Arayın, Yeşil Hayatı Tarayın...

25/03/2011

Tsunamiler ve Maya Kehanetleri


Geçtiğimiz hafta, Japonya’da meydana gelen ve henüz etkisinden kurtulamadığımız 8.9 şiddetindeki deprem ve ardından gelen tsunami felaketlerinden bahsetmiş, bu olayların arkasındaki olası teorilere değinerek doğanın bize vermeye çalıştığı mesaja değinmiştik. Bu hafta, insanlık tarihinde büyük zarara neden olan tsunamilerin ne oldukları ve nasıl oluştuklarını inceleyeceğiz.

Tsunamiler, okyanus ya da denizlerin tabanında oluşan deprem, volkan patlaması ve bunlara bağlı taban çökmesinin neden olduğu zemin kaymaları gibi tektonik olaylar sonucu denize geçen enerji nedeniyle oluşan uzun periyotlu deniz dalgalarıdır.

Japonca’da “liman dalgası” anlamına gelen “tsunami” sözcüğü, 15 Haziran 1896’da onbinlerce kişinin hayatını kaybettiği Büyük Meiji Tsunamisi’nden sonra Japonlar’ın yaptığı yardım çağrılarıyla dünya dillerine yerleşti. Tarih boyunca can ve mal kaybı konusunda önemli etkileri olan tsunamiler anında oluşan dalgaların diğer deniz dalgalarından farkı, su zerreciklerinin sürüklenmesi sonucu hareket kazanmalarıdır.

Derin denizde varlığı hissedilmemesine rağmen sığ sular, yamaçlı kıyılar, veya daralan körfez ve koylarda bazen 30 metreye kadar tırmanarak çok şiddetli akıntılara neden olan tsunami dalgaları; insanlar için deprem, tayfun, çığ, yangın ya da sel gibi bir doğal afet haline gelebildiklerinden büyük tehlikeler arz etmektedirler.

Tsunamiler oluşum sırasında 3 evreden geçer. Bunlardan ilki olan “oluşum evresi” boyunca okyanus tabanındaki yer kabuğu kırılarak meydana gelen depremlere bağlı olarak okyanus ya da deniz suyunun dengesi bozulur. İkinci evre “yayılma evresi”nde oluşan dalgalar açık denizlerden kıyılara doğru hızla yayılırken, üçüncü ve son “sel-tufan evresi” karalar, kıyılardaki yerleşim alanları, tesisler, ve limanların sular altında kalmasını içerir.

Tsunami ilk oluştuğunda tek bir dalgadır ancak kısa bir süre içerisinde üç ya da beş dalgaya dönüşerek çevreye yayılmaya başlar. Bu dalgaların birincisi ve sonuncusu çok zayıftır ancak diğer dalgalar etkilerini kıyılarda şiddetli biçimde hissettirebilecek bir enerjiyle ilerlerlediğinden, depremlerden kısa bir süre sonra kıyılarda görülen yavaş ama anormal su düzeyi değişimi ilk dalganın geldiğini gösterir. Bu değişim, genellikle arkadan gelecek olan çok kuvvetli dalgaların habercisidir.

Kıyı bölgelerinde nüfus arttıkça, tsunamilerin Dünya’da yol açtığı can kaybı da artmaktadır. Bunu mümkün olan miktarda azaltmak için, buna benzer doğa olayları karşısında alınacak önlemler arasında yüksek yerlere doğru hızla gitmek, ve tsunaminin ilk dalgası geldikten sonra tehlikenin geçtiğini düşünmeden ikinci dalganın ilk dalgadan daha büyük olabileceğini bilerek hareket etmek gelir. Tsunami anında yapılacak tek şey kıyıdan uzaklaşarak yüksek yerlere yönelmektir. Tsunami anı öncesi deniz içerisinde seyir halinde bulunanlar ise kıyıdan uzaklara, derin sulara giderek dalganın kendilerine ve deniz taşıtına vereceği zararı önleyebilir.

Japonya’da meydana gelen ve birçok insanın ölümüne neden olan felaketlerden sonra insanın aklına ister istemez çoğumuzun bildiği Maya Kehanetleri geliyor. Mayalar için 2012 yılı zamanların sonu. Özellikle 22 Aralık 2012 tarihinin dünya için çok önemli olduğunu düşünen Mayalar’a göre, bu dönemde içinde yaşadığımız çağ sona erecek ve yeni bir çağ başlayacak. Mayalar 2012'yi insanlığın yeniden yukarı çıkışının yaşanacağı bir çağ olarak tanımlıyor. Büyük bir tufanla gelecek olan bu yeni çağın ipuçlarını ise bilim adamlarına göre iklimsel değişimler sayesinde şimdiden gözlemleyebiliyoruz. Beşinci kutupsal kayma olarak adlandırılan bu değişimde daha önceki değişimlerde olduğu gibi yine kutupların manyetik alanının değişmesi iddiaları ileri sürülüyor ve dünyadaki iklimlerin değişimi de buna bağlanıyor.

Kutupların yer veya açı değiştirmesi ile meydana gelen buzullardaki erime, Mayalar'a göre daha önce yaşanan dört çağın da sonu olduğu için önemli bir olayı temsil ediyor. Zaten kürsel ısınma nedeniyle eriyen buzullar hepimizi düşündürecek boyutlarda soruları ortaya koyuyor. Dünyanın manyetik alanının belirli periyotlarla değiştiği bilimsel olarak açıklanmış olsa bile, bu, Mayalar'ın inanışlarının tamamı ile doğrulandığı anlamına gelmez. Ancak gelecekten kim emin olabilir ki? Siz siz olun, doğanın size yapmasını istemediğinizi siz doğaya yapmayın!


Çise Ünlüer (27 Mart 2011)

18/03/2011

Doğa Bizi Cezalandırıyor mu?


Geçtiğimiz hafta Japonya'nın kuzeyinde 8.9 büyüklüğünde bir deprem meydana geldi. Depremin merkez üssü Honşu adasının Sendai bölgesinin 130 kilometre doğusu, başkent Tokyo'nun ise 380 kilometre kuzeydoğusundaydı. Yerin 24 kilometre altında oluşan depremin hemen ardından Tokyo'nun kuzey kıyısını tsunami vurdu. Dev dalgalar karada ilerledikleri alanlarda büyük yıkıma yol açtı, binlerce kişi yaşamını yitirdi.

Japonya’da neden oldukları hasarın arkasına tsunami dalgaların Hawaii'ye de ulaşmasıyla Pasifik'in tamamında tsunami alarmı verildi. Japonya’daki esas depremin ardından ABD Jeolojik Araştırma Kurumu, şiddeti 7.1’e kadar ulaşan 4 artçı depremin olduğunu bildirdi.

Tsunami ile birlikte gelen dev deprem dalgası, depremin merkez üssü yakınındaki sahilde bulunan araçların sularla sürüklenmesine, binaların yıkılmasına ve petrol rafinelerinde yangınlara neden oldu, bir petrokimya tesisinde ise büyük bir patlama meydana geldi. Bunların üzerine bazı nükleer santraller otomatik olarak kapandı, soğutma sisteminde meydana gelen bir arıza dolayısıyla acil durum ilan edildi.

Depremden sonra Tokyo ve civarında 4 milyon evin elektrikleri kesildi, merkezlerde tüm tren seferleri durduruldu, limanlar
tsunami tehdidi dolayısıyla kapatıldı. Özetlemek gerekirse, her ne kadar da kalkınmış bir ülke olsa da, Tokyo’da da dahil olmak üzere Japonya’da hayat adeta felç oldu.

Depremin hemen ardına tsunami vurmamış olsaydı, depreme her zaman hazırlıklı olan Japonya’da kesinlikle bu kadar hasar olmayacağını hepimiz biliyoruz. Depremde gökdelenlerin yerlerinde sallandıkları halde hiçbir yıkım olmadığını canlı gören insanlar, Japonların böylesine büyük depremler karşısında aldıkları tedbirler karşısında hayretler içinde kaldılar. Felaket anlarında geliştirdikleri teknolojinin seviyesi, Japonlar’ın insan hayatına verdiği önemi gösteriyor.

Deprem ve tsunaminin ardından nükleer sızıntı riskiyle boğuşan Japonya, 2. Dünya Savaşı’ndan beri en ciddi krizi yaşıyor. Dünya’da bugüne kadar meydana gelen güçlü depremlerin yüzde yirmi (20%)'si Japonya'da yaşandı. Bu nedenle, Japonya, dünyada en gelişmiş 
deprem teknolojisine sahip ülke olarak kabul ediliyor. Japonlar, dünyanın en iyisi olarak kabul edilen erken uyarı sistemi sayesinde, Cuma günü gerçekleşen 8.9 büyüklüğündeki depremden bir dakika önce haberdar oldu. Erken uyarı sistemi, Japonya’nın dört bir yanındaki yaklaşık bin sismometreye bağlı. Bu sismometreler, depremlerin öncesindeki sarsıntıları tespit ediyor ve sarsıntıların güçlü olması halinde uyarıda bulunuyor.

Depremlerin öncesinde gerçekleşen ilk sarsıntılar, ikinci sarsıntılardan daha güçlü olma özelliği taşıyor. Ayrıca, daha hızlı hareket etmeleri, depremin yaşanmasından dakikalar önce erken uyarı sistemi tarafından tespit edilebilmelerini sağlıyor. Uyarılar, radyo, televizyon ve uydu aracılığıyla olduğu gibi, cep telefonu ve e-mail aracılığıyla üye kullanıcılara iletiliyor. Tokyo'da 2007’de kurulan ve bu depreme kadar 17 tane uyarı veren erken uyarı sistemi ilk olarak normal yayın kesilerek devlet televizyonunun yanı sıra özel kanallarda da siren sesiyle duyuruldu. İlk büyük şok, başkent bölgesinde bu uyarıdan yaklaşık 1 dakika sonra hissedildi. Yüksek binalar sarsıntı ile eğilirken, milyonlarca kişi sokaklara çıktı.

Japonya’yu vuran 8.9 şiddetindeki depremin üzerine geliştirilen farklı teorilerden biri İngilizcesi “Supermoon” olan “Süper Ay” iddiası. Ay 19 Mart’ta, Dünya’ya normalden 27 bin 821 kilometre daha yaklaşarak Dünya’dan bakıldığında yüzde ondört (14%) daha büyük ve yüzde otuz (30%) daha parlak gözükmüş olacak. Ay’ın Dünya’ya son 18 yılda görülen en yakın konuma gelecek olmasının, Dünya’nın farklı yerlerinde olağanüstü hava olaylarına ve doğal afetlere neden olabileceği iddia edilmişti. Ortalıkta bu fikirler dolaşırken Japonya’daki depremin meydana gelmesi ister istemez Süper Ay teorisinin deprem üzerindeki olası etkilerini düşündürüyor.

Bazı bilim adamları, bugüne kadar 1955, 1974, 1992 ve 2005 yıllarında Ay’ın Dünya’ya oldukça yaklaşmasının beraberinde büyük doğal afetleri getirdiği fikrini öne sürerken, birçok bilim insanı Dünya ile Ay arasında kanıtlanmış böyle bir ilişkinin bulunmadığını düşünüyor. Seattle’daki Washington Üniversitesi’nden deprem bilimci John Vidale’e göre, Dünya’ya stres uygulayan Ay ve Güneş, Dünya ile sıraya girdiği zaman tektonik hareketlerin arttığı gözlemleniyor. Buna karşılık ABD Jeolojik Araştırma Kurumu’ndan jeofizikçi John Bellini ve uzaybilimci Dr David Harland, ortaya atılan bu iddiaları kanıtlamaya yetecek herhangi bir bilimsel bulguya henüz rastlanmadığından, Ay’ın Dünya üzerindeki bu etkisinin kesinlik kazanmadığını düşünenlerden.

Ay’ın normalde Dünya’ya olan ortalama uzaklığının 384 bin 399 km’den 356 bin 578 km’ye düşecek olmasının felaketlere neden olmuş olabileceği veya olacağı hakkında şu an kesin bir bulgu yok ama yıllardır düşünmeden zarar veridiğimiz doğanın bize bir mesaj vermeye çalıştığı kesin!

Çise Ünlüer (20 Mart 2011)

03/03/2011

2011’de 11 Yeşil Adım

Gelişimi için çocuğunuza verdiğiniz yiyeceklerin ne gibi maddeler içerdiklerinin farkında mısınız? Avrupa'da yapılan bir araştırmaya göre 10 yaşındaki bir çocuk, yiyecekler yoluyla her gün bir kısmı kanserojen olan ortalama 128 kimyasal kalıntıya maruz kalıyor. Peki 81 değişik ürün aracılığı ile çocuklara taşınan kimyasal kalıntılar neler ve bu maddeler çocukların sağlığını nasıl etkiliyor?

Fransa ve Belçika’nın çeşitli bölgelerinden, dengeli beslenen 10 yaşında bir çocuğun gün boyunca yediği yiyeceklerden satın alınarak yapılan çalışmalar, bu yiyeceklerin farklı laboratuarlara gönderdildikten sonra çıkan sonuçların incelenmesini içeriyor. Çıkan sonuçlar arasında incelenen yiyeceklerde tarım ilacı kalıntısı, dioksin, ve ağır metaller olup olmadığı araştırılıyor.

Çalışmalar ilginç sonuçları gün ışığına çıkarıyor. Örneğin, somon balığı ve peynirde bulunan kimyasal maddelerin bir kısmı kanserojen. Sabah kahvaltısında çocuklara yedirilen tuzsuz tereyağında ise 15 tarım ilacı kalıntısına rastlandı. Bir ürün içerisindeki tüm bu kimyasal kalıntılar tek başlarına yasal sınırlar içinde olmalarına rağmen, gün boyunca tüketilen farklı yiyecekler içindeki kimyasallar bir araya geldikleri zaman insan vücudunda yaratacakları etki endişe yaratacak boyutlarda! Sonuç, farklı yiyeceklerden insan vücuduna giren kimyasalların biraraya gelmesi ile oluşan bir “kimyasal kokteyl” ve insan sağlığı üzerindeki gözardı edilen uzun süreli etkileri.

Greenpeace Akdeniz, 2011 yılında tüm insanların daha adil ve doğaya duyarlı bir dünyada yaşamasına fırsat tanıyacak 11 yeşil adım önerisi sunuyor. Bunların en başında çöplerin ayrıştırılarak yeniden kullanılması geliyor. Kağıt, teneke ve cam şişe gibi maddelerin geri kazanılması veya geri dönüşüm için gerekli yerlere ulaştırılması çevrenin korunmasında büyük önem taşıyor. Dikkatli incelerseniz, çöpe atılan malzemelerin çoğunun yeniden kullanılabilir malzemelerden oluştuğunu göreceksiniz. Bunu farkettikçe, şişe, zarf, ve plastik torbalar gibi tekrar kullanımları mümkün olan elinizdeki tüm maddeleri yeniden değerlendirmeyi deneyebilirsiniz.

Çöp depolama alanlarından yeraltı sularına ve toprağa karışarak kirlilik yaratan ve doğaya zarar veren kimyasal maddeleri içeren atık pilleri çevreye ya da çöpe atmak yerine önceden belirlenen toplama merkezlerinde bulunan atık pil kutularına bırakmak gerekir. Bu sayede, pillerden çıkan kimysalların daha sonra içtiğiniz su ve yiyeceklerinizi yetiştirdiğiniz toprağa karışmasını engelleyerek olası sağlık komplikasyonlarının da önüne geçebilirsiniz.

Daha yeşil olma yolunda atabileceğiniz bir diğer adım daha az et yeme, ve mümkünse vejeteryanlığa yönelmek olacaktır. Tamamı ile vejeteryan olmanın size uygun olmadığını düşünseniz bile, daha az et yemenin sağlık açısından daha yararlı olmasının yanında karbon ayak izini azaltmanın en hızlı yollarından biri olduğu iyi bilinen bir gerçek. Bunların yanında, hayvan endüstrisinin hayvanların eziyet görmesine neden olduğunu ve çoğu zaman ortaya sağlıksız gıdaların çıktığını düşünecek olursanız, haftanın en azından birkaç gününü et yemeden sebze ağırlıklı beslenmeye ayırarak işe başlayabilirsiniz.

Gelişen teknoloji ile yenilenen tarım teknikleri sayesinde nerdeyse tüm yıl boyunca canınızın çektiği tüm meyve ve sebzelere ulaşmak mümkün. Ancak mevsimsel ve yerel meyve ve sebzeleri seçerek bu ürünler sayesinde vücudunuza aldığınız kimyasal maddelerin miktarını azaltmak mümkün. Kış ortasında ananas yemek çok cazip bir fikir gibi gelse de, bu gıdalar ya çok uzak ülkelerden getirildiği ve çok fazla enerji tüketen seralarda yetiştirildiği için sürdürülebilir olmaktan çok uzak ya da farklı kimyasal tarım ilaçları içerdikleri için sağlıklı olmatan çok uzak... Her şekilde, yaşadığınız yerde hangi mevsimde hangi sebze ve meyvelerin yetiştiğini öğrenerek bunları tercih etmek sağlıklı olmakla birlikte doğaya da duyarlı bir yaklaşımdır.

Çoğumuz küçük yaşta öğrenip zevkle sürdüğümüz bisikletlerimizi bir süre sonra tamamı ile unutuyoruz. Ülkemizde bisiklet yolları yok denecek kadar az olduğu için uygulaması zor bir karar olsa da, en azından kısa mesafelerde araba yerine bisikleti tercih ederek hem karbon salımınızı azaltabilir hem de formunuzu koruyabilirsiniz. Bisikletiniz yoksa kısa mesafelerde yürüyüşü tercih etmek de bir diğer çözüm. Ulaşımda yürüyüş ve bisikletten sonra tercih edilmesi gereken en iyi yaklaşım olan toplu taşıma, daha fazla insanın ulaşımını sağladığından trafiği azaltmakla kalmaz, gideceğiniz yere daha rahat gitmenizi de sağlar. Trafiğe çıkan her bir araç daha fazla petrol, daha fazla karbon salımı ve daha fazla trafik anlamına geldiğinden, toplu taşımanın tercih edilmesi, neden olduğunuz karbon salımını da ciddi ölçüde azaltacaktır.

Bir ağacın yaşadığı süre boyunca yüksek miktarlarda karbondioksit emdiği daha önce birçok kez vurgulanan bir gerçek! Bu noktadan hareket ederek ağaç dikin ve mümkün oldukça çevrenize de hediye edin. Unutmayın ki bu aktivite sadece kendi yaşadığınız yerle sınırlı olmak zorunda değil! Ormanlarda belirlenen birçok alana ağaç dikebilir, bu konuda çalışan organizasyonlarla iletişime geçerek ülkemizdeki farklı yerlerin yeşillendirilmesine katkıda bulunabilirsiniz.

Günün uzun bir bölümünü geçirdiğiniz ev ve işyerlerinizin enerji verimliliğini arttırmak sizin elinizde! Örneğin, ampullerinizi enerji tasarruflu olanlarla değiştirmek ve kullanılmadıkları zamanlar televizyon ve bilgisayarınızı kapatmak enerji tüketiminizi azaltarak yüksek miktarlarda enerji tasarrufu yapmanızı sağlayacaktır. Buna benzer tasarruf yaklaşımlarını bulunduğunuz ortamların ısıtma ve soğutmasında da uygulayarak her ay ödediğiniz faturalarda ciddi azalmalar görebilirsiniz.

Hepimizi ilk görüşte heyecanlandıran yeni elektronik cihazlar, düşündüğünüzden fazla emek ve enerji harcanarak elinize ulaşıyor ve çoğunun geri dönüşümü mümkün değil! Bu yıl yeni bir cep telefonu, bilgisayar ya da televizyon almadan önce bir kez daha düşünerek bu cihazlara gerçekten ihtiyacınız olup olmadığına karar vermeden elinizi cüzdanınıza uzatmayın. Uzun zaman kullanım sonucu bozulan ve yenisi ile değiştirilmesi gereken cihazların eskilerini bir elektronik atık geri dönüşüm tesisine göndermek için girişimlerde bulunun. Çoğu büyük marka, çalışmayan eski elektronik cihazların parçlarını tekrar kullandıkları için bu cihazları kabul ediyor.

Gerçek eğlence veya dinlenmenin televizyon ve bilgisayar karşısında saatler geçirmek olmadığını akılda tutarak, doğada daha çok vakit geçirmeye özen gösterin. Haftada bir kez bile olsa yeşil bir alanda yürüyüş yapma alışkanlığı edinerek doğa ile aranızdaki bağı güçlendirin.

Son olarak, günlük hayattaki plastik kullanımınızı azaltın. Örneğin, naylon torbalar yerine bez torba kullanmayı tercih ederek daha şık bir görüntü oluşturabilir ve doğaya bıraktığınız atık miktarını azaltabilirsiniz. Suya her ihityaç duyduğunuzda marketten alacağınız pet su şişeler yerine tekrar tekrar kullanılabilen kendi şişenizi yanınızda taşımak daha sürdürülebilir bir yaklaşım olacaktır.


Çise Ünlüer (6 Mart 2011)