Arayın, Yeşil Hayatı Tarayın...

25/02/2011

Küresel Isınma ve Çocuklar


Küresel ısınma, insanlar tarafından atmosfere salınan gazların sera etkisi yaratması sonucu dünya yüzeyinde sıcaklığın artması etkisine verilen isimdir. Su buharı, karbondioksit ve metan gazı gibi sera gazlarının atmosferdeki miktarlarının artması, güneşten dünyaya varan ışınların tekrar atmosfere yansıtılmasında engel oluşturarak yeryüzünün sıcaklığının artmasına neden olmaktadır.

Özellikle sanayileşen ülkelerdeki insanların ihtiyaç duyduğu fosil yakıtlarının kullanımındaki artış, ormansızlaşma, hızlı nüfus artışı ve toplumlardaki tüketim eğiliminin artmasıne neden olmaktadır. Bu aktivitelerden dolayı ortaya çıkan karbondioksit, metan ve diazot monoksit gazlarının atmosferdeki miktarlarında gözlenen artış kaçınılmazdır. Bu gazların artışının insan hayatı üzerinde artık farkedilebilir değişikliklere neden olduğu ve gitgide geri dönüşümü olmayan bir yola giriyor olduğumuz kaçınılmaz bir gerçek.

Bu sıcaklık artışı dünyanın iklim sisteminde değişikliklere neden olarak etkilerini ülkemiz de dahil olmakla birlikte dünyanın her noktasında belli etmeye başlamıştır. İklimlerde yaşanan değişiklikler, eriyen buzullar, yükselen deniz suyu seviyeleri, kuraklık ve toprak kayıpları şeklinde kendisini göstermektedir, ve ne yazık ki, gerçekleşen bu değişikliklere karşı koyamayan bitki ve hayvan türleri yok olmaya doğru gitmektedir.

Küresel ısınmayı önlemek yolunda bazı ülkeler tüm dünyada geniş çaplı önlemlerin alınmasını sağlamak için, karbon salınımlarına kısıtlama getirecek şekilde tasarlanmış Kyoto Anlaşması’nda bir araya gelmişlerdir. Ancak henüz birçok ülkenin bu anlaşmalara katılmadığı gibi, bu gibi girişimlerin ne kadar gerçekçi olduğu belirsizliğini korumakta.

Küresel ısınmanın tehlikelerinin ne kadar farkında olduğumuz düşündürücü. Çocuklarımızı bu konuda ne kadar iyi bilgilendirebiliyoruz?  Onları gelecekte yüzleşmek durumunda olacakları tehlikelere ve bu alanda geliştirmek durumunda kalacakları çözümlere ne kadar iyi hazırlayabiliyoruz? Bu konuyu ele alarak çocuklarımıza yardımcı olabileceğimiz alanları belirlemek, gelecekte bizi bekleyen olası sorunlar karşısında daha güçlü bir altyapı oluşturmamızı mümkün kılar.

Dünya üzerinde üretilen enerjiden yararlanan herkesin alabileceği basit bireysel önlemlerle küresel ısınmanın etkilerinin azaltılmasının mümkün olduğunu artık biliyoruz. Bu noktada, kürsel ısınma ve neden olduğu iklim değişikliğine olan duyarlılığı artırma yolunda çocuklara örnek olacak aileler ve eğitimcilere büyük bir rol düşmektedir.

Bu yolda atılacak ilk adım durumun ciddiyetinin farkına varmak ve çözüm yaratmak için işe koyulmaktır. Çocuklarla birlikte çalışmalar yürüten UNICEF, gerçekleştirdiği Çocuk Hakları Tanıtım Kampanyası kapsamında, çocukların küresel ısınmaya karşı ne gibi önlemler alınması gerektiğini belirten bir deklarasyon hazırlamasına destek olmuştur.

Bu deklarasyonda, küresel ısınmanın önlenmesi için yazıcıdan alınan kağıt çıktıların miktarının mümkün olan mertebede azaltılması, çevreyi yeşillendirmeyi amaçlayan aktivitelerin en büyük hobimiz haline gelmesi, ve bilgisayar ve televizyonların bekleme modunda bırakılmaması gibi yaklaşımlardan söz edilmektedir. Günlük hayatta gereksiz su ve enerji tüketimi, çocukların dikkat çekmek istedikleri bir başka alan. Atık kağıtların geri dönüşümüne de verilmesi gereken önemin kaçınılmaz olduğunu vurgulayan çocuklar, özellikle yiyecekleri korumak için kullanılan ambalaj ve benzeri paketlerin geri dönüşümünün yapılması gerektiğine inanıyorlar.

Çocukların hazırladığı önemler listesine göre, doğaya bırakıldığı zaman yüzlerce yıl kaybolmayan kullanılmış plastik kutuların çöpe atılmadan önce tekrar kullanımlarının mümkün olup olmadığı araştırılması önem taşımaktadır. Bunun yanında kısa mesafeleri yürümek ve gereken zamanlarda toplu taşıma araçlarına yönelmek ulaşımda ihtiyaç duyulan fosil yakıtlara olan bağımlılığın azaltılmasında yardımcı olacaktır.

İnsanların yalnızca kendilerini değil gelecek kuşakları da düşünerek yaşamalarının zamanı gelmiştir! Küresel ısınma ve beraberinde gelen iklim değişikliğinin neden olduğu kritik durumlara karşı farkındalığın arttırılması şarttır. Yeryüzünde hala daha birçok insan bilinçsiz olarak küresel ısınmaya neden olan girişimlerde bulunmaktadır. Bu insanların yetiştirdikleri çocukların bu konuya yeterli duyarlılığı göstermesi beklenemez. Bu nedenden dolayı, tüm insanların hiçbir ayırım olmadan küresel ısınma konusunda bilinçlendirilmesi gerekir. Bunun için iklim değişikliği ile ilgili konferanslar ve tanıtıcı seminerler düzenleyerek toplumun konuya olan hakimiyeti arttırılabilir.

Çocuklarımıza, su gibi hayatın devamlılığı için gerekli kaynaklara gelecekte bu kadar rahat ulaşamayacaklarını, nefes alacak temiz bir hava bulamayabileceklerini, ve bunların önlenmesi için gerekli adımları birlikte atmanın önemini öğretmemiz gerekir. Çocuklara küresel ısınmanın zararlarını anlatmanın en güzel yolu onların ilgisini çekecek yarışma ve oyunlardan yararlanaraktır. Okullarımızda küçük yaştan başlayarak bu konuda eğitim verilmesi duyarlılığın artmasında yardımcı olacaktır.

Çise Ünlüer (27 Şubat 2011)

24/02/2011

GDO’lar ve İnsan Sağlığı


ABD’de yeşil devrim olarak da adlandırılan bu süreci savunan eski başkan George W. Bush, "Dünyanın çok büyük bir kısmı açtır. Genetik olarak değiştirilmiş bitkiler, yüksek verimli, hastalıklara dayanıklı üretimi doğurur. Dolayısıyla dünyanın açlığını önlemenin tek yolu, genetik olarak değiştirilmiş organizmaların üretimini gerçekleştirmektir" sözleriyle, geleneksel tarımın olumsuzluklarına karşı, genetik tarımı desteklediğini belirtmişti. Oysa Amerikan standardlarındaki bir tüketim seviyesinde ziyan edilen veya atılan gıdanın tasarruf edilmesi ile, GDO ve benzeri araştırmalara gerek duymadan, dünyada açlık sorununa kesin çözümler getirmek mümkün!

GDO’lu tohum üreten şirketlerse, genetik yapısıyla oynanarak oluşturulan yeni tohumların, her türlü böcek ve ot ilacına karşı dirençli hale getirildiğini ve bu şekilde tarımda verimlilik artışı sağlanacağını idda ediyorlar. Tabii herkes böyle düşünmüyor. Çevreye duyarlı birçok insan ve sivil toplum örgütü, üçüncü dünya ülkelerindeki insanların büyük bir çoğunluğunun açlık sınırlarında yaşamak zorunda olmasının esas nedeninin üretim potansiyelindeki eksikliklerden çok, üretimin dağıtımının adil olmayışından kaynaklandığına inanıyor.

Dünya çapında örgütlenen birçok insan, GDO’nun açlığa çözüm olmadığını ve tam tersine doğal yaşamın çok uluslu şirketler tarafından kontrol altına alınarak, gelişmekte olan ülkelerinin ve tarım nüfusunun sömürüye açık hale getirildiğini savunuyor.

Canlıların doğal süreçleri içinde değişikliğe uğradıkları kaçınılmaz bir gerçek. Bugün gıda olarak tükettiğimiz bitkilerin hemen hemen hepsi, insanların müdahalesi ile ya da doğal süreçler sonucu gelişerek, bugünkü özelliklerini kazanmış, çeşitlenmiş, ve ihtiyaçlarımızı karşılayacak şekilde zenginleştirilmiştir. Ancak bu değişikliklerin hiçbiri farklı türler arası genetik alışverişini içermemektedir.

GDO’lu bitkiler ve hayvanlardan elde edilen ürünlerin tüketilmesi sonucunda ortaya çıkacak olan insan sağlığı üzerindeki etkilerin başında alerjiler gelmektedir. Bu durumun esas nedeni, genetik yapı değişiminde, verici kaynağın alerjen özelliklerinin transfer edilen bitkiye ya da hayvana geçmesinin engellenememesidir. Bu duruma verilecek en iyi örneklerden biri, 1996 yılında Brezilya kestanesi ve fındığından soya fasulyesine aktarılan geni içeren ürünlerin bazı insanlarda alerji yapması nedeniyle marketlerden toplatılmış olmasıdır.

Genetik olarak değiştirilmiş organizmalar potansiyel bir toksisiteye de sahip olduklarından, GDO’lu bitkilerde bulunan özellikle zararlı ot ve böcek öldürücü genler insanlar için de önemli riskler oluşturmaktadır. Bu genlerin kullanılmasının pestisit (böcek ve yabani ot öldürücü kimyasal maddeler) kullanımını ortadan kaldırmış olması, toksik madde kalıntılarının tamamı ile yok olduğu anlamına gelmemektedir. Bu yiyeceklerin canlılar üzerindeki zararını anlamak için GDO’lu ve normal patateslerle beslenen iki grup farede yapılan çalışmada; normal patateslerle beslenen farelerde hiç bir sorun olmamasına karşın, GDO’lu ürünlerle beslenenlerin sindirim sistemlerinde önemli zararlar belirlenmiştir. Toksik etkilerinin yanında, GDO’lu bitkilerin doğrudan ve dolaylı olarak kanserojen etkisinin olabileceği birçok araştırmacı tarafından kanıtlanmıştır. Bunların başında gelen herbisitlere dayanıklı GDO’lu pamuk, soya, mısır ve kolza çeşitlerinin içerdiği çeşitli kimyasal maddelerin doğrudan kanser yapıcı oldukları bilinmektedir.

GDO’lu besinlerin en büyük zararlarından bir diğeri ise besin değerlerindeki hafife alınamayacak kayıptır. Değişime uğrayan bitkinin orjinal yapısında bulunan bazı besin değerlerinde önemli azalmalar olduğu bu alanda yapılan çalışmalar tarafından tespit edilmiştir.

Bilinçli bir yaklaşımla GDO’lu yiyeceklerden kaçınmak mümkün. Bunun için GDO içermeyen ve “100% organik”, “organik”, veya “organik içeriklidir” etiketi taşıyan organik ürünlere yönelmek gerekir. Çeşitli sebeplerden dolayı organik olmayan ürünleri tüketmeyi tercih ediyorsanız, ürünlerini “GDOsuz” olarak etiketleyen şirketleri destekleyin. Mısır, soya fasulyesi, kanola ve pamuk gibi genetiği değiştirilmiş tüm ürünlerden kaçının.

Kullanılmaması gereken mısır içerikli ürünler arasında mısır unu, yağı, nişastası, gluteni, ve şurubuna ek olarak fruktoz, glikoz, ve dekstroz gibi tadlandırıcılar ve modifiye edilmiş gıda nişastası gelmektedir. Soya içerikli ürünler arasında soya unu, lesitini, proteini, ve bitkisel yağ bulunurken; kanola yağı ve pamuk yağı da dikkat edilmesi gereken ürünler arasındadır. ABD’de şeker pancarı da GDO’lu gıda ürünleri içinde yer aldığından, organik ve GDO içermeyen şekerleri veya tamamı ile şeker kamışından elde edilen şekerleri tercih etmek mantıklı olacaktır.

Özetlemek gerekirse, GDO’lu ürünlerin insanların sadece bağışıklık sisteminde değil, sinir yapısında da tahribatlar yapabileceği ve mikroplu hastalıklara karşı kullanılacak antibiyotiklerin etkinliğini azaltabileceği gibi, kanser ve alerjik reaksiyonlara neden olabileceğini kanıtlayan bilimsel çalışmalar gözardı edilemeyecek boyutlardadır. GDO tespiti konusunda bilimsel araştırmalar halen tüm dünyada sürmekte ve mevcut testler her gün geliştirilmektedir. Bu noktada ülkemizin de gereken girişimleri yapması şarttır. Her alanda olduğu gibi, sağlıklı bir hayat için bilinçli seçimler yapmak ve bu seçimlerin sürdürülebilir olmalarını sağlamak elimizdedir.


Çise Ünlüer (20 Şubat 2011)

11/02/2011

Tehlike Sinyalleri GDO’lar


Aileniz için hazırladığınız salatanıza doğradığınız domatesin, domates dışında genlere de sahip olabileceği hiç aklınızdan geçti mi? Domatesinin içinde balık geninin olma intimali? Sadece domates yediğinizi düşünürken, aslında balık geni aktarılmış, gen mühendisleri tarafından yaratılmış, yepyeni bir ürün tüketiyor olabilirsiniz.

Geçtiğimiz haftalarda Türkiye Yem Sanayicileri Birliği (TÜRKİYEM-BİR)’in başvurusu üzerine geçen yıl çıkarılan Biyogüvenlik Kanunu çerçevesinde kurulan Biyogüvenlik Kurulu, ilk kez genetiği değiştirilmiş organizma (GDO) içeren 3 soya fasulyesi çeşidinin hayvan yemlerinde kullanılmasına izin verdi. Önümüzdeki 10 yıl geçerli olan bu karar sayesinde “A2704-12 soya fasulyesinin taşıdığı herbisit tolerans geni”, “MON40-3-2 soya fasulyesinin taşıdığı herbisit tolerans geni” ve “MON89788 soya fasulyesinin taşıdığı Herbisit Tolerans geni” içeren soya fasulyesi ve ürünleri, belirtilen hususlara uymaları şartıyla, hayvan yemlerinde yem ya da yem hammaddesi olarak kullanılabilecek.

Bu genler soya fasulyesinin yabani otlara dayanılıklığını sağlıyor. Ülkemize de Türkiye’den gelen çeşitli ürünlerin tüketildiğini düşünecek olursak, bu sorun hepimizi yakından ilgilendiriyor. Peki GDO nedir ve GDO’lu gıdaların insan sağlığına ne gibi zararları olabilir?

Biyoteknolojik yöntemlerle kendi türünden ya da kendi türü dışındaki bir canlıdan gen aktarılarak bazı özellikleri değiştirilen bitki, hayvan ya da mikroorganizmalara “genetiği değiştirilmiş organizma” ya da “transgenik” deniyor. Ticari kaygılar yüzünden tarım ürünlerinde ilk olarak domates genleriyle oynandı. GDO’lu ürünler üzerinde çalışmalar, ABD’li şirketler tarafından 1985’te tarla denemeleriyle, 1996’da ise GDO’lu ürünlerin ticari anlamda ekimine başlanılarak gerçekleştirildi. 1996'da 6 ülkede 1.7 milyon hektarlık bir alanda başlayan GDO'lu ekim, günümüzde 25 ülkede 125 milyon hektarlık alanda yapılıyor. En son Mısır bu ülkelere katılırken, Tazmanya GDO'lu üretim projesini erteledi, Yunanistan ise GDO'lu mısır ithalatı yasağını 2 yıl uzattı.

Günümüzde GDO’lu bitkilerin büyük bir çoğunluğunu soya, mısır, kolza ve pamuk oluşturuyor. Bunların yanı sıra patates, domates, pirinç, buğday, balkabağı, ayçiçeği, yer fıstığı, bazı balık türleri, kasava ve papaya da GDO’lu olarak üretiliyor. Muz, ahududu, çilek, kiraz, ananas, biber, kavun ve karpuzda ise çalışmalar devam ediyor. GDO’lu yiyecek yetiştiren ülkelerin başında ABD, Arjantin, Kanada, Çin ve Brezilya bulunuyor.

Mısır ve soyadan üretilen yağ, un, nişasta, glikoz şurubu, sakkaroz, ve fruktoz içeren gıdalar günlük tüketim maddeleri arasında yer alıyor. Örneğin, bisküvi, kraker, kaplamalı çerezler, pudingler, bitkisel yağlar, bebek mamaları, şekerlemeler, çikolata ve gofretler, hazır çorbalar, mısır ve soyayı yem olarak tüketen tavuk ve benzeri hayvansal gıdalar ile pamuk GDO’lu olma riski taşıyan gıdaların başında geliyor.

Tüm dünyada açlık sorununa çözüm bulmak amacıyla geliştirildiği savunulan GDO’lu yiyeceklerin yararları arasında genetik mühendisliğin ürünlerin besleyiciliğini arttırması ihtimali, böceklere ve hastalıklara karşı daha dayanıklı bol miktarda ürünler elde edilmesi, istenilmeyen durumlarda müdahalenin daha kolay olması, verimliliğin on kata kadar çıkarılması, böcek ilaçlarının kullanılmasının azaltılması, bitkilerin oldukça çok ve sıkı test edilmesi, tarıma uygun olmayan alanlarda da üretime imkan tanımasıyla açlık ve yoksulluğa çare olabilmesi, ve şirketlerin müşteri isteği ve güvenliğine göre hareket etkmek zorunda olması geliyor.

İlk bakışta her ne kadar yararlı görünseler de, GDO’lu yiyecekler birçok bilimadamına göre insan sağlığına zararlı. Bu organizmaları içeren ürünler hariç diğerlerinde nasıl bir etki yaptığı bilinmiyor. Bu konuda araştırma yapan bazı uzmanların görüşleri arasında GDO’lu ürünlerden işlenmiş gıda ürünlerinin sofralarımıza ulaşması, insanların daha da ağırlaşan alerjik reaksiyon, antibiyotik dayanıklılık, toksik etki, artan doğum anormalleri ve kısırlık gibi sağlık sorunlarıyla karşı karşıya bırakma ihtimali geliyor.

GDO’lu ürünlerin tohumlarının çevreye karışması, doğal ürünlerin yapısını bozmakla kalmayıp, etraftaki böceklerin etkilenmesiyle tüm ekosistemin çökmesine neden olabiliyor. GDO’ların kullanımı durumunda, yerel bitki türleri GDO’lu türlerle baş edemeyeceği için yok olacağından, GDO’lar biyoçeşitliliği tehlikeye sokuyor ve biyolojik kirliliğe neden oluyor. GDO’lu tarım yapılan alanlar ne kadar uzak olursa olsun, rüzgar ve arılar yoluyla organik ürünlere de bulaşabiliyor. Bunların yanında, GDO’ların yayılmasıyla birlikte, büyük şirketler küçük çiftçileri iflasa sürükleyebilir.

Mısır, soya, pamuk, kolza, patates, ve domates gibi ürünler Türkiye’nin hemen hemen tüm ekolojik bölgelerinde üretilebileceklerinden, Türkiye’nin GDO’lu yiyeceklere gerçekten ihtiyaç duyup duymadığı düşündürücü. GDO’lu tohumların topraklarımız ve dünyamıza bırakılmış birer saatli bomba olduğunu düşünen ve bu yiyeceklerin kontrolsüz tarım alanlarında ekimine izin verilmesine karşı olan insanların çoğunlukta olması, durumun ciddiyetini gözler önüne seriyor.

Önümüzdeki hafta, GDO’ların insan sağlığı üzerindeki etkilerini daha yakından inceleyerek, GDO’lardan kaçınmak için benimseyebileceğimiz yaklaşımlara değineceğiz.


Çise Ünlüer (13 Şubat 2011)
ciseunluer@hotmail.com

05/02/2011

DESERTEC Projesi


Son birkaç yıldır medyada yer alan Desertec projesi, finans devleri Munich RE ve Deutsche Bank ile enerji gruplarından E.ON ve mühendislik şirketleri ABB ve Siemens’in biraraya gelmesi ile dünyanın en büyük tek noktaya odaklı solar panel tesislerini kurmak için yapılan 400 milyar avroluk bütçeye sahip bir girişimdir. Güneş kaynaklı yenilenebilir enerji projesi, Kuzey Afrika’da devasa bir güneş enerjisi santrali kurma planıyla başlatıldı. Proje hayata geçirildiğinde, önumüzdeki 40 yıl boyunca Kuzey Afrika ve Orta Doğu’da 100 gigavatlık enerjinin üretilmesi amaçlanmaktadır.

Projenin başlangıç noktası, sera gazları emisyonlarının azaltılması yolunda birçok Avrupa ülkesinin yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelmiş olması ve bu alanda çözüm arayışı içine girmeleridir. Büyük miktarlarda güneş gören Sahra Çölü ve çevresindeki çöl alanlarından elektrik enerjisi üretme fikri yıllardır gündemde olmakla birlikte, uzmanlara göre 400 bin km2’lik kullanılmaya hazır boş bir alan olan Sahra Çölü’ne hergün 6 saat boyunca düşen güneş enerjisi, dünyanın bütün enerji kaynaklarından elde ettiği ve kullandığı bir yıllık enerjiye eşittir. Aynı şekilde, bu alanın 0.3%’ünün solar enerji üreten tesislerle kaplanması durumunda Avrupa'nın enerji ihtiyacı tümüyle karşılanabilir. 560 milyar dolara mal olması beklenen projeyle, güneş enerjisinden üretilen elektrik Akdeniz’in altından geçecek kablolarla Avrupa'da 3 bin kilometrelik bir şebekeye dağıtılacak.

Kurulduğu günden bugüne küçük adımlarla ilerleyen ve “dünyanın en önemli güneş enerjisi projesi” olarak tanımlanan projenin tam olarak tamamlanması 2050 yılını bulacak. Çöle kurulacak olan ayna tarlaları, Sahra bölgesindeki güneş ışınlarını kullanarak suyun ısıtılmasını sağlayacak. Isınan su, tribünleri çalıştırarak elektrik enerjisinin üretilmesine yol açacak. Aynalar, ağırlıklı olarak Kuzey Afrika olmak üzere, Orta Doğu’ya da yerleştirilecek. Proje tamamı ile gerçekleşince, Kuzey Afrika ve Avrupa ekonomilerinin, sera gazı emisyonlarını sınırlı ölçüde tutarak büyümelerine olanak sağlaması bekleniyor.

Yenilenebilir enerji kaynaklarından üretilen bu enerji, hidrokarbon tesislerin kullanımını azaltmakla birlikte, enerji üretmek için tesislerde kullanılan suyun aynı zamanda bölgede sulamada kullanılabilmesini mümkün kılarak tarımın gelişmesinin yolunu açacaktır. Projenin hedefleri arasında, önümüzdeki 10 yıl içerisinde solar tarlaların kullanıma hazır ve çalışır hale gelmesi bulunuyor.

Sahra bölgesinde nüfusun olmaması ve güneş enerjisinin yoğun olması avantajlı bir durum yaratıyor. Ancak projenin gerçeğe dönüşmesi yolunda çözülmesi gereken birçok sorun var. Örneğin, Desertec projesinin maliyetinin çok yüksek olduğu kaçınılmaz bir gerçek. Bunun yanında Sahra bölgesindeki kum fırtınalarının da sorun yaratabilme ihtimali yüksek. Projenin önünde duran bir başka sorun ise bölgedeki suyun azlığı.

Projenin başarıya ulaşmasına engel oluşturabilecek en büyük sorunlardan bir diğeri ise projenin yapılacağı Kuzey ve Orta Afrika ülkelerinde tesislerin güvenliği. Buna ek olarak, üretilen elektriğin mevcut şebeke üzerinden dağıtılması, bölgedeki altyapı sorununu gündeme getirmektedir. Bu sorunu ortadan kaldırmak için üretilen enerjiyi dağıtacak nitelikte bir şebekenin hazırlanması önem taşımaktadır.

Desertec projesi altında kurulacak solar panel alanlarının Türkiye'den Suudi Arabistan ve Fas'ı da içine alan bir yay içerisinde yer alması planlanıyor. Bugüne kadar enerji ihtiyaçlarının önemli bir bölümünü ithal etmek durumunda kalan Fas, Tunus ve Ürdün gibi Afrika ülkelerinin Desertec projesinden faydalanacakları kesin. Fas yenilenebilir enerji ajansı ajansı CDER, projenin Kuzey Afrika’nın ekonomik ve sosyal gelişimine katkıda bulunabileceğine ve Fas’ın enerji bağımlılığını azaltacağına inanıyor.

Özetlemek gerekirse, Desertec projesi sayesinde Afrika’nın güneşi Avrupa’yı aydınlatacak. Projenin resmi internet sitesine göre, proje ile ilgili politik, sosyal, endüstriyel ve hukuki bütün sorunlara karşı The Desertec isimli bir fon kurulmuş durumda. Amaç, milyarlarca watt’lık enerji elde edebilmek için, geniş çölleri kavuran çöllere varan güneş ışınlarından yararlanmak. Ayrıca atmosfere karbon salınımın azaltılmasına katkıda bulunularak önümüzdeki 40 yıl içinde Avrupa’nın enerji ihtiyacının yüzde onbeş (15%)’ini karşılamak.

Binlerce yeni iş istihdamı yaratacağı söylenen Desertec projesinin, ayrıca bir dizi yasal ve siyasi engeli de aşması gerekiyor. Fakat Desertec daha şimdiden Almanya hükümetinin desteğini kazanmış durumda. Projenin çalışmaya başlaması, kırsal kesimlerdeki yoksulların yaşam standardını yükseltmeye katkı sağlayabilir ve kentsel alanlara kitlesel göçü azaltabilir.

Eğer gerçekleşirse, Desertec projesi, güneş enerjisinden elektrik elde etme teknolojisinin cehresini değiştirecek ölçekte bir girişim olacak. Kurucu şirketler ve bu konuyla iliglenen uzmanlar proje için yatırımcıları cezbetmeye çalışmanın yanında, staj amaçlı veya gönüllü katılmak isteyecek olan insanların da ilgisini çekmeye çalışıyor. Daha fazla bilgi icin desertec.org adresinden bilgi almak mümkün.


Çise Ünlüer (6 Şubat 2011)
ciseunluer@hotmail.com