Arayın, Yeşil Hayatı Tarayın...

26/08/2011

Bali’ye Doyamayanlar İçin




Uzakdoğu kültürünü biraz biliyorsanız, buraların insanının dine verdiği önemi de az çok duymuşsunuzdur. Bu ülkelerin çoğunda yaşayan insanların inançlarına duyduğu saygıyı ihtişamlı tapınaklarından anlamak mümkün olduğu gibi, Bali’de de bu tapınaklara sık sık rastlanılıyor. Görülmesi gerekenlerin başında “Ana Tapınak” olarak bilinen 11. yüzyılda inşa edilmiş Pura Besakih Tapınağı geliyor. Bali Adası’nda bulunan ve yıllar önce binlerce kişinin ölümüne neden olan yanardağların da insanda ilgi uyandırmaması imkansız.

Bali Adası'nda tapınakları gezmek, alışveriş yapmak, başka yerlerde göremeyeceğiniz nerdeyse gerçek dışı doğal güzelliklerini, yanardağları keşfetmek ve tabii göz kamaştıran mükemmel beyaz kumsallarında, masmavi denizinde dilediğiniz gibi keyif yapmak, spor aktivitelerinde bulunmak mümkün. Tapınak, doğa gezisi, orman, ve pirinç tarlaları yerine eğlenceye doymak isteyenler için de Bodrum’u andıran adanın güneyindeki Kuta bölgesi tercih edilebilir.

Bali Adası’nın resim atölyelerinden heykeltraş merkezlerine, tahta oymacılığından gümüş ve altından yapılmış el işi takılara kadar farklı sanat türlerinin merkezi olan Ubud bölgesinde bulunan tapınakların yanında, “Maymunlar Ormanı” olarak adlandırılan alanı ziyaret etmeden dönmemek gerek.

Adaya görsel bir zenginlik katan pirinç tarlalarının görünüşünden anlaşılacağı gibi, Bali’de yenilen nerdeyse tüm yemeklerin yanında gelen kendi yetiştirdikleri pirinçle karşılaşmamak imkansız. Bali halkının hayatta kalma mücadelesinin önemli bir parçası olan pirinç, dini inanışlarında da yer alıyor. Hinduizm inançları ile doğru orantılı olarak nerdeyse her gün dini bir kutlama olarak karnaval havasında geçtiğinden adada geçirilen süreçte Bali halkının yöresel danslarını izlemek mümkün.

Pirince ek olarak değişik bitkilerden yapılan yemeklerin tadına bamak, özellikle taze egzotik meyveler veya muz yaprağı gibi değişik tatların kullanıldığı farklı tabakları denemek gerek. Ada halkının çok büyük bir kısmı daha ekonomik olduğu için ulaşımını motosikletle sağladığından, yollarda arabadan çok motosikletleri üzerinde seyehat eden aileleri görüyorsunuz. Başka ülkelerden gelen ziyaretçiler için de ada içi ulaşım için en sevimli ulaşım seçeneği, kolaylıkla kiralanan bisiklet ya da motosikletler olacaktır. Ancak bu konuda deneyimi olmayanlar için Bali’nin hızlı trafiği tehlikeli olabileceğinden başka alternatifler de düşünülebilir.

Peki Bali’ye nasıl gidilir? Kıbrıs’tan ulaşmanın en kolay yolu İstanbul’dan Singapur, Hong Kong veya Bangkok’tan aktarmalı olarak uçmak. Bu yolculuk yaklaşık 20 saat sürüyor. Bali’den Jakarta'ya uçuş süresi yaklaşık 1.5 saat, Singapur'a 2.5-3 saat, Hong Kong'a 4.5 saat ve Sydney/Melbourne'e 5.5-6 saat civarıdır. İlk bakışta uzun bir yolculuk olduğundan insanın gözünü korkutsa da, bu kadar uzun bir yolun ardından varmak isteyeceğiniz tek yer Bali olacaktır.

Bali ile ilgili bilmeniz gerekenler: para birimi Endonezya Rupiahı, resmi dil Bahaya Endonezyaca’dır. Ancak halkın çoğu İngilizce de anladığından çat-pat anlaşmak mümkün. Gerek sokakta yön sorma gerekse anlamadığınız bir konuda tavsiye olsun, Bali halkı canayakınlığı ile yardım etmeye her zaman hazır. Kasım-Mayıs arasında olan yaz aylarında sıcaklık ortalama 27-35˚C, kışın ise 18-25˚C arasındadır. Nerdeyse her mevsim yağmur görülür. Bali’ye en yakın Türk konsolosluğu Jakarta’da bulunur.

Bali her ne kadar turizm alanında popüler bir yer olsa da, bölge halkı düşündüğünüzden çok daha fakir ve kötü yaşam şartlarıyla savaşmak zorunda. Bunlara rağmen genel olarak “mutlu” bir tablo çizen yerliler, güler yüzlü ve her zaman yardımsever. Ubud bölgesi gibi birçok farklı yerde sanatlarını sergileyen ve gelen turistlerin ilgisini çekerek eserlerini satmaya çalışan halkla pazarlık yapmak fiyatları düşürecek olsa da, bu süreçte alacağınız herhangi bir ürünün onların hayatında ne kadar fark yapacağını unutmadan davranmak en doğrusu olacaktır.

Dünyanın dört bir yanından gelen turistlerle gelişmiş ve büyümüş olsa da, Bali’yi tanınmış birçok tatil yerinden farklı kılan en önemli özelliği özünden, geleneklerinden, göreneklerinden ve inançlarından ödün vermemiş olmasıdır. Bali, her sokağında görebileceğiniz tapınaklar, heykel atölyeleri, binalar, adaya öz yaşam tarzları ile adeta bir kültür mozaiğini gözler önüne seren eşsiz bir yerdir. Turistler’e alışkın yerli halk, adayı ziyaret edenlerin, dini kutlamalar dahil olmak üzere kendi kültürlerini yansıttıkları ortamlarına girmesinden rahatsızlık duymuyor. Bu nedenden bu güzel adayı ziyaret ederken, bölge halkının alışkanlıklarına saygı duymak gerekir.

Eğer Amerikalı komedyen Bob Hope gibi “Başka ülkelerde neler olduğunu başkalarından dinlemektense, kendi gözümle görmek isterim” diyenlerdenseniz, Bali’yi bir sonraki tatil planlarınızı yaparken düşünmenizi tavsiye ederim. İçinizde huzur, yüzünüzde dinlenmiş olmanın getirdiği gülümseme, ve eşi benzeri olmayan bir kültüre tanıklık etmenin verdiği heyecanla Bali’den ayrılırken, bölge halkının kendi geliştirdiği oyma işçiliği sanatıyla yarattığı eserlerden almayı unutmayın.


Çise Ünlüer (28 Ağustos 2011)
ciseunluer@gmail.com

19/08/2011

Büyülü Bir Cennet: Bali




Öyle bir yer hayal edin ki güneşin doğuşunu seyredeceğiniz plajlardan dalış yapacağınız koylara, zevkle deneyeceğiniz çeşitli egzotik meyvelere, pirinç tarlalarına bakıp dinleneceğiniz ve sonsuz huzur sunan alanlarda tüm sıkıntılarınızı unutacağınız...

Bali Adası, dünyanın en büyük takımada devleti olan Endonezya’nın binlerce adasından sadece biri, ama öyle basite alınacak bir yer değil. İnsanı ilk görüşte kendine hayran bırakacak, insanların zulümüne uğramamış, yeryüzündeki tüm renklerin ahenginin izlenebileceği manzarası ve muhteşem doğasıyla insanı davet eden büyülü bir cennet.

Ama esas konumuz Endonezya’nın en büyük turizm kaynağı Bali’nin tatilcileri mıknatıs gibi çeken doğal güzellikleri, kilometrelerce uzanan enfes kumlu sahilleri, resim gibi pirinç terasları, 3000 metre yükseklikteki aktif yanardağı, krater gölleri ve egzotik yaban hayatı ile tropikal ormanları, denizi veya manzarası değil. Her ne kadar da dünyanın dört bir yanından gelen turistlere sunduğu gelişmiş olanakları ile farklı bir resim çizse de, Bali, özünden, geleneklerinden, göreneklerinden ve inançlarından ödün vermemiş bir yer. Adanın her sokağında görülen tapınaklar, heykel atölyeleri, binalar, yaşam tarzları ile bir kültür mozaiğini gözler önüne seriyor.

Batıda Java ve Lombok, doğuda diğer Lesser Sunda Adaları (Sumbawa, Flores, Sumba and Timor) ile komşu olan 4 milyon nüfuslu Bali’nin başkenti Denpasar'dır. Bu nüfusun yüzde doksan üç (93%)’ü Hindu, geri kalan kesimin çoğunluğu ise müslümandır. Dans, heykelcilik ve resim gibi sanat dalları ile harmanlaşmış Bali’nin para birimi Endonezya Rupiahı, resmi dili ise Bahaya Endonezyaca’dır, ancak İngilizce kullanarak anlaşmak da mümkün. Birkaç asır önce Bali ekonomisi genellikle tarım üzerine kurulmuş olsa da son zamanlarda turizm yüzde seksen (80%) ile adanın en büyük endüstrisi olarak yerini almıştır. Bu nedenden dolayı Bali bugün Endonezya'nın refah seviyesi en yüksek bölgelerinden biridir. Tabii bu “yüksek” refah seviyesi Endonezya genelinde yüksek olmakla birlikte, dünyadaki gelişmiş ülkelere kıyaslandığı zaman Bali vatandaşlarına iyi bir yaşam kalitesi için gereken tüm imkanları sunamayan fakir bir ülkedir.

Ama bu durum ada yerlilerinin ziyaretçilere olan tavrında herhangi bir olumsuzluğa neden olmamıştır. Tam aksine, Bali’nin insanları cana yakınlıkları ile bilinir. Adanın yemyeşil pirinç tarlalarını, mistik kültürünü, renkli törenlerini, egzotik doğasını ve yumuşak iklimini severek paylaşan yerliler, inançlarına uygun bir şekilde düzenledikleri kutsal tapınaklarına ve kutlamalara ziyaretçilerin girmesine izin veriyor. Zaten adaya ilk indiğiniz andan itibaren insanların cana yakınlığı göze çarpan etkenlerden biri.

Bali’nin tarihinden kısaca bahsedecek olursak, milattan önce 2000 yıllarında Tayvan'dan göç eden Avusturonezyalılar tarafından yerleşim birimi olarak kullanıldığından dolayı Bali halkı kültür ve dil yapısı açısından Filipinler ile benzerlikler gösterir. Zamanla kendi şeklini alan Bali kültürü, milattan sonra 1. yüzyıldan itibaren Hint ve Çin kültürlerinden önemli bir biçimde etkilendiği gibi, özellikle çok kapsamlı ve geniş bir din olan Hinduizm’in bölgedeki kültüre güçlü etkileri günümüze kadar gelmiştir. "Bali dwipa" (Bali Adası) ismi ilk kez milattan sonra 914 yılında yazılan kitabelerde "Walidwipa" olarak geçer. Subak adı verilen ve pirinç yetiştiricliğinde kullanılan kompleks sulama sistemi de bugün hala bazı dini ve kültürel geleneklerde izlerine rastlanılan bu dönemde geliştirilmiştir.

1343 yılında Bali'de sömürge kuran Hindu Majapahit İmparatorluğu’nun 15. yüzyılda düşüşe geçmeye başlamasıyla Endonezya'nın başkenti Jakarta'nın da üzerinde bulunduğu Java adasından Bali'ye göç başladı. Bu göçün çoğunluğunu entelektüeller, sanatçılar, din adamları ve müzisyenler oluşturduğundan bugün Ubud başta olmak üzere Bali’nin birçok yerinde sanatla uğraşan birçok insan bulunmaktadır.

Avrupalılar’ın Bali’ye gelmesiyle adadaki dengeler değişir. 1585 yılında bir Portekiz gemisinin Bali adasına varmasından sonra 1597 yılında Hollandalı kaşif Cornelis de Houtman Bali’ye ulaştı. Zamanla gelişen baskılar doğrultusunda, Hollanda sömürgesi 19. yüzyılda bütün Endonezya takımadalarını kontrolü altında tutuyordu. Hollanda'nın Bali üzerindeki ekonomik ve siyasi kontrolü ise 1840'larda adadaki farklı krallıkları birbirlerine düşürmek yoluyla güçlerini azaltma şeklinde başladı. 1890’lı yılların sonlarında adadaki krallıklar Hollanda sömürgesinin kışkırtması ve oyunlarıyla birbirleriyle savaşmaya yöneldi. İkinci Dünya Savaşı boyunca da Japonya tarafından işgal edilmesi ve daha sonra 1963 yılında Agung Yanardağı’nın patlamasıyla Bali halkı zorlu dönemler geçirdi.

Basit bir kıyas yapacak olursak, Avrupa’nın neresine gidersek gidelim, Doğu’nun o mistik duruşunu, tropik iklimini, gizemli doğasını bulmak imkansıza yakın. Ama tabii her ülkenin ziyaretçilerine sunduğu “güzellikler” farklı. Avrupa’nın çoğu yerinde gökdelenler arasında teknolojiye boğulabilir, gelişmiş yollarda konfolu bir şekilde seyahat edebiliriz. Ancak Bali bunlardan çok farklı maceralarla dolu. Gelişmiş ülkelerden nasibini almış insanlara geleneksel dansçıların bölgeye has gösterilerini izleme fırsatı sunan, tropik içkilerin tadına varırken, bir yandan güneşin üzerine doğduğu okyanusun mavisinin ihtişamında sıkıntıları unutturan gizemli bir yer Bali adası...


Çise Ünlüer (21 Ağustos 2011)
ciseunluer@gmail.com

12/08/2011

Slow Food: İyi, Temiz ve Adil



Bu durumda ilk akla gelen Fast Food türünde besinleri protesto eden bir hareket veya ağır ağır pişirilmiş bir yemeği, tadına vara vara, yavaş yavaş yemekten ibaret bir keyif anlayışı olsa da, Slow Food, uluslar ötesi endüstriyel Fast Food zincirlerine karşı çıkan gelip geçici “zevk” odaklı bir akımın çok daha ötesinde bir anlayış. Gelin daha yakından bakalım.

“Yavaş yavaş... keyifle ve tadına vararak... nereden, nasıl geldiğini, geçmişini bilerek, farkına vararak... keşfederek...”. Bu bilinç, dünyada hızla yayılan Slow Food yiyecek kültürünün tüm insanlara yaymak istediği felsefesinin bir parçası. Hareketi temsil eden sembol sürekli yiyerek ağır ağır ilerleyen ve bir anlamda insanoğlunun dünyadaki yolculuğunu temsil eden “salyangoz”. Salyangoz, attığı yavaş, temkinli ancak kararlı adımlarla cüssesinden beklenmeyecek mesafeler aşar, aynı zamanda geçtiği yerlerde iz bırakır. Buna benzer bir şekilde ilerleyen Slow Food hareketi de aynı sembolü salyangoz gibi, çıkış noktasından bugüne inanılmaz mesafeler kat etmiş, izini takip edenleri yanıltmamıştır.

Biraz detaya inecek olursak, 1986 yılında Amerikan fast-food zinciri McDonalds’ın Avrupa’nın en büyük fast-food restoranını İtalya’da Roma’nın en önemli ve tarihi meydanı olan İspanyol merdivenleri olarak bilinen yerde açmaya karar vermesiyle birlikte bir de bu yeni açacağı lokantada, menüsündeki yiyecekleri 2 dakikadan daha kısa sürede hazırlayıp müşterilerine servis edeceğine dair garanti vermesiyle dengeler değişir. Çünkü rahatlığıyla bilinen İtalyan toplumu, bu noktaya kadar yemek yemeyi bir zevk olarak gördüğü için, bu zevki aceleye getirmek isteyen Amerikan fast-food zinciri, toplumun alışkanlıklarına ters bir kavram teşkil eder. Bunun üzerine, Slow Food hareketi, Roma’da açılan batı tarzı fast-food restoranlarına karşı bir tepki olarak 1986 yılında İtalya’da Carlo Petrini tarafından başlatılır ve daha sonra 1995'te İsviçre'de, 1998'de Almanya'da ve 2000'de New York'ta kurulan ofisler sayesinde çok geçmeden uluslararası bir hareket halini alır. Günümüzde 45 ülkede 65 bin üyeye ulaşan Slow Food hareketinin sadece İtalya'da 35 bin üyesi bulunuyor.

Peki tam olarak nedir bu Slow Food hareketi? Ciddi anlamda bir insan hakları savunucusu olan hareketin merkezinde, toprağın sunduğu, insanoğlunun asırlar boyunca mükemmelleştirdiği lezzetlerin zevkine varmak, eşsiz lezzetlerin doya doya tadını çıkarmak geldiği gibi, hızlanan hayatı normal ritmine döndürerek yavaşlatmak hedeflerinden biridir. Büyüklerimizin büyük emekler sarfederek günümüze kadar getirdikleri geleneksel lezzetlerimizi hiçe sayarak tat zevkimizi basitleştiren, yerel lezzetlerin giderek yok olmasına neden olan, amacı sadece para kazanmak olduğu için bu yolda gözü dönmüş bir şekilde önüne çıkan tüm engelleri kültür ve geleneklerimizi hiçe sayarak yok eden fast food şirket zincirlerleriyle mücadele etkmek de Slow Food’un amaçları arasındadır.

Günlük hayatın yoğunluğunda çoğumuz bir fast-food jenerasyonuna dönüştüğümüzü ve arkamızdan da bu tür zararlı yiyeceklerin bağımlısı nesiller getirdiğimizi görmezlikten geliyoruz. Unutuyoruz ki gıda tüketiminde sadece doymak değil, lezzet almak da insan hakları arasında gelir. Buna paralel olarak, soframıza ulaşan her yiyeceğin arkadasındaki ütreticilerin haklarının korunması ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi de ilgilenilmesi gereken unsurların başında gelir. Hareketi başlatan Carlo Petrini, yiyeceklerin iyi, lezzetli ve kaliteli olması kadar temiz ve adil olması gerektiğine dikkat çeken “Buono, Pulito e Giusto” (Türkçesi “İyi, Temiz ve Adil”) adlı kitabında, politika, ekonomi, jeo-poltika kadar tarih, sosyoloji, antropolojinin de tabağımıza koyduklarımızı yönlendirdiğine dikkat çekiyor.

Bu hafta özellikle bu konuya değinmemin nedeni, bu sıralar gündemde olan açlık çeken insanların sorunlarına dikkat çekmek, ve bu konuda çözüm üretmeye çalışan insanların gerçekleştirdiği çalışmaları dile getirmek istememdir.

Hepimiz çok iyi farkındayız ki insanoğlunun açgözlülüğü nedeniyle dünyada yüzbinlerce insan bugün açlıktan ölme tehdidi altında. Ancak bir diğer taraftan, bu rakamın nerdeyse iki katı sayıda insan Amerika başta gelmek üzere “gelişmiş” olarak nitelendirilen ülkelerde şişmanlık ve yanlış beslenmenin getirdiği hastalıklar yüzünden tedavi görüyor. Şu an nüfusu 7 milyara yakın olan dünyamızda nerdeyse 12 milyar insana yetecek kadar yiyecek üretiliyor olmasına rağmen eşit ve adil bir dağılım sağlanmadığından dolayı bir grup insan açlıktan ölürken, diğer bir yandan yiyecek israfının önüne geçilemiyor. Bu dengede devam ettikçe yaşanan açlık ve yoksulluk sorunlarının önüne yapılan geçici maddi yardımlarıyla geçemeyeceğimiz kesin. Her ne kadar da kendimizi iyi hissetmek adına Afrika için organize edilen yardım kampanyalarına katkıda bulunmaya çalışsak da, bu şekilde kalıcı ve sürdürülebilir bir ilerleme kaydetmemiz mümkün değil.

Ziyan edilen yiyecek miktarının önüne geçmek için tüketim alışkanlıklarımızın tekrar gözden geçirilmesi gerekiyor. Bu anlayış doğrultusunda, bilginin esas olduğunu ve öncelikle değerlerimizi tanımamız ve tespit etmemiz gerektiğini savunan Slow Food ve benzeri hareketler, bilinçli bir mücadele için herkesi yüreği iyi, temiz ve adil insanlar olmaya çağırıyor. Hareketin başını çeken Carlo Petrini, gelecek nesillerin yemek alışkanlıklarının dünyanın geleceğini belirleyeceğine inanıyor ve bu nedenle çocukların eğitimine çok önem veriyor.

Peki Slow Food hareketinden nasıl yararlanabiliriz? İşte birkaç basit tavsiye: Öğrenci yaşı ne olursa olsun, tüm eğitim kurumlarının bahçelerinde ufak da olsa çocukların sebze meyve yetiştirmesini ve toprağı yaşayarak öğrenmesini sağlayacak kullanışlı alanlar oluşturulabilir. Yiyecek sektöründe çalışanlar yeni pişirme ve sunum teknikleri, hijyen ile ilgili hususlar ve gıdaların muhafaza ve taşmacılığı konusunda yeni usul ve yöntemler hakkında eğitilebilir. Geleceğimizi temsil eden genç nüfus sağlıklı ve geleneksel lezzetlerin ve kültürün korunmasını sağlayacak şekilde bilgilendirilebilir.

Doğdukları andan itibaren reklam bombardımanına uğrayan ve  tüketim canavarlarına dönüşen çocuklarımızı üretici toplulukların sorunlarını paylaşan sorumlu bireyler haline getirmek ve geleneksel lezzetleri gelecek nesillere sağlıklı şekilde taşıyabilmek için gerekli altyapının oluşturulması gerekir. Bu yolda üreticilerden başlayarak gıda endüstrisinin tüm çalışanlarının ortak bir amaç için organize olması büyük önem taşır. Sağlıklı gıda olmadan, sağlıklı yemekten de bahsetmek mümkün olamayacağı gibi, bu doğrultuda yapılan çalışmaların teşvik edilmesi hepimizin yararına olacaktır.


Çise Ünlüer (14 Ağustos 2011)
ciseunluer@gmail.com

05/08/2011

Neden Kitap Okumuyoruz?



Ülkemize her yolculuk yaptığımda, saatlerce süren uçak yolculukları boyunca halkımızın çok büyük bir çoğunluğunun yanına bir kitap dahi almaması ve bu zamanı okumak veya çalışmak yerine boş oturarak geçirmesi görmezden gelemediğim bir konu! Ülkemizde sadece gençler değil yaşlılar da boş zamanlarında ne yazik ki kitap okumak gibi kişisel gelişimleri üzerinde olumlu etkileri olacak faaliyetlere yönelmek yerine tamamen zaman öldüren televizyon karşısında veya boş oturarak geçirmeyi tercih ediyor. Peki neden kitap okumuyoruz?

Bunun üç nedeni olabilir. Ya kitap okumayı sevmiyoruz, veya vaktimiz yok, ya da kitapları pahalı buluyoruz. Kıbrıs’ta (veya dünyanın herhangi bir yerinde) insanların kitap okumaya gerçekten vakti olmadığına kesinlikle inanmamakla birlikte, bunun sadece kişinin bu eksikliği üzerine daha iyi hissetmesi için kullandığı bir mazaret olduğunu düşünüyorum. Gelelim kitapların pahalı olmasına. Sürekli yeni kitap almak bazılarımızın bütçesini zorlayabilir ama ülkemizde faaliyet gösteren kütüphaneler ne güne duruyor? Eğer kütüphaneleri yeterli bulmuyorsak, çevremizde kitap okuyan arkadaşlarımızla elimizdeki kitapları okudukça değişerek, bir kitaptan birçok insanın yararlanmasını sağlayabiliriz. Başka bir değişle, insan istedikten sonra tüm engeller ortadan kalkar! Bu durumda neden kitap okumadığımız sorusunun cevabı ortada: Kitap okumayı sevmiyor, bunun yerine internet veya tv karşısında zaman öldürmeyi tercih ediyoruz.

Oku(ma)mak ülkemizin en büyük sorunu olmayı sürdürürken, kitap okumayan bir toplumun gerçeği her geçen gün daha da belirgin bir şekilde karşımıza çıkıyor. Bir kere pratik düşünmeye alışkın olan insanımız, bir şekilde kendisine yetecek derecede ve fazla kitap okumayı gerektirmeyen düşünme formatı buluyor. Gün geçtikçe değişen değerlerimizle paralel olarak şekillenen başarının ölçüsü, hayat mücadelesinin içinde gittikçe maddiyata bağlanıyor. Bu sisteme göre, eğitim ve kültür seviyesine bakılmadan, maddi kazanımı yüksek olan kişiler başarılı görülüyor.

Okumaya zaman ayıramadığımız için bilmediğimiz, bilmediğimiz için karar veremediğimiz, karar veremediğimiz için tecrübe etmekten başka seçeneğimiz kalmadığı ve tecrübe de büyük zaman aldığı için kitap okumak (veya yazmak) boş adam işine dönüşüverir gözümüzde. Oysa kitapların bize sunduğu bilgi, en kudretli güçtür. Gelişmiş ve düzgün sistemlerle çalışan ülkelerde yaşayan insanlar, mevki, makam ve saygınlıklarını sahip oldukları bilginin yardımıyla elde ederler. Ancak ülkemizde durum tam anlamıyla böyle olmadığından, insanlarımız gerçek ve kaliteli bilgiye gereken önemi göstermiyor.

Bilgi; öğrenilmiş, ezberlenmiş ve anlaşılmış veriler bütünüdür. Biz bu sunulan veriyi çok çeşitli kaynaklardan alabiliriz. Özellikle de internetten dediğinizi duyar gibiyim. Ancak kitapların sunduğu seçkin ve çeşitli bilgiyi her yerde bulmak mümkün değil. Kitap okuyanlar, kendini yenileyen, geliştiren, eleştiren, demokrasinin temel taşlarını oluşturan insanlar olarak, çevrelerinde yaşanan olayları değerlendirmekte zorlanmayan, genel kültürü geniş, akla ve mantığa dayalı olarak düşünen kişilerdir.

Yapılan bir araştırmaya göre, bir Japon yılda 25, İsveçli 10, Alman 9, Fransız 7 kitap okuyor. Ülkemizde bu rakamın tam olarak kaç olduğunu bilmesek de kendimiz bir yılda okuduğumuz kitap sayısına göre hangi kategoriye yakın olduğumuzu anlayabiliriz. Yakın olduğumuz Türkiye'de ise durum pek iç açıcı değil: Burda da her 100 kişiden sadece 4’ü kitap okuyor! Japonya'da yılda 4 milyar 200 milyon kitap basılırken, Türkiye'de ise bu rakam sadece yılda 8 bin ile 10 bin arasındadır.

Her ne kadar da iç karartıcı bir durum gibi görünse de, bu tehlikeli soruna farklı çözümler getirilebilir. “Bir toplumun kitap okuma alışkanlığı nasıl artar?” sorusundan yola çıkarak, her öğrencinin ilköğretim ve lise eğitimi boyunca toplam 500-1000 arası kitap okutulması sağlanmalıdır. Unutmamak gerekir ki ağaç yaş iken eğilir. Küçük yaştaki çocuklara kitap okuma alışkanlığı kazandırmak önemlidir. Bu yolda alınacak başka bir önlem, kitap fiyatlarının makul düzeyde tutulmasıdır. Bu durum özellikle alım gücü düşük öğrenciler için büyük fark yaratacaktır. Yazılan kitaplarda kullanılan dilin mümkün olduğunca sade olmasına ve doğru kullanılmasına özen gösterilmeli, hiçbir kitap sadece belirli bir grup insana hitap etmemelidir.

Kitap okumaya özendirecek seminerler ve yarışmalar daha sık düzenlenmeli, mevcut kitap fuarları daha sık gerçekleştirilmelidir. Ülkemizde gezici kütüphanelerin sayısı arttırılmalı, halkımızın bu mekanları kullanması kolaylaştırılmalı, tüm kütüphaneler daha modernleştirilmeli ve ülke genelinde yayılmalıdır.

En basit şekliyle düşünecek olursak, yazarlar, kitaplar aracılığıyla yüz binlerce insana seslenir, yazarın düşünceleri kitaplar aracılığıyla ülkeden ülkeye yayılır. Bilgiler en uzak yerlere ulaşarak yazarla okuyucu arasında bir bağ kurulur ve bir yakınlık sağlanır. Kitaplar bize bilmediklerimizi öğretir, görmediğimiz yerleri tanıtır. Okuyan bir insanın doğruyu, güzeli, iyiyi, yararlıyı bulması daha kolay, hayatta aldığı kararlar daha sağlıklı olur. Kitaplar hayatı sevdirir, dünyaya daha açık görüşlü ve bir o kadar da bilinçli gözlerle bakmamızı mümkün kılar.

Kitap okuyanlar bilir, sıkıntımızı unutmak, donuk hayatımıza biraz renk, ışık vermek, daracık dünyamızda bulamadığımız şeyleri yaşamak için dönülecek en iyi dost kitaplardır. Okuyan kişi için kitabına ayırdığı vakitten daha dinlendirici bir yer yoktur. Beden eğitimi vücut için ne ise, okumak da beyin için odur. Kitap sevgisi sevgilerin en güzeli, en sonsuzudur. Uygarlığın temeli olan kitaplar olmadan yaşamak, kör, sağır, dilsiz yaşamaktır. Ülkemizde kitap okuyan insan sayısının hızla artması ve genelde bir "bilgi toplumu" haline gelmemiz hepimizin temennisi! Okumak, kendimizi daha iyi tanımamızı, kendimize ait olanın fark edilmesini mümkün kılar. İnsanın kendini tanıması, hayatını renklendir, etrafındakilerle olan temasının gücünü ve kalitesini arttırır.

Bir sonraki ilk boş vaktinizde eliniz bilgisyara ya da kumandaya uzanmadan bir düşünün. Okumaya ilginizi çeken eğlenceli bir kitapla başlayabilirsiniz. Bir kere tattınız mı bu zevkten vazgeçmek istemeyeceğinize garanti verebilirim.


Çise Ünlüer (7 Ağustos 2011)
ciseunluer@gmail.com