Arayın, Yeşil Hayatı Tarayın...

25/05/2012

Kişiye Özel Tedavi: Homeopati




Sadece iki gün öncesine kadar Homeopati’nin ne olduğuna dair hiçbir fikrim yoktu. Oysa nerdeyse 250 yıllık geçmişi olan bir alan! Dünyanın farklı noktalarında yaygın olarak uygulandığını ve Türkiye’de de 23 yıllık bir tıp hekiminin bu alternatif tedavi yöntemini tercih ederek hastalarını iyileştirdiğini duyduğum andan itibaren öğrendiklerimi sizinle paylaşmak istedim. Peki nedir bu Homeopati?

Özünde doğal, bütüncül ve yan etkisiz bir tedavi yöntemi olan Homeopati, 1755-1843 yılları arasında yaşayan Alman doktor Samuel  Hahnemann tarafından geliştirildi. Bu tedavi yöntemi, her insanın kendine özgü bir vücudu ve sağlık durumu olduğu noktasından hareket ederek ve hastanın sözel hikayesine başvurularak uygulanan, ve bu süreçte tamamı ile doğal yöntemler kullanan,  fiziksel, zihinsel, ruhsal ve duygusal iyileşmede etkili bir yaklaşım.

Homeopati, klasik tıp anlayışından çok farklı bir yöntem. Bu noktada belirtmek gerek ki, Avrupa, Kuzey ve Güney Amerika, Asya, ve Afrika’da yaygın bir şekilde uygulanan ve Dünya Sağlık Örgütü (WHO) tarafından da tanınan bu  tedavi yönteminin etkisiz olduğunu düşünen doktorlar da var. Ancak Fransa, İtalya, Hindistan, ve Brezilya’da tıp fakültelerinde okutulan Homeopati’nin İngiltere'de birlikleri ve hastaneleri bile var.

Bu tedavi yöntemi alanında eğitim görmüş kişilere “homeopat” deniyor. Bir homeopat ile görüşme seansı en az iki saat sürüyor. Bu süre boyunca homeopatlar hastaların sadece bedenleri ile değil, insan bedeni ile bir bütün olduşturduğunu düşündükleri duygusal ve ruhsal dünyaları ile de ilgileniyor. Yani sadece fiziksel sorunlar değil bunların duygusal alanda yansımaları da araştırılıyor. Mesela hastanın kişilik ve fiziksel  özelliklerinin yanında, vücut fonksiyonlarının düzeni, çevresel etkiler, ailede hastalığın seyri, ve aile ve sosyal ilişkileri gibi konular da masaya yatırılıyor.

Klasik tıpta verilen ilaçların genelde hastalığa karşı değil semptomlara karşı verilmesini doğru bulmayan homeopatlar, bir hastanın daha önce nasıl hastalandığına göre tedavi uyguluyor. Bu alanda esas alınan temel her insanın farklı tecrübeler yaşadığı ve vücudunun buna göre diğer insanlarla aynı şekilde kategorize olamayacak kadar farklı sorunlar yaşayabileceğidir. Örneğin klasik tıp, midesinde ülser olan herkese aynı tedaviyi uygular. Oysa kimi insanların kızdığı zaman midesi ağrır, diğerleri üzüldüğü zaman. Kimisinin midesi gece yarısı ağrır, kimisinin açlıktan...

Klasik tıp görünen belirtileri ortadan kaldırmaya çalışır, gerektiğinde öksürüğü keser, ateşi düşürür, ağrıyı dindirir. Bugüne kadar uygulanan tıpta herkese özel olmayan ve genelde semptomların bastırılmasını sağlayan bir tedavi yöntemi geliştirilir. Ancak semptomları ortadan kaldırmakla hastalığın tamamen yok olmayacağı için semptomları bastırmak, hastalığın insanda daha derin yerlere ve daha büyük sistemlere çekilmesine neden olur. Oysa kişinin tüm özelliklerini içerisinde barındıran DNA sarmalı kendine özgüdür.

Homeopati belirtileri olduğu gibi ele alır, vücudun savunma sistemine dair işaretler olarak görür, bastırmaya çalışmaz ve hastalığın başka bir düzlemde olduğunu savunur. Homeopati’de hastalıklar sadece fiziksel boyut yerine, fiziksel, ruhsal, zihinsel ve duygusal boyutları olan bir bütün olarak ele alınıyor. Bu yaklaşım özellikle kronik hastalıklarda etkili. Sık sık hasta olan, ya da depresyon veya astım gibi süregelen hastalıklarla baş etmeye çalışan bireyler homeopatiden kolayca yararlanabiliyor.

Kişiye özel geliştirilen tedavi sonrasında verilen homeopatik karışımların özünde bitkiler, mineraller, ve diğer organik ürünler bulunyor. Hastanın kendi gücü ile çalışan ve bu nedenden dolayı yan etkisi olmayan bu karışımlar, maddelerin enerji verici özelliklerinden faydalanarak vücuttaki uyum ve dengeyi tekrar sağlayarak, savunma ve iyileşme sistemlerini güçlendiriyor. Yani kişinin yaşama gücünü harekete geçiriyor. Doğru ilacı alan hasta genelde daha güçlü ve enerjik hissediyor çünkü bağışıklık sistemi fonksiyonları daha iyi çalışıyor.

Aslında biraz düşünürseniz o kadar da sıradışı bir fikir olmadığını göreceksiniz. İnsanın duygusal açından yorgun ve moralsiz hissettiği zamanlarda daha sık hastalanması bir tesadüf olmadığı gibi, insanlara yaşam enerjisi sunan bir tedavi yönteminin başarılı olması da tesadüf değil. Belirtileri bastırmak yerine tedavi eden bu kişiye özel yönteme kapılarımızı açmanın yararlı olabileceğini düşünüyorum.


Çise Ünlüer (27 Mayıs 2012)
ciseunluer@gmail.com

19/05/2012

Düşük Karbonlu Bir Gelecek İçin




Geri dönüştürülebilen veya geri dönüştürülmüş maddelerden oluşan, ve bu sayede doğal kaynakların tüketilmesini engelleyen ürünler “çevre dostu” olarak nitelendiriliyor. Bu alanda esas kriterlerden birkaçı ürünlerin içerisinde zehirli madde barındırmaması, üretim esnasında çevreye daha az zarar vermesi, ve enerji ve su tasarrufu sağlaması. Bugün sizlere geri kazanımlı malzemelerin mimaride kullanılması temeli üzerine kurulu olan “superuse” akımından bahsetmek istiyorum. Akımın kurucusu mimar Cesare Peeren lavabodan ev, uçaktan park, ve rüzgar jenaratöründen çocuk parkı yapmanın mümkün olduğunu anlatıyor.

Dünyada petrol ve türevlerinin gittikçe tükenmesiyle inşaat üretimi için farklı arayışların ortaya çıkması, superuse kavramının doğuşunda bir dönüm noktası. Eski rüzgar gülleri, çamaşır makineleri ve uçak pencereleri gibi hurdaya çıkmış atık malzemeleri kullanarak çocuk parkları, konser salonları ve tek katlı evler yaratan Peeren, bu işe çocukluk yıllarında evinin garajında geri dönüşümlü malzemelerden maketler yaparak başlamış. Superuse akımının esas dayandığı nokta estetik açıdan yeni fonksiyonel ve modern tasarımlarda kullanılan malzemelerin tekrar kullanılması.

Superuse bugün sadece Amerika, Avustralya ve Hollanda’da uygulanıyor. Akımın yatarıcısının inşaat kaynaklarının gittikçe tükenmesi ile geri kazanımlı malzemelerin inşaatın her alanında kullanılacağına olan inancı, yaratıcı ve varlıkları çevreye zarar vermeyen ürünlerin ortaya çıkmasına neden olmuş. Yaratıcı yöntemlerle geri dönüşüme katkı koymak isteyen tüm tasarımıcı ve mimarların bir araya gelmesini sağlayan Superuse akımı hakkında daha fazla bilgi için superuse.org adresine başvurabilirsiniz. Hatta bu alanda geliştirdiğiniz herhangi bir ürün veya tasarımı resimler yardımı ile sayfaya ekleyebilir, geri dönüşümle ilgilenen büyük bir gruba kısa yoldan ulaşabilirsiniz.

Superuse’a benzer bir başka adım ise Gaziantep Üniversitesi ve Büyükşehir Belediyesi'nin işbirliğiyle hazırlanan ''Yeşil Ev'' projesi. Bu proje sayesinde ortaya çıkacak olan binalar kendi enerjilerini üretmekle kalmaycak, içerdikleri çevreci teknolojilerle bölgede model halini alacak. Gerçekleşmesinde yeşil çatı, ısı yalıtımı, enerji verimliliği, yağmur suyunun yeniden kazanımı, ve akıllı bina uygulamalarının kullanılacağı proje, ülkenin yenilenebilir enerji kaynakları ve enerji verimliliği alanlarında model oluşturarak alternatif turizmin geliştirilmesine katkıda bulunacak. Proje altında inşa edilen yapıların yalıtımı, 25-40 santimetre kalınlığında yüksek yalıtım tabakalarının oluşturduğu ''kabuk sistemi'' tarafından sağlanacak. Uygulanacak yalıtım sayesinde ısıtma enerjisi tüketiminin ortadan kalkması bekleniyor. Bu sayede normal bir evden yüzde seksen (80%) daha az enerji kullanılacak ve yılda 3 bin ton daha az karbondioksit yayılımına neden olunacak. Kulağa ne kadar hoş duyuluyor!

Yeşil Ev projesi kapsamında önemsenen alanların başında ekoturizm ve eğitim geliyor. Proje sayesinde 500 ilköğretim öğrencisi alternatif enerji kaynaklarının kullanımı konusunda eğitim görecek. Aynı zamanda, ortaöğretim öğrencileri arasında gerçekleştirilecek olan doğal kaynakların ekonomiye kazandırılması konulu proje yarışmaları sayesinde gençlerin bu konuda bilinçlendirilmesi ve yeni fikirler üretmesi hedefleniyor.

Bu noktada merak uyandıran bir başka konu yeşil binaların maliyeti. Yukarda sıralanan yeni uygulamalar yüzünden yüksek olması beklenen yeşil bina maliyetleri aslında kayda değer bir oranda artmayarak alınacak sertifikanın seviyesine bağlı olarak, mevcut binalara göre sadece yüzde iki (2%)’lik bir artış gösteriyor. Yani, ülkemizde de nerdeyse her şehirde bulunan sosyal konutların da yeşil binalara dönüştürülmesi mümkün! Bunun gerçekleşmesi için uygulandığı diğer ülkelerde olduğu gibi devlet tarafından vergi ve kredi teşviklerinin sağlanması bekleniyor. Araziyi en uygun şekilde değerlendiren, dönüşebilen ve geri kazanılabilen malzemeler kullanan, yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelen, fosil yakıtları olabildiğince az tüketen, gün ışığından maksimum şekilde yararlanan, iç hava kalitesini denetleyen, ısıtma, soğutma ve aydınlatma giderlerinde tasarruf sağlayan, gri su kullanan, yağmur suyu toplama ve arıtımına önem veren, katı atık yönetimini teşvik eden ve çatı, duvar, pencere yalıtımını en üst düzeye çıkaran yeşil binalar, bu girişimler sayesinde yüzde kırk (40%)’dan daha fazla enerji tasarrufu sağlayabiliyor.

Yeşil binalar, ekonomik krizde olan ülkelerde büyük bir talep ve dolayısı ile pazar ortaya çıkarararak bu ülkelere bir çıkış yolu sunuyor. Her ne kadar Avrupa’da yaygın bir şekilde uygulansa da, şu an Türkiye’de yeşil bina sertifikası alan sadece 22 bina bulunyor. Bunların arasında Unilever Türkiye Merkez Ofis Binası, Sabancı Üniversitesi Nanoteknoloji Binası, Soyak Holding Merkez Ofisi, İstanbul'daki Birleşmiş Milletler Doğu Avrupa ve Orta Asya Bölgesel Ofisi, Ankara'daki Eser Holding Binası gibi yapılar yer alıyor. Bu noktada unutulması gereken esas nokta, normal bir binanın yeşil binaya dönüştürülmesinin maliyetinin oldukça düşük olması. Bu konuda verilen en iyi örneklerden biri Tayvan'daki 508 metrelik Taipei 101 kulesi. Bu devasa yapının yeşil binaya dönüşüm maliyeti yalnızca 2.2 milyon dolar.

Yeşil binalarda kullanılan güneş enerjisini elektrik enerjisine çeviren fotovoltaikler, çatı pencere yalıtımları, gri su kullanımı sağlayan mekanizmalar, dışarıdaki havaya göre ısıtma, soğutma ve havalandırmayı kontrol eden ısı pompaları, çevre dostu mobilyalar, ve aydınlatmayı ve gün ışığını kontrol eden otomasyon sistemlerini sayesinde enerji ve su sarfiyatı mümkün oldukça azaltılacak ve insan yaşam kalitesi yükselecek.


Çise Ünlüer (20 Mayıs 2012)
ciseunluer@gmail.com

12/05/2012

Geri Dönüşümde Sınır Yok




Sadece 1 litre atık yağın lavobaya döküldüğü zaman 1 milyon metreküp suyu kirlettiğini biliyor musunuz?  Peki atık pillerin çöpe atıldıkları zaman dış kaplarının zamanla delindiğini ve bünyelerindeki civa ve kadminyum gibi ağır metallerin ve kimyasal maddelerin toprağa ve suya karıştığını bildiğiniz halde bu konuda herhangi bir girişiminiz oldu mu?

Geri dönüşüm ile ilgili başarı hikayeleri için çok uzaklara bakmaya gerek yok. Bunun en güzel örneklerinden biri Çorum’da gerçekleştirilen ve Avrupa’ya da ihraç edilen bitkisel atık yağ toplama makinesi. Kullanım sonrası lavobalara dökülen bitkisel atık yağlar su kirliliğine neden olduğundan BAYTOM adı verilen bu buluş sayesinde yağlar toplanılarak belediyelere veriliyor. Bu sayede evde biriktirilen atık yağlar lavabodan dökülmek yerine bir kenarda bekletiliyor. Daha sonra alışveriş merkezlerine ve marketlere yerleştirilen BAYTOM'lara boşaltıyor. Makine sesli sistem sayesinde kullanıcısını rahat bir şekilde yönlendiriyor, dökülen yağın miktarını söylüyor. Yağın içindeki katı maddeler ve diğer tüm sıvılar süzgeçten geçirilerek ayrılıyor. En son elde edilen tamamen bitkisel yağ bir bölüme, diğer sıvı da başka bir bölüme aktarılıyor. Bu işlem sayesinde atık yağlarından kurtulan kişilere getirilen atık yağın miktarı karşılığında bir ücret ödeniyor. Avrupa’da da kullanılacak olan bu makine kullanıcılarına katılımları karşılığında araba yıkama ve indirim kuponu sunacak. Bu sayede toplanan yağlar atık yağ toplayan firmalar tarafından toplanarak değerlendirilecek.

Türkiye’nin Avrupa’da Almanya ve İtalya’dan sonra en çok bitkisel yağ tüketen üçüncü ülke olduğunu duymuş muydunuz? Genel olarak Türkiye’de yılda 1.5 milyon ton bitkisel yağ tüketimi gerçekleştiriliyor. Bunun da 350 bin tonu atık yağ oluyor. Resmi rakamlara göre 12 bin ton atık yağ toplanabilir durumda. Bu yağları en iyi değerlendirme yöntemi biyodizel üretimi olmasına rağmen yeterli miktarda yağ toplanamadığı için şu anda atık yağların çoğu Avrupa’ya ihraç ediliyor. Ancak ülkemizde durum bu noktaya bile gelmiş değil. Denizlerimizi kirleterek bu alanlarda yaşayan canlıların hayatını tehlikeye sokan atık yağların toplanmasında en önemli rollerden biri gıda sektörünün. Oteller ve restoranların ürettiği atık yağların uygun bir şekilde biriktirilip toplanması için çalışanların bilinçlendirilmesi gerekiyor.

Anadolu Cam, ÇEVKO, ve Zeytinburnu Belediyesi tarafından gerçekleştirilen “Cam Yeniden Cam” projesi, 2012 yılı sonuna kadar 57bin öğrenciye ulaşarak gelecek nesillere çevre bilincinin ve cam geri dönüşümünün aktarılmasını sağlayacak. Bu sayede, camın hem çevre hem de sağlık açısından en doğru ambalaj olduğunu çocuk yaştan öğrenerek bilinçlenen toplum, camın 100% geri dönüşebilen tek ambalaj malzemesi olduğunu bilerek hareket edecek.

Çocuklara yönelik bir başka örnek proje de Denizli’de gerçekleştirilen “atık pil at şeker al” projesi. Bu sayede okullarına yerleştirilen atık pillere karşılık şeker dağıtan atık pil toplama makinelerine bu pilleri getiren çocuklar, atık pil toplama konusunda eğitilecekler, atık pillerin kesinlikle evsel atıklara karıştırılmaması ve çöpe atılmamaları gerektiğini öğrenecekler. Bu yöntemle bünyelerinde bulunan çinko, mangan, gümüş ve civa gibi birçok ağır metalin toprağa ve suya karışarak canlı hayatını zehirlemesi yerine bu pillerin güvenli bir şekilde geri dönüşümü sağlanacak. Bu proje sayesinde küçük yaştan atık pil toplama alışkanlığı kazandırılan ve gerekli çevre eğitimi verilen çocukların ilerde çevreye karşı daha bilinçli bir toplum oluşturmaları ve hayatlarını bu doğrultuda yönlendirmeleri beklenebilir.

İlgi çeken bir başka proje ise çöpteki atıklardan elektrik ve enerji üretebilen ve bu sayede karbondioksit salınımlarını azaltan ve yerel yönetimlere kaynak sağlayan sistemler. Çöp alanlarında biriktirilen atıkların bozulması karbondioksit gazından 21 kat daha fazla küresel ısınma potansiyeli olan metan gazına neden oluyor. Günümüzde yeşil enerji ve çevre odaklı teknolojilere yatırım yapan ülkeler hem daha az karbondioksit üretimine neden oluyr hem de kendilerine iyi miktarlarda kar sağlayacak olan bu sektörde yer almayı başarıyor. Türkiye’de, Ankara, İstanbul ve Gaziantep’te olmak üzere beş tane atıktan enerji elde eden tesis bulunuyor. Bu tesislerden Ankara’da olanı, 2009 yılında, katı atık depolama tesislerinden çıkan metan gazını elektrik üretiminde değerlendirerek 520 bin ton karbondioksit eşdeğeri metan tasarrufu sağladı. Öte yandan İstanbul’da kullanılan çevreci teknolojiler ile yılda 1 milyon ton karbondioksit eşdeğeri sera gazı salımı tasarrufu gerçekleşiyor. Bu noktalarda sağlanan tasarrufların sertifikasyonu, kredilendirilmesi ve bu kredilerin gönüllü karbon piyasalarında satılması ile belediyelere yepyeni bir finansman kaynağı da oluşuyor.

İnsan sağlığını ciddi anlamda tehdit eden çöp birikintileri ile yüz yüze kalmış ülkemizde de benzeri projeler hayata geçirilerek etrafta rahatsızlık sağlayan çöplerden enerji üretilmesi mümkün.


Çise Ünlüer (13 Mayıs 2012)
ciseunluer@gmail.com

04/05/2012

Sofralarımızda GDO!




Geçtiğimiz haftalar giriş yaptığımız GDO’ların ithalatına bugünden dur demezsek yarın çok geç kalmış olacağımızı belirtmiştik. Farkında olmadan tükettiğimiz bu yiyecekler hakkında Greepeace’in anlatmaya çalıştığı ve bu yazıdan çıkarmamız gereken şu noktalar var: GDO’lu besinler, bir canlının genetik özelliklerinin laboratuar ortamında değiştirilmesi ile elde ediliyor. GDO, bu yemlere beslenmiş hayvanların eti, sütü, ve yumurtası olarak sofralarımıza geliyor. GDO’lu soya ve mısırın hayvan yemi olmasına çoktan izin verildi, birçok GDO’lu gıdanın onaylanması ise an meselesi. Tüketilmeleri durumunda GDO’lar ölümcül alerjik reaksiyonlar başta olmak üzere bir çok öngörülmesi mümkün olmayan risk içermektedir.

Birleşmiş Milletler ve Dünya Bankası'nın öncülüğünde 300 bilim insanı tarafından hazırlanan ve GDO'ların verim artışı sağlamadığı ve açlığa asla çözüm oluşturmadığını net bir şekilde belirten Dünya Tarım Raporu, aslında Türkiye'nin de imzasını taşıyor. GDO kullanımının esas amacına inecek olursak, bu girişimlerin arkasında verim artışı değil, ot ilaçlarına karşı direnç sağlamak ve yabancı böcekleri zehirlemek olduğu açıkca ortadadır. GDO’ların yaygınlaştırılma hedeflerının arkasında tohum üreten dev küresel şirketler duruyor. Bu şirketler aynı zamanda zirai ilaç da ürettiklerinden, geliştirdikleri GDO’lu tohumları yaygınlaştırarak kimyasal ilaç satışlarını arttırmayı ve üreticileri kendilerine daha da bağımlı hale getirmeyi hedefliyorlar.

İnsan sağlığı üzerindeki bilinmezsizliklerine ek olarak GDO'ların dayattığı endüstriyel tarım yöntemlerinden sadece devasa tarım şirketleri kazanç sağlarken, üreticiler, tüketiciler ve doğa büyük zarar görüyor. GDO’lu tohumlarını Hindistan’da yayarak bu ülkede her altı saatte bir çiftçinin intihar etmesine neden olan ABD merkezli şirketlerin bu girişimlerinden haberiniz var mı bilmiyorum ama insanın bu olanlarla kayıtsız kalması imkansız. 2002 yılında Amerika’nın genetiği değiştirilmiş pamuk tohumlarının Hindistan’a sokulmasıyla Hindistan’li çiftçiler kendi ürünlerini pazarlayamadıklarından büyük maddi sıkıntılarla yüz yüze kalmış ve tamamı ile “terminatör tohumları” diye adlandırılan GDO’lu tohumlara bağlanmışlardı. Sadece bir kez ürün verecek şekilde ayaralanan bu tohumlar yüzünden çiftçiler her ekim döneminde yeniden Amerika’lı şirketlerden tohum almak zorunda bırakıldı, ve herhangi bir verim artışı elde edilmediği halde zaten maddi çıkmazda olan çiftçilerin gittikçe bu şirketlere olan borçları arttı. Sonuç ortada.

GDO’ların kullanımı hakkında açıklama yapan Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanı Mehdi Eker, Biyogüvenlik Kanunu ve ilgili yönetmelikler kapsamında Biyogüvenlik Kurulu tarafından oluşturulan bilimsel komitelerin değerlendirmelerini yapan uluslararası kuruluşların görüşlerini, bilimsel araştırmaların sonuçlarını, farklı ülkelerde üretim, tüketim durumları ile çevre ve insan sağlığına olası risklerini dikkate aldığını belirtti. Bakan Eker, “Bugüne kadar yem amaçlı izin verilen soya ve mısır çeşitlerinde risk oluşturabilecek bir unsura rastlanılmamıştır. Biyogüvenlik Kanunu ve Genetik Yapısı Değiştirilmiş Organizmalar ve Ürünlerine Dair Yönetmelik gereği kurulan Biyogüvenlik Kurulu, GDO veya ürünlerine ilişkin yapılan başvuru hakkında Bilimsel Komiteler tarafından bilimsel esaslara göre yapılan risk değerlendirmesi ve sosyo-ekonomik değerlendirme sonuçlarına göre karar vermektedir. Kurul ve komiteler çalışmalarında çok titizlikle hareket etmekte, insan ve hayvan sağlığı ile çevre konularında azami hassasiyet göstermektedir. Bakanlığımız, Biyogüvenlik Kurulu kararını dikkate almaktadır.” dedi.

Bu konuda örnek alınacak ülkelerden biri GDO'lu tohumlara en sert yasakları uygulayan ülkelerden olan Polonya. Ülkede’de Amerikan Monsanto şirketinin ürettiği “MON810” koduyla bilinen genetiği değiştirilmiş mısır tohumu ve beraber kullanılan tarım ilaçlarının öldürdüğü arılar bardağı taşıran son damla oldu. Binlerce çiftçi ve aktivistin protestoları sonuç verdi, ve arıların ölümüne sebep olan Amerikan mısır tohumunun Polonya'da kullanımı yasaklandı. Avrupa Birliği’nin geri kalanın tersine Polonya’da 2008'den bu yana genetiği değiştirilmiş tohumların ekilmesi ve satılması zaten yasak. “MON810” tohumu Polonya ile birlikte Avusturya, Macaristan, Yunanistan, Fransa, Lüksemburg, Bulgaristan ve Almanya’da da yasaklandı.

Bu noktada sorulacak en önemli soru şudur: GDO’lu ürünler olmayanlara göre daha ucuz olabileceklerinden hayvancılık maliyetlerini aşağı çekse bile, insan-hayvan-çevre sağlığı bu kadar ucuz mudur? Sofralarımızın ve sağlığımızın GDO’larca işgal edilmesini engellemek için bu konuda çalışmalar yapan çevreci kuruluşların kampanyalarına katılarak, çok geç olmadan, GDO’lara dur deyin!


Çise Ünlüer (6 Mayıs 2012)
ciseunluer@gmail.com