasallar su veya benzeri kullanımlar sayesinde bize geri dönüp vücudumuzda depolanıyor ve zehir miktarı arttıkça farklı alerjiler, karaciğer sorunları, ve lenf kanseri gibi çeşitli sağlık sorunlarına neden oluyor. Raflarda boyalar, fırın temizleyiciler, dezenfektanlar, ve mobilya parlatıcıları şeklinde hayatı kolaylaştırma yolunda gayet kullanışlı görünen tüm sprey ürünler, kullanıldıkları andan itibaren soluyacağımız havanın bir parçası olarak sadece toprağı ve su kaynaklarını değil teneffüs ettiğimiz havayı da tehdit ediyor.

Değişim ilk başlarda kolay görünmese de uzun vadeli düşünülmesi gereken bir adımdır. Zehirli maddeler içermeyen doğal temizlik ürünlerini kullanmak içme suyu ve dolayısı ile insan sağlığı üzerinde olumlu etkilere sahiptir. Örneğin çamaşır sodası diye bilinen sodyum karbonat, çok az miktarda yakıcı olup, katı ve sıvı yağlar, kir ve pek çok petrol ürününün etkin temizleyicisidir. Aynı zamanda su yumuşatıcı ve sabun köpürtücü özellikleri de bulunur. Ama en önemlisi, zararlı kimyasal dumanlara neden olmaz.

Meyve ya da tahılların fermantasyonuyla elde edilen sirke sıvısı, asitli içeriği sayesinde mikropları öldürmekle kalmaz, bizi zehirlemeden yağ içeren kirleri parçalar. Buna benzer bir örnek olan sodyum bikarbonat, sahip olduğu beyazlatıcı ve koku giderici özellikleri yüzünden tercih edilmelidir. Arapsabunu gibi bitkisel yağ tabanlı sıvı sabunlar hayvan yağı içeren ya da petron tabanlı sabunlara tercih edilmelidir.

Evlerimizde sık sık kullandığımız çok amaçlı temizleyicilerin birçoğu amonyak ve klor içermekle birlikte, birlikte kullanıldıklarında ölümcül amonyumklorür gazını oluştururlar. Amonyak akciğerlerimiz için tehlike oluştururken, klorla karıştırıldığında kansere yol açan bileşikler oluşturabiliyor. Bu tür ürünlerin yerine iki tatlı kaşığı boraks ve 1 tatlı kaşığı bitkisel kaynaklı sıvı sabunu 1 litre sıcak suya karıştırarak, veya yarım bardak çamaşır sodasını bir kova suya katarak evimizin farklı noktalarını güvenle temizleyebiliriz. Özellikle yağ lekelerini çıkarmak için, ilk karışıma bir çorba kaşığı sirke veya limon suyu ilave etmek yeterlidir.

Ovarak temizlemek için kullanılan tozların çoğu beyazlatıcı ve leke çıkarıcı etkisi olan klorlu çamaşır suyu içerir. Klor, toz halinde suya karıştığında insan organları için zararlı olan tehlikeli klor gazı meydana gelir. Bu nedenle, klor, tuvalet temizleyicilerinde bulunan amonyak gibi maddelerle karıştırlmamalıdır. Temizlik amaçlı kullandığımız tozlar, deterjana ek olarak, kanserojen asbest ile kirlenmiş olma olasılığı olan hidratlı doğal magnezyum içerirler. Tüm bu tehlikeleri ortadan kaldıran karbonat ve boraks karışımı banyo temizliğini sağlamak için kullanılabilir. Buna benzer başka bir opsiyon olan sirke ve su karışımını kullanarak nemlendirilmiş sünger ile gereken yerlerin temiziğini kendi sağlığımızdan ödün vermeden sağlayabiliriz.


Çise Ünlüer (17 Temmuz 2011)
ciseunluer@gmail.com

09/07/2011

Neden Organik?


Günümüzde insan sağlığı açısından önemi iyi bilindiği halde günlük hayatta ihmal edilen konulardan biri beslenme. Çoğumuz, yoğun yaşam koşullarının bir getirisi olarak hızlı öğünler atıştırarak günü geçirdiğimiz için gerekli vitamin ve minerallerden mahrum kalıyor, artan kilo sorununlarıyla başa çıkmaya çalışıyoruz.

Dünya nüfusu hızla arttıkça, insanların hayatlarını sürdürmek için ihtiyaç duydukları gıda talebi de artmaktadır. Kontolsuz bir şekilde artan bu talebi karşılamak için, daha hızlı gıda üretimi sağlayan yöntemler geliştirilmiştir. Bu yeniliklerin bir parçası olarak, gıda üretiminde verimi arttırmak amacıyla birtakım hormonlar, gübreler ve benzeri maddeler kullanılmaya başlanmıştır.

Bunları yetmezmiş gibi, aralarında böcek öldürücüleri de içeren zirai ilaçlar kaliteli üretim yapmak amacıyla besin zincirimize girmiştir. Artan insan sayısı için daha yüksek miktarda kaliteli gıda üretmek, gıda çeşitliliği sağlamak, ve yiyeceklerin raf ömürlerini uzatmak hedefinden yola çıkarak gıda katkı maddelerinin kullanımı yaygınlaşmıştır. Bu maddelerin insan vücuduna verdikleri zararlar günümüzde bilimsel olarak kanıtlanmıştır. Peki çözüm nedir? Sadece iki kelime: Organik tarım!

Bu hafta organik besinlerin tam olarak ne olduklarına ve insan sağlığı üzerindeki faydalarına değineceğiz. İlk defa 1517 yılında kullanılan “organik” terimi, daha sonra 1869 yılında “organik besin” şeklinde hayatımıza girmiştir. Günümüzde organik beslenme lüks olmaktan öte sağlıklı yaşam ve sürdürülebilir çevre için olmazsa olmaz bir gereksinim haline gelmiştir.

Peki organik besin tam olarak ne anlama gelmektedir? “Organik besin”, kimyasal maddeler, hormonlar, antibiyotikler ve tarım ilacına maruz kalmadan hayvan ya da bitki kökenli canlı organizmalardan elde edilen yiyeceklere verilen isimdir. Bir diğer deyişle, doğal olarak elde edilmiş tohumlarla kimyasal kullanmaksızın gübreleme ve kontrolü yapılan topraklardan elde edilen tarımsal gıdalar organik sınıfına girer.

Basit bir kıyaslama yapacak olursak, doğal tarım yöntemleri genelde daha çok iş yükü gerektirir ama çevreye ve sağlığımıza daha az zarar verir. Geleneksel, bir başka değişle “organik olmayan” hasat, ürünlerin üzerine direk olarak sıkılan ya da toprağa enjekte edilen yoğun miktarda kimyasal madde ve gübreleme gerektirdirdiğinden daha hızlı gerçekleştiği gibi kısa zamanda daha çok miktarda, dayanıklı ürünlerin yetişmesini sağlar. Ama önceliklerinin farkında olan her insan bilir ki, bir gıdanın organik olanlarına göre daha ucuz veya dayanıklı olması kesinlikle cezbedici olmamalıdır!

Organik bir beslenme tarzı benimsemek, insana genel olarak basit, sağlıklı ve doğaya yakın bir organik yaşam tarzı sunar. Organik ürünleri tüketmenin faydaları saymakla bitmez. Özellikle ülkemizde sürekli sayısı artan kanser vakalarına karşılık olarak kimyasal madde içermeyen bitki ve besinlerden oluşan organik yiyecekler bu konuda iddialı bir çözüm teşgil eder.

Her ne kadar da yetiştirilişleri zor olsa da, organik besinler doğal sürdürebilir tarım olanağı sunduklarından toprağın yapısını bozmaz, organik gübreleme yoluyla ürün rotasyonuna elverir ve doğal yaşam döngüsüne asla zarar vermezler. Unutmamak gerekir ki, ürün rotasyonu, dikkatli hasat, yerel çevreyi özümseme ve organik gübreleme yöntemleriyle yerel ekolojiyi geliştiren organik tarım, aslında sürdürülebilir bir ekonomik modeldir.

Organik tarım, bu alanda çalışan işçilerinin sağlık güvenlikleri bakımından da avantajlıdır çünkü organik olmayan ürünleri hasat eden işçiler direk olarak tarımsal kimyasallara maruz kalır. Bu durum, deride kızarıklık, akciğerlerin tahribi ve bir çok bilinen kanser türü gibi hastalıklara yol açarken, organik tarımla uğraşan işçilerin bu gibi endişeleri yoktur. Bunlara ek olarak organik tarım, hava, su ve toprak kirliliğine neden olacak maddelerden kaçınır; atıkların yok edilmesi ve kimyasal üretimine asla katkıda bulunmaz.

Günümüzde kanserojen olduğu bilinen 71 farklı tarım ilacı bugün besin ürünlerine sıkılıyor! Uluslararası İşverme Kurumu’ndan alınan bilgiye göre, 1997 yılında yapılan bir araştırmaya göre, tarım sektöründeki meslek yaralanmalarının yüzde on dört (14%)’ü , ve ölümlerin yüzde on (10%)’u tarım ilaçlarından kaynaklanıyor. Birleşik Devletler Genel Finans Ofisi’ne göre ise ithal edilen mevye ve sebzelerin sadece yüzde bir (1%)’i Besin ve İlaç Yönetimi tarafından yasadışı tarım ilacı kullanımı konusunda test ediliyor. Bu istatistiklerin ne kadar korkutucu oldukları açıkça ortada!

Gerçek şu ki, teknolojinin tarlalarda hakimiyeti ele alması ile artık besinlerin içinde bize ve doğaya kalıcı zarar verecek katkı maddeleri mevcut! Buna karışı geliştirilen en etkili yöntem ise organik tarım. İhtiyacımız olan vitamin ve mineraller ise organik beslenme yöntemi ile gayet rahatça alınabilir. Organik ürünleri tercih etmeyerek sadece kendimizi değil, tüm varlığımızı borçlu olduğumuz gezegenimizi de riske atıyoruz! Organik besinleri günlük bir şekilde tüketmek, uzun ve sağlıklı bir yaşam sürme ihtimalimizi arttıracaktır. Unutmamalıyız ki, devamlı bir şekilde tüketilen kimyasal içerikli yiyeceklerin neden olabileceği olası bir hastalığın tedavisi, bugün organik olmayan yiyecekler yerine organikleri tercih ederek harcayacağımız herhangi bir fiyat farkından çok daha pahalı ve eziyetli olacaktır!


Çise Ünlüer (10 Temmuz 2011)
ciseunluer@gmail.com

02/07/2011

Yeşil Yeme Alışkanlıkları


Yeşil yeme alışkanlıkları hakkında ne kadar bilginiz var? Düşünülenin aksine, yeşil yeme alışkanlıkları, sadece sebze ağırlıklı beslenmeyi içermiyor. Yeşil yemek alışkanlıkları benimsemek, genel olarak bu alanda çıkarılan atık miktarını azaltmak, ve ihtiyaç duyulan enerji miktarını en aza indirerek çevreye olan zararların mümkün oldukça ortadan kaldırılması anlamına geliyor.

Her gün az az almak yerine toplu bir alışveriş yapmak kullandığımız paketlemeden dolayı çıkan atık miktarını azaltmakla kalmaz, toplu bir alışverişten sonra markete daha az sıklıkta uğrama ihtiyacı duyacağımızdan yakıt ve zaman tasarrufu da yapmamıza yardımcı olur.

Seçtiğimiz ürünler arasında en az malzeme kullanılarak paketlenmiş olanları veya paketlerinin büyük bir çoğunluğunun geri dönüşümlü malzemeden sağlanmış ürünleri tercih edebiliriz. Her ne kadar da doğada çözünebilir oldukarı iddia edilse de, bunun çoğu zaman bir pazarlama tekniğinden ileri gitmeyen bir yanıltma olduğunu unutmayarak, çirkin bir görüntü oluşturan plastik poşetler yerine tekrardan kullanılabilen bez torbaları tercih etmeliyiz.

Günümüzde marketlerde satılan şişe sularının, tamamı ile doğaya zarar vermek ve insanların haksız yere parasını almaktan başka birşey olmadığını unutmayınız! Bunun önüne geçmek için evde muslukların ucuna takılacak filtreleri kullanarak kendi suyumuzu arıtabilir, tekrar tekrar kullanabileceğimiz bir şişeyle bu ihtiyacımızı karşılayabiliriz.

Kağıt mendiller yerine bezden yapılmış olanları tercih etmek doğaya verilen zararı azaltacaktır. Evde kullandığımız plastik yiyecek saklama kaplarını cam olanları ile değiştirmek sağlığımız açısından önemlidir çünkü cam, plastikte olduğu gibi insan sağlığına zarar veren kimyasalları içermediği gibi, bir ömür güvenle kullanılabilecek bir maddedir.

Mutfakta kullandığımız temizlik ürünlerinin bizi zehirlediklerinin farkında mıyız? Bu ürünlerin içerdikleri kimyasallar yiyeceklere temas ederek vücudumuza giriyor ve tahmin edebileceğimizden çok tahribata neden oluyor. Bu zararı önlemek için temizlik amaçlı kullanacağımız ürünleri kendimiz kolayca üretebiliriz. Bunun için limon suyu ve sirke gibi hepimizin evinde bulunan basit birkaç ürün yeterli!

Yediklerimizi yakmak için ille de pahalı spor salonlarına üye olmak ve saatlerce kapalı bir ortamda ter dökmeye gerek yok. Bunun yerine çok daha zevkli ve bir o kadar da sağlıklı kilo verme yöntemleri var ki! Örneğin, düzenli bir uyku düzeni benimseyerek kilo verebileceğimizi biliyor muydunuz? Dinlenme sırasında sistemlerimiz dengeye sokularak gün boyunca oluşan arızalar tamir edildiğinden, kilo alımına neden olan hormonal dengesizlikler de ortadan kaldırılıyor.

Aktif kalmanın bir başka yolu gönüllü olarak aktivitelere katılmak. Örneğin kumsallarımızın temiz kalması için çalışmalar düzenleyebilir, yaşlılar evlerini ziyaret ederek hem güzel bir deneyim yaşamış olur hem başkalarını da sevindiririz. Başkaları için zaman ve enerji harcamamızı gerektiren aktiviteler sonunda tüm emeğimiz bize başkaları için güzel birşeyler yapmanın verdiği mutluluk ve kaybolan kilolar olarak geri dönecektir.

Peki, baharatlar sayesinde sağlıklı bir şekilde kilo verilebildiğini duydunuz mu? Evde pişirdiğimiz yemeğe biraz sarmısak ve karabiber ekleyerek sadece yemeklerimizi lezzetlendirilmiş olmaz, aynı anda daha az kilo alırız. Soğan, sarmısak ve acı biber gibi baharatlar koku ve tat açısından zengin oldukları için daha erken doyurur ve böylece daha az yeme ihtiyacı duymamızı sağlar.

Doğru nefes almanın sağlığımız üzerindeki olumlu etkilerinden daha önce bahsetmiştik. Derin bir şekilde diyaframımızı kullanarak alınan nefes, kan basıncını düzenleyip kaslarımıza daha fazla oksijen taşımasının yanında, karın kaslarını daha çok çalıştırararak kalori yakımına neden olduğundan tercih edilmelidir.

Kilo vermek için bahsettiğimiz bütün bu eğlenceli yöntemlerin arasında kuşkusuz en kolayı ve bir o kadar da zevklisi gülmek! Sinir sistemimizi düzenleyen, bağışıklık sistemimizi güçlendiren, ve kalori yakmamızı sağlayan gülme eyleminin önemi o kadar büyük ki, gerçekten hafife alınmaması gerekiyor. Yapılan çalışmalar, günde içten atılan 5 dakikalık bir kahkahanın 10 dakika kürek çekmeye eşdeğer olduğunu öne sürüyor. Özellikle ülkemiz gibi bir yerde, gülmenizi sağlaycak konu sıkıntısı çekmeyeceğinizi düşünüyorum.


Çise Ünlüer (3 Temmuz 2011)
ciseunluer@gmail.com