Arayın, Yeşil Hayatı Tarayın...

25/03/2010

Mutfakta Enerji Tasarrufu



Günlük hayattaki enerji harcamalarımızı belirli bir ölçüde kısmak her ay ödediğimiz elektrik masraflarını azaltmakla kalmaz, çevreye karşı gösterdiğimiz duyarlılıktan dolayı iyi hissetmemizi de sağlar. Evlerimizdeki enerji harcamalarını kısmanın çok basit ve etkili yöntemleri bulunmasına rağmen bugüne kadar bunları duymamış ya da önemsememiş olabiliriz. Gerek evimizdeki elektrikli aletleri çalıştırmak için gerek ısıtma ve soğutmada kullandığımız elektriğin miktarını azaltmak mümkün. Peki nasıl?

Öncelikle mutfağımızdaki harcamalarımızı inceleyelim. Yemek pişirirken kullandığımız küçük tencereleri büyük başlı bir ocağın üstüne koymak enerji sarfiyatına neden olur. Pişirme süresince kullanılan tencerenin etrafından alevler çıkmaması için tencereyi kendi boyutlarına uygun bir ocak başı üzerine yerleştirmek gereklidir. Yemekte kullanılan malzemeleri küçük boyutlara doğramak ve bunları pişirirken tencerenin üzerini bir kapakla örtmek daha çabuk pişmelerini mümkün kılar. Pişirilen her yemeğe uygun olan ısı ayarını yapmak yemeğin lezzeti ve pişerken kullandığı enerji miktarı açısından büyük önem taşır. Yemekte kullanılacak olan suyu ısıtmak için enerji tasarrufu sağlayan su ısıtıcılarını kullanmak sadece o anda ihtiyacımız olan miktarda suyu ısıtmamızı sağlar. Zamanla bu ısıtıcıların içerisinde biriken kireç, ısıtıcının suyu ısıtmada gereken fazla enerjiye ihtiyaç duymasına neden olduğundan bu kirecin belirli aralıklarla temizlenmesi gerekdir.

Yeni geliştirilen fırınların çoğu önceden ısıtma gerektirmediğinden, özellikle fanlı fırınlarda pişirilecek olan yemekleri, fırına yerleştirmek için fırının ısısının belli bir seviyeye gelmesi açısından bekletmeye gerek yoktur. Fırının çalıştığı süre boyunca yüksek miktarda enerjiye ihtiyaç duyduğunu aklımızda bulundurarak, bu süreyi en değerli şekilde değerlendirmek için, aynı anda birkaç farklı yemek pişirilebilir. Fırının ön kapağını her zaman temiz tutmak, içerisinde pişen yemeğin durumunu görmek için sürekli fırın kapısını açma gereksinimini ortadan kaldırır ve böylece gereksiz ısı kaybını önler.

Diğer yöntemlere kıyaslandığında daha sağlıklı bir opsiyon sunan grill yöntemi, yemeklerin fırında pişmek için ihtiyaç duyacakları zamandan çok daha kısa bir sürede hazırlanmalarını sağlar. Normal tencerelere kıyaslandığında, düdüklü tencereler, yemekleri hızlı pişirmek için buhar gücünden yararlanarak çalıştıkları için aynı yemeği daha az enerji harcayarak pişirirler. Suda kaynatılarak pişirilen sebzelerin altındaki ateşi mümkün olan en kısık ayarda tutmak, bu sebzelerin hem daha iyi pişmelerini hem de bunun için çok daha az enerji kullanmalarına neden olur.

Buzluk ve dondurucuların arkasını temiz tutmak daha etkili ve verimli çalışmalarını mümkün kılar. Buzluğun içini gereğinden fazla doldurmak içerideki soğuk hava dolaşımını zorlaştırdığı için buzluğun zorlanmasına ve böylece fazladan enerji harcanmasına neden olur. Ancak bu durum dondurucular için geçerli değil. Buzluktan farklı olarak, dondurucunun içinin dolu olması verimliliğini arttırır. Buzluğumuzun içerisindeki soğuk havanın mümkün oldukça dışarıya kaçmaması ve gerekenden fazla enerji harcamaması için gün boyunca kapısının iyi bir şekilde kapandığından emin olmalı ve kapıdaki lastiğin eskidiğini farkettiğimiz anda yenilemeliyiz.

Mutfak düzenlemesi yaparken buzluk ve dondurucuyu fırın gibi ısıyla çalışan aletler ve direk gün ışığı alan yerlerden uzak tutmak gereklidir. Buzluk seçiminde her zaman enerji harcaması ‘A’ kategorisinde olanları tercih etmeli, buzluk termometresinin ayarını 0-5 derece arasında tutmalıyız. Ailemizdeki kişi sayısına uygun büyüklüke olan buzluklara yönelmek gereksiz enerji harcamalarını önler ve ev ekonomimize katkıda bulunur. Sıcak yemekleri tam soğumadan buzluğa yerleştirmek buzluk içerisindeki sıcaklığın artmasına neden olduğundan içerideki diğer yiyeceklere zarar vermekle kalmaz aynı zamanda buzluğun normal soğukluğuna dönmesi için daha çok çalışmasına neden olur. Bu yüzden sıcak yemekleri oda derecesinde soğutmadan buzluğa yerleştirmemeliyiz. Dondurucunun çalışma süresi boyunca içerisinde biriken buzları belirli aralıklarla eritmek bu buzların normalde neden olacakları verimsizliği ortadan kaldırır.

Aynı duyarlılığı evlerimizdeki diğer makinelerine karşı göstermek elektrik harcamalarımızın kontrol altına alınmasında büyük önem taşır. Çamaşır ve bulaşık makinelerini sadece tam olarak dolduklarında çalıştırmalı, böylece gereksiz harcamalardan kaçınmalıyız. Bir çamaşır makinesinin toplam enerjisinin yaklaşık yüzde doksan (90%)’ını yıkamada kullanılacak olan suyu ısıtmaya harcadığını düşünerek, bu işlevi soğuk su kullanarak çalışan programları tercih ederek gerçekleştirmeye ağırlık vermeliyiz. Yıkamadan sonra çamaşırlarımızı makinede kurutmak yerine ülkemizde nerdeyse her mevsimde mümkün olan açık havada kurutma yöntemine yönelmeliyiz. Bu yöntem hem daha sağlıklı hem de güneş enerjisinden başka hiçbir enerjiye ihtiyaç duymadığından bir ekstra maliyeti olmadığı gibi tamamı ile doğa dostu!

Anlayacağınız günlük yaşamımızı doğaya mümkün olan en az zararı verecek şekle getirmek hiç de zor değil. Yeter ki belirli bir bilinçlenme ve sağduyu oluşsun! Mutfakta alacağımız önlemlerin devamı olarak önümüzdeki haftalarda ısıtma ve ışıklandırmada yapılacak doğru tercihler, ve binalarda insulasyonun öneminden bahsedeceğiz.


Çise Ünlüer (28 Mart 2010)
ciseunluer@hotmail.com

19/03/2010

İlk Ekolojik Başkent



Çevreci yatırımları ve ülke ekonomisine olan katkıları ile bilinen Stockholm, AB Komisyonu tarafından 2010 yılının ekolojik başkenti seçildi. Kültür başkenti ünvanından farklı olarak, ekolojik başkentlik ünvanı, hak ederek kazanılan bir başarı. Bu kategoride düşünülen ülkelerin atmosfere zararlı sera gazı salımlarını uyguladıkları yöntemler sayesinde ne miktarda azaltılmış oldukları en önemli ölçü olarak belirtilmiştir.

Ekolojik başkent seçimine katılan 30 civarı ülke arasında birinciliğe oynayan Stockholm, bu alanda gayet başarılı olduğundan dolayı dünyaya örnek gösteriliyor. Stockholm, 1990 yılından bu yana fosil enerji kaynaklarını bırakıp emin adımlarla yenilenebilir enerji kaynaklarına geçerek şehirdeki sera gazı salımını ülke ortalamasının yarısına düşürdü. Atmosfere saldıkları sera gazı miktarları kişi başına yılda ortalama 20 ton olan ABD ve Avustralya’ya kıyaslandığı zaman bu miktar Stockholm’de sadece 4 ton!

Elbette ki bu başarı kolay elde edilmedi. Çevre kirliliğinin insan hayatını ciddi şekilde tehdit ettiği gerçeğinin belirginleşmeye başladığı 1990’lı yıllarda insanlık, "sürdürülebilir yaşam" kavramı ile tanıştı. İngilizce “sustainable” sözcüğünden gelen “sürdürülebilirlik” anlayışı, bir kaynağı tüketmeden veya kalıcı zarar vermeden kullanmaktır. Sürdürülebilirlik, bugünü geleceğe bağlıyor ve sorumlu kılıyor. Bu kavram ile öne atılan tüm fikirlerin bize verdiği esas mesaj bugün bizim hayatımızın devamı için gereken kaynakları kullanış şeklimizin, bu kaynaklara gelecekte yaşamak için ihtiyaç duyacak nesillerin hayatta kalma şartlarını birebir etkilediği ve bu durumun gün geçtikçe daha da kritik bir seviyeye geldiğidir.

Hümanist politik gelenekleri ile bilinen ülkeler, sürdürülebilir yaşam için ne yapılması gerektiği üzerine fikir geliştirmeye ve bu doğrultuda önlemler almaya başladılar. İsveç bu ülkelerin başında gelenlerinden biri olarak, fosil enerji kaynaklarından vazgeçilip yenilenebilir enerji kaynaklarına geçilmesine karar verildi. Bu planın devamı olarak 2050 yılında da fosil enerji kaynakları tamamen bırakılacaktır. Ülke stratejisiyle paralel olarak yeni yerleşim projeleri de sürdürülebilir yaşam anlayışına göre biçimlenmiştir.

Stockholm’ün Hammarby Sjöstad semti bu anlayış temelinde inşa edildi. Eskiden bakımsız bir sanayi bölgesi olan bu semt, şimdi bütün dünyadan meraklıların ziyaret ettiği ekolojik bir alan. Bu mahallede ısınma ve aydınlanma için tamamen yenilenebilir enerji kaynakları kullanılmakla kalmayıp, atıklardan enerji elde edilecek şekilde gerekli altyapı kurulmuştur. Aynı zamanda, Hammarby Sjöstad’da yer altına tüm atıkların yeniden dönüşümünü sağlamak için kurulan altyapı sistemi sayesinde organik çöplerin, kağıt cinsi maddelerin ve dönüşüme elverişsiz çöplerin toplandığı bölümler oluşturulmuştur.

Bu bölgede kullanılan çöplerin toplandıkları kutuların farklı renkteki kapakları çöplerin baştan itibaren kolaylıkla kategorilere ayrılmasına yardımcı oluyor. Burada toplanan çöpler günde iki kez hava basıncı sistemiyle yeraltındaki boru sistemine boşaltılıyor. Bunların arasındaki organik atıklar gübre üretim merkezine gönderilirken, diğer çöpler de yakılarak imha ediliyor. Bu yakma aşamasında elde edilen enerji, merkezi ısıtma sisteminde kullanılıyor. Atık sıvılardan ise arıtma tesislerinde daha sonradan ocaklarda ve otobüslerde kullanılan biyogaz elde ediliyor.

Bu yatırımlar sayesinde sera gazı emisyonlarını büyük ölçüde azaltan Stockholm’u, 2011 yılı için ekolojik başkent ünvanını kazanan Hamburg takip ediyor. Çevreci yatırımlar alanında başarılı olan bu şehirler, tüm dünyaya örnek olacak kapasitedeki girişimleri sayesinde doğaya olan zararlarını azaltmak ve sürdürülebilir yaşama katkıda bulunmakla kalmıyor, aynı zamanda da ülke ekonomisine faydalı bir ortam sağlıyorlar.

Çise Ünlüer (21 Mart 2010)
ciseunluer@hotmail.com

11/03/2010

Hayatınızın Farkında mısınız?



Bu yazı sizlerle buluştuğum 40. haftayı simgeliyor. Tam 40 haftadır bugüne kadar dünyadaki tüm davranışlarımız ve alışkanlıklarımız sonucu vardığımız nokta olan küresel ısınmayı konuşuyoruz. Sadece sel felaketleri değil, son derece hızlı bir şekilde artan dayanılmaz sıcaklar, hastalıklar, göç, işsizlik... Bunların hepsi, biz toplu halde bir adım atana dek, çok yakın gelecekte bizi bekliyor. Bugün bunların hiçbirinden etkilenmemiş, sadece etkilenenlerin yaşadıklarını okuyarak olaya tanıklık etmiş olabilirsiniz. Ama kim garanti etmiş ki bundan sonrası gelmeyecek?

2010 yılının daha başlarındayken önümüzdeki aylardaki hedeflerimizi belirlemek için henüz geç değil. Her sabah gözlerinizi açtığınız andan başlayarak gün boyunca devam eden hayat serüveninde, verdiğimiz her karar hiçbir zaman sadece kendimizi etkilemez. Bir düşünün, sabah dişlerimizi fırçalarken ihtiyaç duyduğumuz su miktarının ya da iş yerimize gitmek için kullandığımız ulaşım metodunun hiç mi önemi yok? Peki bilgisayar karşısında günde kaç saat vakit geçirdiğimizin, iş sonrası eve gitmeden uğradığımız alışveriş serüveni sonunda kaç plastik poşet kullandığımızın, ya da ailemizle yemek masasında sohbet etmek yerine saatlerce televizyon seyrederek ne kadar zaman kaybettiğimizin?

Doğanın, insanın varoluş hikayesindeki yerinin önemine inanıyorsak, bu yıl bu konuda kişisel adımlar atmak için vakit ayırmalıyız. 2010’da yeryüzüne biraz daha uyumlu, sağlıklı, ve keyifli yaşamak için atabileceğimiz küçük ama etkili o kadar çok adım var ki! Sürdürülebilir yaşam kavramı, sadece kullandığımız enerji miktarı ya da atıklarımızı nasıl değerlendirdiğimiz konularıyla sınırlı değil. Bütün bu elementlerin bir araya gelmesi, hayatı anlamamızı ve hareketlerimizin evren üzerindeki etkisinin farkına varmamızı sağlar. Hayat boyu varmaya çalıştığımız esas nokta, bilinçlenme ve etrafımızda olup bitenlerin farkında olma!

Sonuçta hepimize dünya üzerinde verilmiş kısa bir süre var. Buna “hayat” diyoruz. Hepimiz bu süre boyunca nasıl yaşayacağımızı, nelere önem verip neleri gözardı edeceğimizi, belirli çevresel faktörlerin de etkisi altında kalarak kendimiz karar veriyoruz. Günün sonunda, yaşadığımız hayat bizim. Ama etkileri biz orda olmasak da devam edecek olan aktivitelerimizden oluştuğu için bilinçlenme şart. Hayat elimizden akıp giderken, kişisel anlamda ve toplum olarak hepimizin mutluluğunu artıran aktivitelerde bulunmak, çevremizle ilgili daha bilinçli ve doğru kararlar vermemizi sağlamakla kalmaz, yaşam standartlarımızı artırır.

Her yeni günün yeni bir başlangıç, her başlangıcın yeni bir şans olduğunu düşünerek, elimizdeki kısıtlı zamanı mümkün olan en verimli şekilde kullanmaya çalışmalıyız. Kendimizle dürüst olmak, bu konuda atacağımız ilk adım. Günde gereksiz yere kaç saat bilgisayar ya da televizyon karşısında vakit geçiriyoruz? Profesyonel anlamda veya eğlence amaçlı yaptığımız aktivitelerin kendimize ve tüm insanlığa ne kadar yararı var? İnsan varoluşu etraftaki diğer canlılarla birebir ilişkilidir. Yaşam ve evrenle olan bağımızı her an güçlü tutmak büyük önem taşır. Hayatımınızın kalitesini artırmak için ilk adım olarak ailemiz ve dostlarımızla bir araya gelerek bizim için önemli olan konularla ilgili sohbet edebilir, onlarla daha çok vakit geçirmenin yollarını arayabiliriz. Günlük yaşamımızda her ne kadar yoğun olursak olalım, kendimize ve çevremizdekilere ayıracak vakti yaratabilmeliyiz. Uzun zamandır okumak istediğimiz bir kitaba dalıp gitmek, yürüyüşe çıkmak, sevdiğimiz bir yemeği yapmak, parkta neşeyle oynayan çocukları seyretmek gibi zevk aldığımız ve yaratıcılığımız üzerinde pozitif etkileri olan aktivitelere ayıracak vaktimiz yoksa, hayattaki önceliklerimizi gözden geçirmenin zamanı gelmiş demektir.

Hem dünyada hem ülkemizde sürdürülebilir yaşam felsefesi ve benzeri alanlar için çalışan, öğrenen, üreten yüzlerce insan ve birçok organizasyon var. Kendi fikirlerinizi paylaşmaktan korkmayın. Hayatınızı bir adım ileriye götürmek, hayallerinizi gerçekleştirmek düşündüğünüz kadar zor değil. Yeterki vaktinizi ve enerjinizi doğru yolda, anlamlı amaçlar uğruna harcayın.


Çise Ünlüer (14 Mart 2010)
ciseunluer@hotmail.com

04/03/2010

ŞOK ŞOK ŞOK mu?



Geçen hafta, altyapı yetersizliği ve çarpık kentleşmenin bir uzantısı olan doğanın isyanı ile ilk kez bu kadar açık ve net bir şekilde karşı karşıya kaldık. Barajlar taşmış, evler ve arabalar sular altında kalmış, yollar çatlamış, hastanelerde elektrik kesintileri gerçekleşmiş ve insanlar perişan olmuştu. Yaşanan sel felaketinin meydana getirdiği zararın büyüklüğü maddi anlamda da hissedilmiş, sadece Lefkoşa’nın zararı bile yaklaşık 50 milyon TL şeklinde belirlenmişti. Peki tüm bulanlara şaşırdık mı? Şaşırmışsak eğer, bu kadar yıldır gözümüz gerçekten kapalıymış!

Yılların ihmalinden kaynaklanan sorunların ortadan kaldırılması, bu olayın tekrarlanmaması yolunda atılması gereken acil bir adımdır. Kendi dikkatsizliğimiz ve vurdumduymazlığımızın sebep olduğu her felakette başkalarından umut beklemek, bırakın çözüm olmayı, sadece bir güçsüzlük belirtisidir. Biz bugüne kadar benzeri görülmemiş bir sel felaketi yaşadığımızı ve tamamı ile hazırlıksız karşılaştığımızı düşünsek de, durum aslında hiç öyle değil. Yıllarca düzensiz bir altyapı üzerine kurulan yerleşim yerleri dere yataklarının doğal akışını engellemiştir. Devlet hastanelerinin bile sular altında kalması ve hastaların madur bir durumda bırakılması ne kadar plansız hareket ettiğimizin bir göstergesi.

Birçok insan tarafından her ne kadar bir “çevre felaketi” olarak görünse de, bence bu durum çevreden çok bir “insan felaketi”dir. Çoğunluğu bulduğu her fırsatta arkasına yaslanıp sorumluluğu başkalarına atarak “bunları düşünmek benim görevim değil, yetkilier önlem alsın” mentalitesi ile yaşayan halkımız, seneler boyu duyarsız yaklaşımlarda bulunarak daha sonra başına gelen ilk olayda isyan etmekten ileriye gitmemektedir. Bu sel felaketinin nedeneleri alt yapı eksikliği ve barajların zamanında temizlenmemiş olması gibi görünse de, bundan daha derinlere inebilmeli ve esas nedenin insan ihmalkarlığı ve doğayla olan ilişkisini ciddiye almaması olduğunun farkına varabilmeliyiz.

Günümüzde çoğumuzun içinde bulunduğu hızlı yaşam temposu, günlük hayatta kullandığımız ileri teknoloji ürünü elektronik aletler, zamanımızın çoğunu geçirdiğimiz kapalı mekânlar, bizi doğadan gitgide uzaklaştırıyor. Oysa gerçek olan şu ki, hepimiz doğanın bir parçasıyız. Toplumlar da doğa-evren gibi uyum ve denge üzerinde korunur, gelişir ve yaşar. Ne zaman yaşamın kendi üzerinde bir güç elde etmeye çalışırız ve doğanın kendi akışına ters giden girişimlerde bulunuruz, işte o zaman doğa ile insan arasındaki o muhteşem ilişkinin dengesi bozulur ver geriye sadece yıkım kalır.

Bu noktadan itibaren önemli olan insanların başkalarını suçlamadan kendilerinde de sorumluluk görerek daha duyarlı yaklaşımlar benimsemeleridir. Altyapısı tamamlanmamış yerleşim yerlerinde bu konu ile ilgilenecek yetkili grupların oluşturulması ve halkın da katılımını sağlayarak bu sorunun en kısa zamanda ortadan kaldırılması gereklidir. Lefkoşa’nın en eski bölgelerinden olan surlar içinin bile yağışlardan fazla etkilenmemsinin nedeninin Venedikliler’den kalma yağmur drenaj sistemleri olduğunu akılda turarak, ne kadar geriden geldiğimizi anlayabiliriz. Başta hangi hükümet olursa olsun, drenaj sistemi projelerinin gerçekleşmesi kritik önem taşımaktadır.

Altyapı eksikliğine ek olarak hızlı artan nüfusumuzdan dolayı çarpık, kaçak ve kural dışı yapılaşmalara izin verilmesi bugün yaşadığımız sel felaketinde büyük bir rol oynamıştır. Bunlara hazırlıksız yakalanan barajlar da eklenince durum ortada! Beklenenden fazla yağış dünyanın her yerinde görülebilir ama bu durum heryerde bu şekilde felakete yol açmaz. Barajlarımızın rutin şekilde yaz aylarında tabanlarının temizlenmesi, eski kapasitelerine ulaştırılması, ve su tutabilecek düzeye getirilmesi gereklidir.

Kabullenmesi zor bir görüntü olsa da olanları görmüş ve bu deneyimi yaşamış olmak hayatımızda bazı şeylerin değişmesine vesile olmalıdır. Varoluşumuzun köklerinden uzaklaşmak ve doğanın içerisinde kendimizi bir misafir gibi algılamak yerine onun bir parçası olduğumuzu unutmamalıyız. Doğanın düzenini bozmadıkça bizi hiç beklemediğimiz şekillerde ödüllendirme devam edecek ve varloşumuzu destekleyecektir.

Çise Ünlüer (7 Mart 2010)
ciseunluer@hotmail.com