Arayın, Yeşil Hayatı Tarayın...
30/07/2010
Et Yemek ya da Yememek
Sağlıklı yaşam; kişilerin ciddi ve tedavisi zor hastalıklara yakalanmadan, hem bedensel, hem de duygusal ve ruhsal yönlerden üstün durumda, uzun yıllar zevk alarak yaşamlarını sürdürmeleri demektir. Birey olarak sağlıklı bir yaşam amaç olmalıdır. Çok küçük yaşlardan başlayarak oluşan beslenme alışkanlıkları kişilerin sağlığını belirleyen en önemli faktörlerden biridir.
Belirli nedenlerden dolayı yiyeceklerden balık, et ve kümes hayvanlarını kesinlikle kullanmayıp süt ürünlerini ve yumurta gibi besinleri tercih eden insanlara “vejeteryan” denmektedir. Kendi aralarında “veganlar”, “lakto vejeteryanlar” ve “lakto-ovo vejeteryanlar” olmak üzere 3 ana gruba ayrılan vejeteryanların en yaygın olan grubu lakto-ovo vejeteryan grubudur. Bu gruptaki insanlar kırmızı ve beyaz et tüketmezler, fakat yumurta ve süt ürünlerini tüketirler. Lakto vejeteryan grubu ise kırmızı ve beyaz et tüketmedikleri gibi yumurta ve süt ürünleri de tüketmezler. Tüm vejeteryanlar arasında en katı kurallara sahip olan grup ise veganlardır. Veganlar, bal, yoğurt, muhallebi, ve dondurma gibi içeriğinde hayvansal ürün barındıran hiçbir gıda maddesini tüketmezler.
Peki vejeteryan olmanın kişisel ve toplum bazında ne gibi faydaları vardır? Et yememek, yağ tüketimini azaltmanın en etkili ve kolay yollarından biridir. Günümüzde, modern çiftliklerde yetiştirilen hayvanlar daha çok kar elde etmek için kasıtlı bir şekilde farklı metodlar kullanarak şişmanlatılmaktadır. Bu alanda yapılan birçok araştırma, yağlı et tüketiminin kalp krizine ve kansere yakalanma riskini artırdığını kanıtlamıştır.
Düşünülmesi gereken bir diğer önemli konu ise hayvan haklarıdır. İnsanoğlunun tabağını süslemek için her dakika binlerce hayvan insanlık dışı bir şekilde mezbahalarda öldürülmekte ve bu işlem boyunca acı çekmektedir. Her geçen saniye milyonlarca bir-günlük erkek civciv, yumurtlama şansı olmadığı için bazen ezilerek bazen de boğularak öldürülmektedir. Ölen civcivler daha sonra gübre şeklinde diğer hayvanlara yem olarak kullanılmaktadır. Yalnızca ABD’de her saat 500bin adet hayvanın eti için öldürüldüğünü düşünmek bile bir yerde bir hata yaptığımızın yeterli kanıtıdır.
Dünya üzerinde et yiyen bir kişi hayatı boyunca ortalama 36 adet domuz, 36 adet koyun ve 750 adet tavuk veya hindi tüketmektedir. Peki insanlar kadar acıyı ve korkuyu hissedebilen bu hayvanlar içlerinde bulundukları durumun ne kadar farkındadır? Bir yaşındaki hayvanların 6 haftalık bebeklere kıyasla daha fazla zihinsel düşünce gücüne sahip olduğunu, ve domuz ve koyun gibi hayvanların küçük çocuklardan daha zeki olduğunu akılda tutarak düşünecek olursak... Bu canlılar gibi son saatlerimizi bir kamyon kasasında dehşet içindeki yüzlerce hayvanla aynı kafese paketlenmiş bir şekilde ve sonra birden kanla ıslanmış bir ölüm odasına acımasızca itilerek geçirmek ister miydik? Et yiyen herkes, hayvanlara yapılan bu muameleye göz yummuş ve bunu desteklemiş sayılır.
Düzenli bir şekilde et tüketmenin insan sağlığı üzerindeki etkileri sandığımız kadar iç açıcı değil. Her yıl, milyonlarca gıda zehirlenmesi vakası kaydedilmektedir ve bunların çok büyük bir kısmı et yemekten kaynaklanmaktadır. Et yediğimizde hayvanların beslenmesi boyunca kullanılan hormonları da tüketmiş oluyoruz. Çoğu hamburger etlerinin dörtte biri, sığırlara verilen büyüme hormonlarını içermektedir. Bu hayvanları yetiştirirken sakin tutmak için sakinleştirici ilaçlar, ve çeşitli enfeksiyonlarla başa çıkmak için rutin olarak antibiyotik kullanılmaktadır. Et yediğimizde bu ilaçları da vücudumuza almış oluyoruz. Büyüme hormonları ve ilaçlara ek olarak, tükettiğimiz etlerin hayvanların kuyruk, ayak, rektum ve omurilik kısımlarını da kapsıyor olabileceğini, günlük hayatta düşünmeden tükettiğimiz sosisler gibi besinlerin öğütülmüş bağırsak ihtiva edebileceğini, ve bu bağırsakların öğütülme esnasında boş olduğundan hiçbir zaman emin olamayacağımızı akılda tutarak, yiyecek seçimlerimizi tekrardan gözden geçirmenin yararı olacaktır.
Et yiyenler arasında kansızlık, apandisit, arterit, meme kanseri, kolon kanseri, prostat kanseri, kabızlık, diyabet, safra taşı, gut, yüksek tansiyon, hazımsızlık, obezite, hemoroid ve varis gibi hastalıklar daha yaygındır. Ömür boyu vejeteryan olanlar et yiyenlere kıyasla yüzde yirmi iki (22%) oranında daha az sıklıkla hastaneye gitmektedir. Vejetaryanların kolesterol seviyesi et yiyenlere kıyasla yüzde yirmi (20%) daha düşüktür ve bu da kalp krizi ve kanser riskini önemli ölçüde düşürmektedir.
Sosyal açıdan inceleyecek olursak, bugüne kadar yetiştirdiği bitkileri daha sonra kesip yiyeceği hayvanlara yedirmek yerine insanoğlu kendisi tüketseydi, dünyadaki açlık sorununun bir gecede ortadan kalkacağını biliyor muydunuz? Örneğin, 40 dönümlük bir arazi sadece 20 kişiye yetecek kadar sığır eti üretebilirken, bunun yerine 240 kişiyi beslemeye yetecek kadar buğday üretimini sağlayabilir. Her yıl yaklaşık 60 milyon kişi açlıktan ölmektedir. Bu kişilerin hayatının, sığırların ya da diğer çiftlik hayvanlarının şişmanlatılması için kullanılan tahılları yiyerek ya da Amerikalılar’ın sadece yüzde on (10%) daha az et tüketmeleri durumunda kurtarılabileceğini biliyor musunuz?
Peki bu durumun doğa ve hızla etkilerini göstermeye başlayan küresel ısınma üzerindeki etkileri nelerdir? Dünyadaki yağmur ormanlarının yarısı hamburgerlerimizdeki sığırların otlatılmasını mümkün kılacak şekilde yer açılması için yok edilmekte, sera gazlarının yüzde yirmi (20%)’si ormanların yakılması sonucu oluşmaktadır. Yağmur ormanlarının yok edilmesiyle her yıl yüzlerce hayvan türünün soyu tükenmektedir. Sürdürülebilir olmayan bir şekilde gerçekleşen hayvan yetiştirilmesinden etkilenen bir diğer doğal kaynağımız da sudur. Dünyadaki tatlı su kaynakları hayvancılık yüzünden giderek hızla kirlenmekte ve yok olmaktadır. Örneğin, 2.2 lira değerinde bir etin üretimi için 17bin litre su harcanmaktadır.
Vejeteryanlar, et yiyenlere kıyasla daha sağlıklı ve formdadır. Ancak, şu ana kadar hep faydalarından bahsettiğimiz vejeteryan beslenmenin dikkat gerektiren hususları da vardır. Tek yönlü beslenme sağladığı için özellikle bebekler, çocuklar ve hamilelerin vücutlarında vejeteryan beslenme sonucu Fe, riboflomin, B12, çinko, kalsiyum ve protein eksiklikleri görülebilir ve bu eksiklikler önemli sağlık sorunlarına neden olabilir. Herhangi bir sağlık sorunun oluşmasını önlemek için mutlaka uzman birinden yardım almak gerekir. Uzman birisinin hazırlayacağı bir beslenme planı eşliğinde doğru adımları atmak hem sağlığımız için yararlıdır hem de çevreye karşı gösterdiğimiz duyarlılığın bir getirisi olarak eşi benzeri olmayan bir iç huzur sağlar.
Çise Ünlüer (31 Temmuz 2010)
ciseunluer@hotmail.com
24/07/2010
Sera Gazları ve Etkileri
Bugüne kadar küresel ısınma ve buna neden olan sera gazları hakkında birçok şey yazılıp çizilmesine rağmen bu konuda henüz gerekli önlemleri almamış olmamız düşündürücü. Çözüm üretme sürecinde bilinçlenmenin kuşkusuz önemi olduğunu unutmayarak, hepimizin yüzleşmek durumunda kaldığı ve kalacağı iklim değişimi ve buna neden olan faktörler hakkında gerekli bilgi donanımına sahip olmamız, geleceğimizi sağlam temeller üzerine kurmak açısından büyük önem taşımaktadır.
Küresel ısınma, sınırlı miktarda olan ve yenilenemeyen fosil yakıtların yakılması, ormansızlaşma, hızlı nüfus artışı ve toplumlardaki tüketim eğiliminin artması gibi insanlar tarafından gerçekleştirilen aktiviteler sonucu atmosfere salınan gazların sera etkisi yaratması ve bunun sonucunda dünya yüzeyinde sıcaklığın artmasına verilen isimdir.
Peki sera etkisi tam olarak nedir? Güneş'ten dünyaya gelen ışınların bir kısmı litosferden, bir kısmı ise bulutlardan geriye yansır. Bu yansıyan ışınlar başta karbondioksit ve su buharı olmak üzere atmosferde bulunan gazlar tarafından tutulur ve dünyanın ısınmasına neden olur. Işınların bu gazlar tarafından tutulması olayı, sırf ısıyı dışarıya bırakmayan seraları andırdığı için sera etkisi olarak adlandırılır.
Bu olayda büyük rol oynayan ve son yıllarda atmosterdeki miktarları hızla artarak dünyanın iklimsel dengelerinin bozulmasına neden olan sera gazları arasında karbondioksit, metan, su buharı, azotoksit ve kloroflorokarbonlar geliyor. 1860’tan günümüze kadar tutulan kayıtlara göre ortalama küresel sıcaklığın 0.5 ila 0.8 derece kadar arttığı, 20’inci yüzyıl boyunca buzulların eridiği ve deniz seviyelerinde de 10-25 cm arasında bir artış olduğu kanıtlanmıştır.
Güneş ışınlarının yeryüzüne ulaşması sırasında geçirgen bır tavır sergileyen karbondioksit gazının atmosferdeki kosantrasyonu 18. ve 19. yüzyıllarda 280-290 ppm arasında iken, fosil yakıtların kullanılması sonucunda günümüzde yaklaşık 350 ppm'e kadar çıkmıştır. Karbondioksitten 21 kat daha kalıcı olan metan gazının miktarı, son birkaç yüzyılda iki katına çıkmış ve 1950'den beri de her yıl yüzde bir (1%) artarak 1.7 ppm'e varmıştır. Metan gazının en büyük kaynaklarından biri organik çöplerdir.
Sera gazlarından bir diğeri azot ve oksijenin reaksiyonu sonucu oluşan azotoksit, tarımsal ve endüstriyel etkinlikler ve katı atıklar ile araba egzosu gibi fosil yakıtların yanması sırasında oluşur ve çevrenin kirlenmesinde büyük rol oynar. Karbondioksit, metan, ve azotoksite ek olarak küresel ısınmayla artan su buharı, iklim değişikliğine neden olmanktadır.
Klor, flor ve karbon atomlarından oluşmuş organik bileşikler olan kloroflorokarbonlar (CFCs), I. Dünya Savaşı’ndan sonra geniş bir uygulama alanı bularak buzdolapları, klimalar, spreyler, yangın söndürücüler ve plastik üretiminde kullanılmışlardır. Aralarında DDT, dioksin, cıva, kurşun, vinil klorid, PCB'ler, kükürtdioksit, sodyumnitrat ve polimerler gelen kloroflorolarbonlar, ozon tabakasını yok ederek iklim değişikliğine neden olmaktadır.
DDT’nin kimyasal adı “diklorodifeniltrikloroetan”dır. 50’li yıllarda tarım alanlarındaki böcekleri zehirlemek için kullanıldığı halde, bu gazın insan dahil diğer canlılar için de öldürücü olduğunun fark edilmesi üretimden kalkmasına neden olmuştur. Bitki ve böceklere karşı kullanılan ve yüzden fazla çeşidi olan dioksin ise kanser de dahil olmak üzere birçok sağlık sorununa neden olmaktadır.
Kloroflorokarbonların bir diğeri cıvanın en önemli özelliği diğer elementler gibi çözünmemesidir. Cıva bir ara kozmetik ürünlerinde kullanılmışsa da son derece zehirli olduğu anlaşılarak kullanımına son verilmiştir. Günümüzde kalemlerin içinde kullanılan kurşun, insan bünyesi içerisinde bulunduğu takdirde sinir sistemi ve beyne zarar verdiği için gayet zehirleyicidir. “Polyvinyl chloride” olarak bilinen PVC’yi elde etmek için kullanılan bir gaz karışımı olan vinil klorid, solunduğu takdirde toksik etki yaratır.
PCB'ler, büyük santrallerdeki elektrik transformatörlerinin yalıtımında, birçok elektrikli ev aletlerinde, boya ve yapıştırıcıların esneklik kazanmasında kullanılan ve insanlarda kansere neden olan endüstriyel kimyasal toksiklerdir. Mutfaklardaki sofralarımıza kadar gelen füme edilmiş balık, et ve diğer bazı yiyecekleri korumak için kullanılan bir çeşit tuz olan sodyumnitrat da insan sağlığı için zararlıdır.
Kükürtdioksit gazı sülfürün, yağın, çeşitli doğal gazların ve kömürle petrol gibi fosil yakıtların yanması sonucu açığa çıkar. Azotoksit ile reaksiyona girdiği zaman asit yağmurlarına neden olan kükürtdioksit, bu nedenden dolayı tehlike yaratmaktadır. Polimerler ise doğal ve sentetik olarak ikiye ayrılır. Doğal olanlar protein ve nişasta içerirken, sentetik olanlarıysa plastik ürünlerinde ve el yapımı kumaşlarda bulunup naylon, teflon, polyester, spandeks, stirofoam şeklinde adlandırılırlar.
Gerekli önlemler alınmadığı takdirde, bu yüzyıl sonunda küresel sıcaklığın ortalama 2 derece artacağı ve etkilerinin ekvatordan kutuplara kadar yeryüzünün her noktasında hissedileceği tahmin ediliyor. Küresel ısınmanın neden olduğu iklim değişikliğinin yansıması olarak dünyanın bazı bölgelerinde kasırgalar, seller ve taşkınların şiddeti ve sıklığı artarken bazı bölgelerde uzun süreli, şiddetli kuraklıklar ve çölleşme etkili oluyor.
Geridönüşümü mümkün olmayan bir yola girmeden gerekli önlemlerin alınması şarttır. Yüzleşmek durumunda kaldığımız sorunların ve ihtiyaç duyulan çözüm yollarının sağlıklı bir şekilde geliştirilebilmesi için halkımızın bilinçlendirilmesi yolunda hiçbir engel kalmaması gerekir. Küçük yaştan başlayarak çocuklarımıza okullarda iklim değişikliğine dair bilgi verilebilir, aileler alabilecekleri önlemlerden haberdar edilebilir. Yeter ki, daha geç olmadan, doğru adımları atabilelim!
Çise Ünlüer (25 Temmuz 2010)
ciseunluer@hotmail.com
16/07/2010
Yeşile Giden Yol Mutfaktan Geçer
Mutfak kültürü kavramı, beslenmeyi sağlayan yemek, yiyecek, içecek türleri ve bunların hazırlanma, pişirilme, saklanma, ve tüketilme sürecini; buna bağlı mekan ve ekipmanı, yeme-içme geleneği ile bu çerçevede gelişen inanış ve uygulamalardan oluşan bütünsel ve kendine özgü bir kültürel yapıyı anlatır.
Dünyanın çoğu yerinde olduğu gibi ülkemizde de yemek kültürü zamanla değişerek modern hayatta bugünkü yerini alsa da, yemek pişirmek ve ortaya çıkan sonucu sevdiklerimizle paylaşmak uzun yıllardır kültürümüzün en önemli parçalarından biri haline gelmiştir. İster mecburiyet ister zevk için olsun, hepimiz için ortak bir paydayı oluşturan beslenme kavramının sağlığımız üzerindeki etkilerini az çok biliyoruz. Peki yiyeceklerin çiğ halinden soframıza gelene kadar geçtikleri yolculuk boyunca harcanılan enerji miktarını azaltmak için mutfaklarımızde ne gibi önlemler alabiliriz?
Dünyada büyük yankı uyandırmış olan küresel ısınma, herşeyden önce bir enerji problemidir. Bu nedenle, çözüme giden yolda atılacak en önemli adımlardan biri, hayatımızın her alanında ihtiyaç duyduğumuz enerji miktarını azaltmaktan geçer. Mutfakta alınacak basit önlemler arasında, yemekleri düz tabanlı tencereler ve tepsilerde pişirmek, yiyeceklerin çok küçük ve eğik tabanlı tepsilerde kısa sürede pişmediğini akılda bulundurarak, fırında kullanılan tepsilerin fırına uygun olduğundan emin olmak gibi yaklaşımlar gelmektedir. Aynı miktar yiyeceği ısıtmak için mikrodalga fırın, klasik fırına göre yüzde atmış altı (66%) daha az enerji tükettiği için mümkünse yiyecekleri mikro dalga fırınlarda ısıtmak gerekir.
Yemek pişirirken tencere veya tepsimizin kapakları sıkıca kapalı ise, mevcut ısının yemeğin pişmesi için yeterli olduğunu düşünerek, pişirme tamamlanmadan iki-üç dakika önce fırın veya ocağımızı kapatabiliriz. Fırını ön ısıtıcıda çalıştırmak gereksiz enerji harcamasına neden olacağından yemeği fırına koyduktan sonra ısıtıcıyı çalıştırmalıyız. Yüksek sıcaklık gerektiren yiyecekler hariç fırında ön ısıtıcı programını kullanmamalıyız. Yemek pişerken fırın kapağını gerekmediği sürece açmamak, her kapak açılışında sıcaklığın 25 ile 30 derece birden düşmesini engeller. Yemek piştikten sonra fırının atık ısısını kullanarak yemek pişiminden ve fırın kapandıktan sonraki 15-30 dakika esnasında tatlıları, yemişleri, ve küçük ekmek parçalarını ısıtabiliriz.
Cam ve seramik kaplar, metal kaplardan daha uzun süre ısıyı tutabildikleri için cam veya seramik kaplar kullanıldığında kızartma ve pişirme sıcaklığını 15 derece düşürebiliriz. Kapaksız kapla yemek pişirirken 3 kat daha fazla enerji tükettiğimizi unutmayarak, pişirme süresince kapak kullanmayı alışkanlık haline getirmeliyiz. Genel olarak, enerji tasarrufu sağlamak için fırın çalıştırıldığında iki veya üç tür yemeğin aynı anda pişirilmesi tavsiye edilir.
Fırında veya ocakta yemek pişerken yiyeceğin piştiği kabın kapağı mutlaka sıkıca kapatılmalıdır. Isının ve nemin tencere veya tepsi içinde tutulması yemeğin hızlı pişmesine yardımcı olacağından kapaklar hava sızdırmaz olmalı. Yemek pişirmek için basınçlı tencereler kullanarak hem enerjiden hem de zamandan tasarruf edebiliriz. Fırın içinde havanın rahatça hareket edebilmesi için fırın ile tepsi arasında 5 cm boşluk bırakmak hem iyi bir hava sirkulasyonunu hem de yemeğin daha hızlı ve iyi pişmesini sağlar.
Soğuk kış günlerinde ne kadar cazip görünse de fırınları bulundukları odaları ısıtmak için asla kullanmamalıyız. Bu durum çok tehlikeli olmakla birlikte düşündüğümüzden pahalıdır. Sebzeli yemekleri pişirirken az su kullanmalı, yüksek sıcaklıkta pişirmeye başlayarak buhar çıkmaya başladıktan sonra düşük sıcaklıkta pişirmeye yönelmeliyiz. Bu sistem sayesinde yiyecekler daha iyi ve hızlı pişer. Bunlara ek olarak, yüksek sıcaklıkta pişirme işlemine devam etmek, besin maddesinin yok olmasına neden olur.
Tencere, tava ve çaydanlık tabanını aşan her alev enerji israfıdır. Tüm tencerelerin, tepsilerin, tavaların ve çaydanlıkların tabanları düz olmalı ki alev tencere tabanına tam olarak temas ederek kesinlikle tencere, tava veya çaydanlık tabanını aşmamalı. Fırınımızı düşük sıcaklık şartlarına ayarlayarak ve bu ayarlarda yiyeceği yavaş pişirerek enerji israfını önlemiş oluruz. Son olarak, fırın satın alırken mutlaka hava ve ısı sızdırmaz, yalıtımlı (fırın çalışırken elimizi kapağına koyduğumuzda sıcaklık hissetmemeliyiz) ve az enerji tüketenleri tercih etmek, dünyamızın geleceği için kişisel anlamda yapabileceğimiz en iyi yatırımlardan biri olur.
Çise Ünlüer (18 Temmuz 2010)
ciseunluer@hotmail.com
09/07/2010
SU
Kullanılmadığı zamanlar dakikada bir damla su sızdıran bir musluğun yılda yaklaşık 13bin litre suyu boşa akıttığını biliyor muydunuz? Musluklardan sıcak su sızıntısı fazla su kullanımı ve enerji israfı demektir. Mutfakta tüketilen su miktarı evde tüketilen toplam suyun yüzde on (10%)’unu oluşturduğundan, bu alanda yapılan su sarfiyatını önlemek büyük önem taşımaktadır. Pişirme, temizleme, yıkama ve içme amaçlı su kullanımında birkaç noktaya dikkat ederek harcamalarımızı kolaylıkla kısabiliriz. Örneğin, kirli bulaşıklarımızı elle veya bulaşık makinesinde yıkamadan önce su dolu leğende ıslatarak kirleri yumuşatabiliriz. Kirli bulaşıkları akar musluk suyu ile yıkamak yerine leğen içindeki su ve deterjan yardımı ile bulaşıkların kirlerini çıkardıktan sonra musluğu yavaşça açarak çalkalama ve durulama yapabiliriz.
Sebze ve meyvelerimizi akar suyun altında tutarak değil, bir kabın içinde yıkamak daha az su harcamamıza neden olur. Yıkama sularını daha sonra bahçemizdeki çiçekleri sulamak için tekrar kullanabiliriz. Ispanak, semizotu, pazı gibi yeşil yapraklı sebzeleri ayıkladıktan sonra ilk yıkama suyuna sirke koyarsak sebzeler daha kolay temizlenir. Elde bulaşık yıkarken mümkün olan en az miktarda deterjan kullanmak gerekir çünkü daha az deterjanı durulamak daha kolaydır. Denizdeki balıklar ve diğer canlıları da düşünecek olursak, deterjan yerine doğal yeşil sabun kullanmak en duyarlı yaklaşım şeklidir. Suyu boşa akıtmayarak ve sadece ihtiyacımız olduğu kadarını ısıtarak elektrik ve gaz masrafından kısabiliriz. Musluğun altına yıkadığımız tabakları üst üste koyduktan sonra durulamaya başlamak daha az suyla temizlemeyi mümkün kılar. Elde yıkanılan bulaşıkların durulama suyunu biriktirip tuvaletlere dökmek için kullanabiliriz. Bunun yanında, makarna ve sebze gibi yemeklerin haşlamak için kullanılan suyu dökmeyerek, çorbalarımızda kullanabiliriz.
Çoğu yiyecekleri pişirmek için az su kullanmanın yeterli olduğunu aklımızda bulundurarak, bu amaç için gereğinden fazla su kullanmaya çekinmeliyiz. Pişirdiğimiz kabın kapağı kapalı olursa yiyeceklerin vitamin ve minerallerinin mümkün oldukça devam etmelerini sağlayabiliriz. Sebzeleri yüksek ateşte kaynatmak yerine düdüklü tencerede ya da kısık ateşte az suyla pişirerek hem sebzelerin besin değerlerinin daha az kaybolmasına neden olur hem de daha az su kullanarak hedefimize ulaşırız. Buzluktaki yiyeceklerin ve diğer donmuş gıdaların buzunu eritmek için su kullanmamalı, ve bu tür gıdaların buzlarını buzdolabının alt gözünde bir gece bekleterek çözmeliyiz. Buzluktan çıkardığımız yiyecekleri gevşetmek için su kullanmak yerine bir gün önceden buzluğun alt göze koyarak sabahleyin yiyeceği gevşetmek mümkündür. Donmuş yiyeceklerin buzu çözülsün diye akar suyun altına tutmak yerine kullanmadan bir gece önce buzdolabında çözülmeye bırakarak daha sağlıklı bir yolu tercih etmiş oluruz.
Kapımızın önününü veya balkonumuzu temizlerken hortumla su tutmak yerine süpürge kullanmalı, yeniden kullanabileceğimiz suyu asla atmamalıyız. Bir litre bitkisel atık yağın, bir milyon litre suyu kirlettiğini aklımızda bulundurarak yemeklerimizden çıkan atık yağlarımızı lavaboya dökmek yerine geri dönüştürmenin yollarını araştırmalıyız. Normal musluklar dakikada 8-27 litre su tüketirken, düşük akımlı aeratörlü musluk kullanarak su tüketimini yarıya düşürebiliriz. Bu musluklara takılan aparatlar düşündüğümüzden çok daha hesaplıdır. Muslukların su damlatmasını önlemek, litrelerce suyun ziyan edilmesini engellediği için büyük önem taşır.
Sıcak su borularını yalıtkan malzemeyle kaplamak doğru yalıtımın yapılması açısından gereklidir. Böylece, boruların ısınmasını beklerken musluğu açıp suyu ziyan etmemiş oluruz. Aşırı derecede ısınmış suyu soğuk suyla ılıtmaya çalışmak israf olacağından sıcak su tertibatımızda termostat ayarının çok yüksek olmamasına özen göstermeliyiz. Buna ek olarak, yağmur suyunu biriktirecek büyük su tankları kullanarak büyük tasarruf sağlanılabilir. Su kıtlığı çeken ülkelerde yağmur suyu biriktirilerek evin su tertibatına dahil edilebilmektedir. Yağmur suyu özellikle bahçe sulamak ve araba yıkamak için kullanılabilir. Bu tür bir su tankı için evlerimizde yeterli yer yoksa yağmur yağdığında kovalarda ve leğenlerde su biriktirebiliriz.
Evlerde kullandığımız elektrikli aletlerin de çalıştıkları zaman boyunca suya ihtiyaç duyduklarını unutmayarak, mümkun oldukça evdeki bulaşık ve çamaşır makinelerimizi tam olarak doluyken ve düşük derecelerde çalıştırmalıyız. Evimizdeki tüm musluklarda su tasarrufu sağlayan başlıklar kullanmalı, dişlerimizi fırçalarken ya da traş olurken musluğu açık bırakmamalıyız. Daha önce bahsettiğimiz gibi evlerde kullandığımız suyun yaklaşık yüzde otuz (30%)’u tuvalet sifonunun çekilmesiyle tüketilir. Her sifon çekişimizda yaklaşık 10 litre su harcıyoruz. Bu nedenden dolayı, standart modellere göre daha az su tüketen klozetleri tercih etmek, evlerimizde kullandığımız su miktarının büyük bir ölçüde azalmasına yardımcı olabilir.
Bilimden sanata, teknolojiden ekonomiye kadar her alanda su, insan yaşamının vazgeçilmezi. Bu kaynağa o kadar bağımlıyız ki, sınırlı olduğunu bazen unutabiliyoruz. Nitekim tehlike çanları çalmaya başladı. Ancak çözüm için geç değil. Su kaynaklarımızı toplum olarak korumanın yanı sıra bireysel su tasarrufu yöntemleriyle de yaşam standardımızı belirleyen ve dolayısıyla kültürümüze de hayat veren su kaynaklarımızı gelecek nesillere bırakabiliriz. Unutmamalıyız ki, her insan temel ihtiyaçlarını gidermek için günde en az 25 litre suya gereksinim duymaktadır. Çeşmemizdeki suyu boşa akıtırken ya da küvetimizi düşüncesizce doldururken bu miktara erişimi olmadığı için kirli su kullanmaktan başka bir şansı olmayan ve bu durumdan dolayı birçok hastalıkla savaşmak zorunda kalan bir milyar insanı düşünün!
Çise Ünlüer (11 Temmuz 2010)
ciseunluer@hotmail.com
01/07/2010
Hayatı Boşa Harcamayalım
Su, kimyasal olarak hidrojen ve oksijen elementlerinden oluşan, gaz, katı ve sıvı halde bulunabilen bir maddedir. Yaşamın kaynağı su, bitkilerde, hayvanlarda, insanlarda yani tüm canlı organizmalardaki temel unsurdur. En küçük canlı organizmadan en büyük canlı varlığa kadar bütün biyolojik yaşamı ve tüm insan faaliyetlerini ayakta tutan sudur. Dünyanın yüzde yetmiş (70%)’i okyanus, yüzde otuz (30%)’u ise karadan oluşmaktadır. Bulunan su miktarının sadece yüzde üç (3%)’ü tatlı su olup, geriye kalanı ise tuzlu sudan ibarettir. Bu yüzde üç’lük tatlı suyun yüzde yetmiş (70%)’i kutuplarda, yüzde otuz (30%)’u ise yüzey ve yeraltı suları tarafından oluşturulmaktadır. Günümüzde 2.6 milyar insan içecek ya da temel gereksinimlerini giderecek gerekli miktarda suyu bulamıyor.
Tüm üretim ve tüketim süreçlerinde kullanılan toplam su miktarını açıklamak için kullanılan “sudaki ayak izi” kavramı, insanların günlük hayatlarında kullandıkları su miktarını ölçmelerine ve kontrol altına almalarına yardımcı olur. Su kaynaklarımızın geri getirilemeyen, sınırlı miktardaki sosyal ve ekonomik kaynaklar olduklarını bildiğimiz halde su kullanımına karşı tavrımızı değiştirmek için herhangi bir çaba göstermiyoruz. Sudaki ayak izimizi belirlemek için günlük hayatta kullandığımız su miktarını göz önünde bulundurmalıyız. Evlerde kullanılan suyun yüzde otuzbeş (35%)’i banyoda, yüzde otuz (30%)’u tuvalette, yüzde yirmi (20%)’si çamaşır ve bulaşık yıkamada, yüzde on (10%)’u mutfakta, ve yüzde beş (5%)’i temizlikte harcanıyor. Tüketiciler olarak sadece evlerimizde kullandığımız suyun değil, satın aldığımız her türlü mal ve hizmetin sudaki ayak izini düşünerek adım atmalıyız.
Dünyanın içersinde bulunduğu su sıkıntısını, sadece çeşmelerimizden akan suyu dikkatli kullanmakla çözemeyiz! Bu sorunun büyük boyutlarına paralel olarak, su kullanımının her alanında tasarruflu bir yaklaşım kaçınılmazdır. Evimizde hergün ne kadar su tükettiğimizi biliyor muyuz? Ev ve iş yerlerimizde su israfına son vermek için öncelikle hangi amaçlar için ne kadar su tükettiğimizi bilmeliyiz. Birçok evde gizli su kaçağı olabileceğini unutmadan bunu tespit etmek için bütün muslukları kapatarak su sayacını okuyabiliriz. Bu işlem boyunca iki saat süre ile su kullanmamak gerekir. İki saatlik sürenin sonunda su sayacını tekrar okuduğumuzda su kaçağı olup olmadığını öğrenebiliriz.
Sürdürülebilir üretime destek olmak ve sudaki ayak izimize bilinçli bir şekilde yaklaşmak istiyorsak belirli alışkanlıkları hayatımıza sokmamız şarttır. İlk adım olarak banyo ve tuvaletteki su tüketimini inceleyim. Bu alanlarda tüketilen su miktarı evde tüketilen toplam suyun yüzde yetmiş (70%)’ini oluşturmaktadır. Tuvalet rezervuarının su depolama kapasitesi 16 litredir. 4 kişilik bir aile 16 litrelik tuvalet rezervuarı ile ayda tuvalette 7 ton su tüketir. Bunun yerine 7 litrelik tuvalet rezervuarı ile hem tuvaleti temizlemek hem de su tüketimini 2.5-3 tona düşürmek mümkündür. Tuvalet rezervuarı 16 litrelik ise bu durumda iki adet 1.5 litrelik plastik şişeye su doldurup rezervuara koyarak su tüketimini yüzde yirmi (20%) azaltabiliriz.
Tuvalet rezervuarımız su sızdırabilir ve bu miktar günde 700 litre suya ulaşabilir. Sızıntı suyunu kontrol etmek için rezervuara birkaç damla boyalı su ilave edebiliriz. Bu rengi 5-7 dakika içinde tuvalette görürsek hemen tamir edilmesi gereken bir sızıntı var demektir. Banyo yerine duş alarak su tüketimini yüzde otuz (30%) azaltmak mümkündür. Duş alarak 40-60 litre su tüketirken, banyo yaparak su tüketimi 120-150 litreye kadar düşürülebilir. Duş yapmak için ortalama 5-6 dakika yeterlidir. Böylece duş başına 55 litre su tasarruf edebiliriz.
Sıcak suyu tek açma kapama ile kontrol edebiliyorsak, duş esnasında vücudumuzu ve saçımızı sabunlarken veya şampuanlarken suyu açık tutmamak gerekir. Klasik duş başlıkları dakikada ortalama 25-30 litre su akıtırken düşük akımlı aeratörlü duş başlıkları ile dakikada 9-12 litre su tüketmek mümkündür. Böylece 5–6 dakikalık duş esnasında 90-120 litre sıcak su yerine, 45-60 litre sıcak su ile aynı işlemi gerçekleştirebiliriz. Bu hesaba göre, 4 kişilik bir aile günde 3 defa duş yapsa, yılda 55 ton su tasarruf edebilir.
Sık aralıklarla açılıp kapatılan musluklar için klasik musluklar yerine kolay açılıp kapatılan musluklar kullanarak su tüketimini yüzde yirmibeş (25%) azaltabiliriz. Diş fırçalama ortalama 3 dakika süre alır. Eğer musluk açık bırakılırsa her fırçalama esnasında ortalama 15 litre suyu ziyan etmiş oluruz. Günde iki defa diş fırçalanması, yılda yaklaşık 11bin litre su tükettiğimiz anlamına gelir. Eğer fırçalanmış dişlerimizi bir bardak su ile çalkalarsak yılda 9bin litre su tüketimini önleyebiliriz. Dişlerimizi fırçalarken, tıraş olurken ve yüzümüzü sabunlarken musluğu kapalı tutarak günde 15-35 litre su tasarruf edebiliriz. Son olarak, banyodaki musluklarda düşük akımlı aerotörlu başlık kullanarak ve aerotör filtrelerini periyodik olarak temizleyerek suyu yüzde otuz (30%) daha verimli kullanmak ve o oranda da sıcak su kullanımını azaltmak mümkün.
Su hayattır! Hayatı boşa harcamayalım...
Çise Ünlüer (4 Temmuz 2010)
ciseunluer@hotmail.com
Subscribe to:
Posts (Atom)