Arayın, Yeşil Hayatı Tarayın...

26/10/2012

Bilinçli Beslenme



Özellikle çocukluk çağı kanserinin en önemli nedeninin tarım ilaçları olduğu konusunda hemfikir olan uzmanlar sebze ve meyvelerde kullanılan tarım ilaçlarının yanlış ve kontrolsüz kullanımına bağlı oluşan büyük tehlikeye dikkat çekiyor. Meyve ve sebzeleri tahta fırçasıyla saatlerce yıkasanız bile çoğu tarım ilacını çıkaramayacağınızı ve çaresizce tüketmek durumunda olacağınızı biliyor musunuz? Peki normalde insan ömrünün biyolojik olarak 120 olduğunu ancak kendimize verdiğimiz zararlardan dolayı bu 120 yıldan tavizler verdiğimizi?

Gelin gerçeklerle yüzleşelim: Tarım ilaçlarının en az sigara kadar kansere neden olduğunu ve dünyada 40 milyar dolarlık bir piyasaya sahip olan bu ilaçların çoğu kanserlerin oluşumunda büyük rol oynadığını artık biliyoruz. Birçok şehirde sadece toprağa bırakılan azot gübresinin yağmur suları ile yeraltı sularına karışması sonucu bugün kuyu sularının arsenikli olduğu da belirtiliyor.

Günlük gıda tüketimimizde gözardı edilmemesi gereken bir diğer nokta yüksek şeker kullanımı. Doktorlara göre bir insanın günlük hayatta şekere hiç ihtiyacı olmadığı gibi biz vücudumuzun tolere edebileceğinden dört kat fazla şeker tüketiyoruz. Gittikçe artan şeker tüketimin ne kadar tehlikeli boyutlarda olduğunu anlamak için 1700 yılında İngiltere'de kişi başına düşen yıllık şeker tüketimin 4 gram, bugün ise 70 kilo olduğunu bilmek yeter sanırım. Özet olarak kahvaltıda tükettiğimiz bal, reçel ve meyvelerdeki şekeri de unutmayarak günlük şeker tüketimimizi mümkün oldukça azaltmakta yarar var.

Önemini iyi bildiğimiz beslenmenin büyük bir kısmını oluşturan sebze ve meyvelerden mümkün olan en fazla yararı sağlamamız için bilmemiz gereken birkaç basit noktra var. Çünkü bilinçsizce tüketime hazırlanan bu gıdaların yararları kaybolarak, sadece karın doyuran bir madde haline gelmeleri mümkün. Örneğin, bazı sebzelerin uzun bir süre suda bekletilmesi veya farklı soslarla karıştırılmaları besin değerlerinin kaybolmasına neden oluyor. İçlerinde suda çözünen vitaminler bulunan sebze ve meyvelerin besin değerinden en yüksek oranda yararlanmak için bu gıdaları hızlı akan suyun altında yıkamamak gerekiyor. Aynı zamanda sebzeleri doğrayarak yıkamak yerine bütün halinde yıkamayı tercih ederek vitaminlerini koruyabiliriz. Yemek pişirimi boyunca tencere içerisinde mümkün olan en az miktarda suyu kullanmak da vitaminlerin korunmasında yardımcı olacaktır.

Sağlıklı beslenme yolunda atılacak en yararlı adımlardan biri tüm sebze ve meyveleri mümkün oldukça çiğ tüketmek. Pişirmek istesek bile mümkün oldukça kısa sürede ve diriliğini koruyacak şekilde pişirerek artan ısıyla kolayca kaybolan B ve C vitamini gibi vitaminlerin devamlılığını sağlayabiliriz. Özellikle ıspanak, brokoli, karnabahar, lahana, bamya, patlıcan ve kabak gibi sebzeleri en fazla 10 dakika pişirmek bu sebzelerden yarar sağlamamızı mümkün kılar. Büyük parçalar halinde pişirilen sebzeler küçüklere göre daha fazla alan yüzeyi barındırdığından büyük parçalarda vitamın kaybı daha az olur. Pişirildikleri süre boyunca tencerinin kapağını kapalı tutmak buharın kaybolmamasına, yemeğin pişme süresinin kısalmasına, ve dolayısı ile harcanan enerji miktarının azalmasına yardımcı olacağından tercih edilmelidir.

Pişirme işlemi sonrasında tencerede kalan pişirme sularını boşa dökmek yerine çorbalara, yemeklere, veya soslara ekleyerek bu yiyeceklerin besin değerini arttırabiliriz. Çoğu sebze ve meyvenin barındırdığı vitamin ve mineraller bu gıdaların kabuklarında bulunduğundan, bu gıdaları kabuklarını soymadan tüketmekte yarar var. Bir de yemek pişirmede kullanılan yağların uzun süre yüksek ısıya maruz kaldıkları zaman vücut için zararlı maddelerin oluşmasına neden olduklarını unutmamak gerek. Bu yağlarda pişirilen besinlerin yüksek sıcaklıkta kızartılarak tüketilmesi insan sağlığına zarar verdiğinden tercih edilmemelidir.

Son olarak, sık sık tüketmemiz gereken yoğurdun suyunun süzülmesi veya bekletme esnasında oluşan suyunun atılması vücutta önemli işlevleri olan vitamin B2 (riboflavin) kaybına neden olduğundan bu suyun ekmek mayalandırma, ve bisküvi, pasta ve çorba yapımında değerlendirilmesi sağlık açısından faydalı.


Çise Ünlüer (28 Ekim 2012)
ciseunluer@gmail.com

17/10/2012

Su Krizine Çare Denizler Değil




Dünyada popülaritesi gittikçe artan deniz suyu arıtma tesislerinin çevreye zarar verip vermediğini hiç düşündünüz mü? Her ne kadar da azalan miktarlarından dolayı nerdeyse her ülkenin yaşadığı su sorununa ilk bakışta dahiyane bir çözüm olarak görünse de, yoğun enerjiye ihtiyaç duyan arıtma sürecinin çevreye verdiği zarar gözardı edilecek gibi değil.

Tatlı suyun değerini bilmeyen yok. Bu değerin gittikçe artacağı da kesin. Özellikle yıllardır deniz suyunu arıtarak halkına sunan ülkelerin başında gelen Singapur, İspanya, ve İsrail bu işlemin dezavantajlarının fazlası ile farkında. Gerçekte iyi kalitede tatlı su elde edilebilen bir sistem olmasına rağmen çok fazla enerjiye ihtiyaç duyarak çalışan bu sistem, su krizinin kendini belli ettiği ilk zamanlarda en iyi çözüm yolu olarak görülmüş, ancak kısa sürede işin diğer yüzü de kendisini belli etmiştir.

Arıtma işlemleri genelde, suyun içindeki istenmeyen tüm minerallerin ayrıştırılmasını mümkün kılan bir filtre sistemine sahip ters ozmoz prensibi ile çalışıyor. Bu işlem sırasında tuzlu su arıtılırken uygulanan yüksek basınç ve enerji miktarı deniz suyundan tatlı su üretmenin ne kadar zahmetli bir iş olduğunun ilk göstergesi. Örneğin, bir metreküp tatlı su elde etmek için 3-4 kilovatsaat elektrik kullanılıyor. Bu yetmezmiş gibi nehir ve göl sularının arıtılmasına kıyaslandığı zaman tuzlu su arıtımı nerdeyse üç kat daha fazla karbondioksit salınımına neden oluyor. Tabii güneş enerjisi veya benzeri yenilenebilir bir enerji sistemi kullanıldığı zaman bu salınımın miktarını azaltmak mümkün.

Tuzlu su arıtımının olumsuz etkilerini biraz daha yakından inceleyecek olursak, yüksek karbondioksit salımının yanında, işlem boyunca geçirgenliği sağlayan zarlara yapışan organik madde ve bakteriler zamanla bu zarlardaki filtrelerin üzerinde toplanarak işlevlerini azaltıyor ve dolayısı ile bakım maliyetini artırıyor. Buna getirilen en etkili çözüm ise arıtma işlemi başlamadan suya belirli kimyasalları ekleyerek bu tip organik maddelerin zarlara yapışmasını engellemek. İşlem sonrasında doğaya bırakılan ve aralarında klor, hidroklorik asit ve hidrojen peroksitin de bulunduğu bu kimyasallar zamanla okyanuslara kadar ulaşarak buralardaki hayvan ve bitkileri zehirliyor.

Diyelim denizden tuzlu suyu aldık, arıttık, işlem boyunca eklenen kimyasalları da görmezden geldik, tatlı suyumuzu evimize kadar getirdik. Peki en başta suyun içinde bulunan tuza ne oldu? Arıtma işlemi sonunda ayrıştırılan tuzların nereye götürüldüğünü biliyor musunuz? Hemen söyleyelim, bu tuzlar çoğu zaman geri denize dökülüyor. Peki denizde belli bir tuz oranına alışarak yaşayan canlılar bu yoğun tuz oranına alışmakta ne gibi zorluklarla karşılaıyorlar hiç düşündük mü? Ani bir şekilde tuz oranı artan deniz suyundaki oksijen miktarının azalmasıyla buradaki canlıların boğulması kaçınılmaz oluyor. Güneş enerjisini ve organik besin maddelerini kullanarak daha yüksek enerji içeren moleküller meydana getiren mikroskopik bitkiler olan planktonlar da bu değişimden etkilenerek tüm gıda zincirine zarar veriyor. Bu duruma getirilen olası çözümlerden biri bu atık tuzu yaklaşık 1 kilometre yeraltına pompalayarak imha etmek. Ancak bu şekilde de yeraltı suları zarar görüyor.

Tuzlu su arıtımı ilk bakışta yaşadığımız su sorununa getirilecek mantıklı bir çözüm gibi görünse de, yüksek enerji kullanımı ve karbondioksit salınımı, işlem boyunca kullanılan zararlı kimyasallar, ve işlem sonucu ortaya çıkan atık tuzun denizdeki canlılar üzerindeki olumsuz etkileri gibi yukarıda bahsettiğimiz nedenlerden dolayı mümkün oldukça tercih edilmemelidir. Bunlar yetmezmiş gibi, arıtma işleminde kullanmak için okyanustan su alınımı yapılırken, araya birçok soyu tükenmekte olan canlı, ve bu canlıların yumurtaları da karışıyor. Ancak ne yazık ki, dünyanın birçok kurak bölgesinde, insan hayatının devamı için, tuzlu suyu arıtmaktan başka seçenek olmayabilir. İşte bu noktada, bu yönteme başvurmadan önce daha çevre dostu teknolojileri de göz önünde bulundurmak gerekiyor.


Çise Ünlüer (21 Ekim 2012)
ciseunluer@gmail.com

12/10/2012

Atıkların Değerlendirilmesi



Geçtiğimiz haftalarda atık malzemelerin yeniden değerlendirilmelerine değinmiş, bu maddelerden üretilen ürünlerin doğaya ve ülke ekonomilerine olan katkılarından bahsetmiştik.

Bu kategoriye girebilecek projelerden biri, kumaş üzerine elde baskı ve boyama yaparak, giyim, aksesuar ve dekorasyon amaçlı çeşitli tekstil ürünleri üreten “Kader Kısmet Atölyesi”nin çalışmaları. Genelde kentsel dönüşüm yüzünden göç etmek zorunda kalan Sulukuleli bayanlardan oluşan grup, bu insanlar için aynı zamanda geçim sağladıkları bir dayanışma grubu. İsteyen herkes, evlerinde birikmiş eski gazete kağıtlarını İstanbul’da yer alan 100% Ekolojik Pazarlara bırakarak bu kağıtların Kader Kısmet Atölyesi’ne ulaştırabiliyor.

Türkiye’deki İstanbul ve Ankara gibi büyük şehirlerde günde yaklaşık 20 bin ton evsel atığın üretildiğini biliyor muydunuz? Peki bu miktarın ülke genelinde 70 bin tonu bulduğunu? Bu şu anlama geliyor: Türkiye'de kişi başına günde bir kilogram atık düşüyor! Ülkemizde de bu durumun farklı olmadığını düşünecek olursak, atık yönetiminin ne kadar büyük bir önem taşıdığını anlayabiliriz.

Atık yönetiminden bahsetmişken... Dünyanın en büyük çöplüklerinen biri olan 34 yıllık Rio De Janeiro çöplüğünün kapatılması ve yerine geri dönüşüm merkezi konulması planlanıyor. Her gün yaklaşık 9000 ton çöpün eklendiği çöplüğün neden olduğu sera gazları ve kimyasal içeren sıvıların denize karışması yüzünden yıllar geçtike çöplüğün popülerliğini azalmış. Her ne kadar da güzel bir haber olsa da, çöplük çalıştığı süre boyunca geçimini burdaki çöpleri elle ayrıştırarak sağlayan 1700 kişinin evsiz kalacak olması düşündürücü.

Dünyanın en büyük ikinci ekonomisi olan Çin’de ise 2008 yılının ortalarından itibaren geçerli olan plastik torba yasağı sayesinde, 4.8 milyon ton petrol, 800 bin ton plastik ve 24 milyar adet poşet tüketiminden tasarruf edildi. Enerji ve kaynak tasarrufunda olumlu rol oynadığı düşünülen bu kurala göre, süpermarket, bakkal ve alışveriş merkezlerindeki mağazalarda ücretsiz poşet verilmesi ve 0.025 milimetreden ince plastik poşetlerin üretilmesi yasaklandı. Ülke genelinde tüm plastik poşetler ücret karşılığı isteyenlere verilirken, bu alanda fiyatlandırmaya gidilmesi müşterilerin büyük bir çoğunluğunun kendi kumaş veya karton çantalarını alışverişe giderken beraberlerinde getirmesini sağladığından ülkemizde de düşünülebilir.

Önemli üretim kapasitesine sahip olan elektrik ve elektronik eşya sanayisinin ürettiği aletlerin kullanım sonrası doğaya ve dolayısı ile insan sağlığına zarar vermeden saklanmaları önem taşıyan bir konu. Bilgisayar, monitör, televizyon, buzdolabı, çamaşır makinesi, ve cep telefonu gibi elektrikli ve elektronik eşyaların mümkün oldukça geri kazanılması ve geriye kalan parçalarının ise uygun yollarla elden çıkarılmasını sağlamak için Türkiye Çevre ve Şehircilik Bakanlığı himayesinde “Atık Elektrikli ve Elektronik Eşyaları Yönetmeliği” (AEEE) hazırladı. Büyük ev eşyaları, küçük ev aletleri, bilişim ve telekomünikasyon ekipmanları, tüketici ekipmanları, aydınlatma ekipmanları, elektrikli ve elektronik aletler, oyuncaklar, eğlence ve spor aletleri, tıbbi cihazlar, izleme ve kontrol aletleri, elektrik ampulleri ve evsel amaçlı kullanılan aydınlatma gereçlerini kapsayan yönetmeliğin geçmesiyle elektrikli ve elektronik eşyalarda kurşun (Pb), cıva (Hg), artı altı değerlikli krom (Cr6), polibromürlü bifeniller (PBB), polibromürlü difenil eterler (PBDE), ve kadmiyum (Cd)’un kullanılması yasaklandı. Bu maddeleri içeren atık malzemeleri belediyelerin kuracağı atık getirme merkezlerine veya bu ürünleri satan yerlere bırakarak eski elektronik eşyaları yeniden değerlendirilebilmeleri için gerekli yerlere ulaştırmak mümkün.

Yönetmeliğin geçerli olduğu günden itibaren, elektrikli ve elektronik eşyaların üretiminden elden çıkarılışlarına kadar geçirdikleri yolculukta çevre ve insan sağlığının korunması esas alınmış. Bu eşyaların toplanması, işlenmesi, geri kazanımı ve bertarafında üreticinin de sorumluluğunun yüksek olduğunu unutmayarak hazırlanan yönetmelik, atık elektrikli ve elektronik eşyaların diğer evsel veya başka atıklarla birlikte depolanmasını, ve alıcı ortama verilmesini ve bütün olarak yakılmasını engellemekle kalmıyor, tüketicilerin evsel elektronik atıklarını herhangi bir ücret talep edilmeden iade edilebileceği uygun toplama yerlerinin tahsis edilmesini öngörüyor. Toplanan atıklar çevre lisanslı tesislerde uygun teknolojiler kullanılarak işlenecek ve bu sayede yılda yaklaşık 20 ton yağ, 40 ton gaz, 200 ton kurşun, 400 ton civa ve 100 ton toner tozunun ortama yayılması engellenecek. Bunlara ek olarak, elektrikli ve elektronik eşya atıklarının içerisindeki değerli olan kısımların geri kazanılmasının da ülke ekonomisine pozitif bir etkisi olacağı kesin.


Çise Ünlüer (14 Ekim 2012)
ciseunluer@gmail.com

05/10/2012

GDO’nun Gerçek Yüzü




Geçtiğimiz hafta çevrenin ve doğal kaynakların korunması, enerji verimliliği ve tasarrufunun sağlanması, ve atık miktarının azaltılarak ekonominin iyileştirilmesini hedefleyen birçok projeden bahsettik. Ekonomik değeri sıfıra inen ve depolanmasından yok edilmesine kadar birçok sorun teşkil eden atıkların tekrar ekonomiye kazandırılması önemli olmasına rağmen ülkemizde yeterli ilgi görmeyen bir süreç.

Yüzde yirmi (20%)’sini pet şişe, karton, ve tenekeler gibi ambalajların oluşturduğu evsel atıkların kaynağında ayrılarak düzenli olarak toplanması gerekiyor. Atıkların kaynağında ayrılmasını sağlayarak bu güne kadar gayet verimli çalışan geri dönüşüm sistemlerini barındıran Avrupa ülkelerine yakından bakıldığında, halkın da kurulan sistemi sahiplendiği zaman başarı sağlandığı görülüyor. Türkiye Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın öncelikle İstanbul, Ankara, ve İzmir gibi büyük şehirlerde başlattığı bir çalışma kapsamında, evlerde biriken çöpler için “ikili toplama sistemi” şeklinde adlandırılan bir sistem kullanılacak. Buna göre, her eve dağıtılan sarı torbalara organik atıklar yerleştirilirken; karton, cam, ve plastik gibi atıklar da mavi torbalarda toplanarak geri dönüşüme gönderilecek. Aralarından geri dönüşümü mümkün olan tüm maddeler çıkarıldığında çöp depolama alanalarına giden miktarda büyük bir azalma olacağından zamanla yaşanan çöp alanları sorunlarının da giderileceği düşünülüyor. Bu proje sayesinde zamanla halkın da bilinçlenmesi ve belediyelerin de katılımıyla geri dönüşümün mümkün kılınması hedefleniyor.

Ülkemizde hergün artan hastalıkların esas kaynaklarından biri olduğuna inanılan tarım ilaçları üzerinde yapılan bir çalışmadan bahsetmek istiyorum. “Chlorpyrifosa”, meyve ve sebze gibi gıdalarda tarım ilacı olarak kullanılan bir madde. Bu ilaca yoğun bir şekilde maruz kalan 40 çocuğu 11 yıl boyunca izleyen bir araştırmaya göre, anne karnından itibaren bebeklerin önbeyin zararında küçülmeler, ilerleyen yaşlarda ise zihinsel yeteneklerinde çeşitli sorunlar gözlemleniyor. Beynin özellikle dikkat, duygu, dürtü kontrolü ve sosyal davranışlardan sorumlu bölgelerini çevreleyen zarın büzüştüğünü belirten çalışma, bu maddenin ayrıca çocukların beyninde cinsiyetle ilgili bölgelerde değişime neden olduğunu kaydetti. Beynin bazı bölümleri, normalde erkeklerde kadınlara göre daha büyük, bazıları ise daha küçük. Ancak bu ilaca maruz kalanlarda durum tamamen ters.

Tarım ilaçlarından bahsetmişken, GDO’lar hakkında yapılan ve sonuçları birkaç hafta önce açıklanan önemli bir araştırmadan bahsetmek istiyorum. Fransa’daki Caen Üniversitesi’nde yapılan ve Uluslararası “Food and Chemical Toxicology” dergisinde yayınlanan iki yıllık bir araştırmanın sonuçları, GDO’ların canlı sağlığı üzerindeki etkilerinin, bugüne kadar yapılan tüm kısa vadeli testlerden çok daha ciddi boyutlarda olduğunu gösterdi. Tüm dünyada büyük yankı uyandıran araştırma sonuçlarını tek cümlede özetlemek gerekirse: araştırma kapsamında GDO verilen klinik farelerinde çoklu organ büyümeleri, tümör ve kanser!

Biraz daha detaya girecek olursak, araştırmada genetiği değiştirilmiş mısırla beslenen farelerin daha genç öldüğü ve daha sık kansere yakalandığı tespit edilirken, bu tür mısırlarla beslenen dişi farelerin yüzde doksan üç (93%)'ünde meme tümörleri, erkek farelerin çoğunda ise böbrek ve karaciğer sorunlarına bağlı ölümler görüldü. Burda esas dikkat çekilmesi gereken bir diğer nokta araştırma süresi. Etkilerini anlamak için bugüne kadar hep üç ay gibi kısa süreli klinik testlerinden geçirilen GDO'ların zararlarının bu şekilde anlaşılamayacağı uzun süredir tartışılıyordu. Ancak çoğu ülkede sadece üç aylık klinik çalışmalarına dayandırılarak verilen GDO izinleri korkutucu boyutlarda. Çünkü son yapılan araştırmalara göre, dünyada GDO’lu tohum pazarının yüzde doksan (90%)’ını elinde tutan Amerikan şirketi Monsanto'nun ürettiği NK603 adıyla piyasaya sürülen genetiği değiştirilmiş mısır çeşidinin verildiği farelerde, 13. aydan itibarem tümör, kanser, organ büyümeleri gibi etkiler gayet net bir şekilde görülüyor. Yani GDO’ların gerçek etkisini anlamak için 3 ay gibi bir süre yeterli değil.

Bu araştırmadan sonra GDO'lu yemle beslenen tavuklara, ineklere mi üzülelim, yoksa onların ürünlerini tüketen insanlara mı üzülelim bilemiyoruz. İşin en korkunç yanı, ülkemize de ürünlerini gönderen Türkiye'de de bu mısır çeşidine ve  bu çeşidi içeren dört melez genetiği değiştirilmiş mısıra geçtiğimiz Kasım ayında izin verilmiş olması. Umut ediyoruz ki GDO tartışması, son araştırmanın sonuçlarıyla başka bir evreye geçecek ve simdiye kadar gözü kapalı GDO’ları onaylayanların gözü açılacak. Yapılan bilimsel araştırma sonuçları ışığında, bu izinlerin hemen iptal edilip, ithalatlarının da  acilen durudurulması gerekiyor. Aynı zamanda glifosat içeren, yani yabani ot ilaçlarına dayanıklı olması için geliştirilen GDO’lara verilen izinler de iptal edilmeli.


Çise Ünlüer (7 Ekim 2012)
ciseunluer@gmail.com