Arayın, Yeşil Hayatı Tarayın...
28/12/2012
Moda Zehirden Arınıyor
Beğenerek aldığınız pahalı elbiselerin vücudunuzdaki hormon dengelerini bozabileceğini, çocuğunuza severek giydirdiğiniz kot pantolonun kansere neden olabileceğini, gereğinden fazla ücret ödediğiniz iç çamaşırlarının ileride doğurganlığınızı etkileyebileceğini ve hatta doğmamış bebeğinize bile zarar verebileceğini biliyor musunuz?
Bu kez konumuz tekstil endüstrisi. Bu piyasada yer alan markaların artık sadece modayı belirlemek değil biraz da sürekli zarar verdikleri doğaya ve insan sağlığına karşı sorumluluklarını yerine getirmelerinin zamanı geldiğine inanıyorsanız okumaya devam edin.
2012 yılının Nisan ayında dünya modasını belirleyen en büyük markaların ürünlerini satın alıp test eden Greenpeace, elde ettiği sonuçlarla adeta gözümüzü açtı. İncelenen markaların arasında Armani, Benetton, Calvin Klein, Diesel, Gap, Levi’s, Mango, Tommy Hilfiger, Vero Moda, Victoria’s Secret, ve Zara gibi hepimizin bir şekilde duyduğu veya kullandığı ünlü isimler yer alıyor.
Zararlı kimyasallar, özellikle kıyafet alışverişine çıkarken aklımızdaki son şeydir. Ancak doğada çözülerek hormon bozan kimyasallara dönüşen nonilfenol etoksiller dahil olmak üzere birçok marka bu ve benzeri tehlikeli kimyasalları yaygın olarak kullanıyor. Bu maddeler daha sonra bu kıyafetleri giyen insanların vücutlarına entegre olarak sağlıkları üzerinde tehlike oluşturuyor. Tüm bunlar yetmezmiş gibi bu kimyasallar, üretimleri boyunca veya kullanım sonrasında çevreye salındıkları zaman da sadece insanlar değil tüm canlıların devamlılığı için büyük bir sorun teşkil ediyor.
Bu zararlı maddelerden kurtulmanın tek yolu onları hayatımıza sokan şirketlere sesimizi duyurmak! Yani tekstil endüstrisinde başı çeken bu şirketlerin bir nevi “detoks” yapmasını, zararlı kimyasallardan vazgeçip daha güvenli alternatiflerini kullanmalarını teşvik etmek.
Aslında bu şirketlerin ürünlerinde bulunan kimyasallardan arınmaları o kadar da zor bir iş değil. Ama her zamanki gibi olay maddiyata dökülüyor. İlk ve en önemli amaç kȃr olduğu için, ucuz ve zararlı kimyasallar her zaman daha zahmetli ama zararsız alternatiflerinin yerine tercih ediliyor.
İşte bu noktada devreye biz giriyoruz. İnsanların moda zevklerini tatmin etmek için milyonlarca kıyafet üreten küçük ve büyük binlerce markanın var olan düzenden biraz uzaklaşarak sürdürülebilir ve doğaya zararı olmayan üretime geçmeleri hepimizin tercihi olmalı. Sesinizin tahmin ettiğinizden çok daha güçlü çıkabileceğini ve milyonlarca insanın hayatında bir fark yaratabileceğini unutmadan, sosyal medya da dahil olmak üzere farklı platformlarda Greenpeace’in başlattığı Moda’yı Detoksla çalışmalarını destekleyebilir, sırf modaya uymak için kendinizi ve doğayı zehirlemeye bir son verebilirsiniz!
Çünkü bu firmalar, çalışma hayatında kalıcı olmak istiyorlarsa, müşterilerinin isteklerine göre hareket etmek durumundadırlar. Ve eğer müşterilerin talebi sürdürülebilir, kimyasallardan uzak bir tekstil endüstrisine kayılması ise, üretim de bu çizgide hareket edecektir. Bunun için bu firmalardan temiz üretim talep etmek hepimizin hakkı ve sorumluluğudur.
Greenpeace’in başlattığı bu güçlü kampanyaya ilk cevap veren firmalardan Zara, Mango, ve Victoria’s Secret, neden oldukları kirliliği kabullenerek daha temiz bir üretime yöneleceklerini belirten açıklamalarda bulundular. Özellikle Twitter ve Facebook gibi sosyal paylaşım sitelerindeki sayfaları detoks isteyen yorumlarla dolan Zara, en yakın zamanda PFC’ler gibi zararlı kimyasallardan arınacağını ve 2020’ye kadar tedarik zinciri ve ürünlerinden tüm zehirli kimyasalları tamamı ile çıkaracağı sözünü verdi. Hatta 2013 yılının sonuna kadar güney küredeki 100’den fazla tedarikçisi doğaya salınan zehirli kimyasalların detaylarını halkın bilgisine sunacak. Bu firmalara sonradan Levi’s da eklendi.
Modada detoksu destekleyen takipçi sayısı kısa zamanda 7 milyonu aştı. Sadece bir haftada internette “zara” ve “detox” kelimeleri Twitter’de 50 bin kez bahsedildi. Bunu Zara’ya detoks yapması için gönderilen on binlerce tweet ve e-posta takip etti. Hong Kong, Budapeşte, Hamburg ve Madrid’deki Zara mağazalarının önünde sıralanan insanlar da modadan zehirin çıkarılması talebini bütün dünyaya duyurmayı başardılar.
Çünkü vücudumuza ne gibi maddelerin karıştığını bilmek hepimizin hakkı. Bu markalardan alınan sözler sadece insan sağlığı için değil, sağlığımızın kaynağı doğanın devamlığı açısından da önemli. Üretim ve kullanım sonrası su kaynaklarına da karışarak dolaylı yollardan da hem bizi hem diğer canlıları zehirleyen bu kimyasalların tekstil endüstrisindeki tüm üretim zincirlerinden çıkarılması için çabamızı sürdürmeliyiz.
Günün sonunda önemli olan, Zara’da başlayan şeffaflık hareketinin diğer markalara da yayılarak tekstil sektöründe kökten bir değişikliğe gidilmesi. Çünkü bu alanda çalışan tüm şirketlerin tedarikçileriyle iş birliği içerisinde zehrli kimyasallardan kurtularak bunların doğa dostu alternatiflerine yönelmeleri mümkün. Ancak bu şekilde insanlara ulaşan tüm kıyafetler zehirli kimyasallardan arınabilir. Tüketicilerin sağlığını ciddiye alıp yeşil yolu tercih eden şirketlerin hangileri olduklarını öğrenmek, tüketiciler olarak bizim kime güvenebileceğimizi belirlememiz açısından önemli.
Siz de çözümün bir parçası olmak istemez misiniz? Bir sonraki alışverişinizi gönül rahatlığıyla yapmak ve aldığınız kıyafetleri zevkle giymek istiyorsanız, bu kampanyaya katılarak gücüne güç katın. Favori markanızın kirlilik raporunu talep edin ve en önemlisi çevrenizdekileri de konudan haberdar edin. Her gün hayatlarımıza zehir akıtan bu ürünlere tepkimizi göstererek birlikte doğan kuvvetin önünde hiçbir kimyasalın duramayacağını kanıtlayabiliriz!
Çise Ünlüer (30 Aralık 2012)
ciseunluer@gmail.com
21/12/2012
Köleliğin Modası Çoktan Geçti
Apple’ın daha geçenlerde piyasaya sürdüğü, sırf çıkar çıkmaz sahip olabilmek için dünyanın birçok yerinde insanların bir gece öncesinden mağazaların kapılarında kamp kurduğu yeni iPhone’unu beğendiniz mi? Peki nerdeyse kuş tüyü kadar hafif olan mini iPad’ını nasıl buldunuz? Aldıysanız gururla kullanıyor, almadıysanız da alabileceğiniz günün hayalini kurarak mı yaşıyorsunuz?
İmajın herşey olduğu bir dünyada yaşıyoruz... Ama işin acı yanı, bu imajın, sahip olduğumuz değerler yerine giydiğimiz kıyafetten sürdüğümüz arabaya, kullandığımız telefonun markasına kadar saçma sapan ölçeklerle belirlenmesi!
Markalar sürekli artan talepleri yetiştirmek için çalışanlarına eziyet çektiriyor, adeta köle gibi ara vermeden saatlerce çalışmaları için baskı yapıyor. Özellikle yaklaşan Noel ve yeni yılda herkesin birbirine gerekli gereksiz hediye alma yarışına girmesi ile oluşan tüketim çılgınlığının bedelinin ödediğiniz ürün fiyatının miktarından çok daha fazla olduğunun farkında mısınız? Peki bu bedeli asıl kimin ödediğini? Hiç kuşkusuz bizim bu doyumsuzluğumuzu tatmin etmek için fazla mesai yapan fabrika isçileri.
İşin bir diğer acı yanı, fabrika patronları, bu artan talepleri karşılamak için işçi sayısını artırmak yerine var olan işçilerinin haklarını sömürerek çalışanlarını 16 saatlik vardiyalar halinde çalışmaya ve aradaki vakitlerde de fabrikadaki depoların sert zeminlerinde uyumaya zorluyor. Çalıştıkları süre boyunca yemek ve tuvalet izni olmayan işçiler, bu ihtiyaçlarını 10 dakikalık molalar ile gideriyor.
Apple ve daha birçok ünlü elektronik firması için Çin’de parçalar üreten Foxconn’daki çalışma koşullarını duyunca elinizdeki telefon veya bilgisayarları iç rahatlığıyla kullanmak için ruhsuz olmak gerek. Ayda sadece 100 dolar gibi bir miktar kazanan bu işçiler en az bir hapishane kadar ağır koşullarda hem yaşıyor hem çalışıyor. Çoğu zaman gün boyunca oturma şansları bile olmayan bu çalışanların Çin yasalarından destek görmesi imkansız çünkü bu ülkede işverenler, çalıştırdıkları işçilerin çalışma saatlerini ve şartlarını istedikleri gibi ayarlayabiliyor.
Gittikçe daha da umutsuz bir hal alan bu ortamlarda göz kırpmadan çalışmaya zorlanan işçiler, sonunda intihara kadar giden bunalımlar yaşamaya başlıyor. Haytına son veren işçilerin sayısı arttıkça çalışma koşuşullarının iyileşmesini beklersiniz değil mi? Ne yazık ki konum Çin gibi insan haklarının çok da ciddiye alınmadığı bir ülke olunca, Foxconn da çözümü tüm fabrika binalarının etrafına, yerden 6 metre yükseklikte fileler yerleştirerek buluyor. İlk bakışta binaların tadilat veya benzeri bir onarımda olduğu imajını verse de, bu fileler aslında günde 16 saat hiç durmadan üretim bandının önünde iPhone’unuzun parçalarını takmaktan bunalıma giren işçilerin bu eziyete dayanamayıp atladıklarında ölmelerini, ve bu şekilde şirketin imajını zedelemelerini engellemek için! Dedik ya, bu dünyada imaj herşey!
Bu şekikde hayatını kaybeden insanların sayısı ne kadar artmış olmalı ki dünyanın bir diğer ucunda, Çin gibi iç politikası dış dünyaya nispeten kapalı olan bir ülkede yaşananları, hiçbir şeyden habersiz, mutlu mesut iPad’larımızda Angry Birds kuşlarını ordan oraya savurarak eğlenen biz bile duyduk! Gerektiği kadar olmasa da yankı uyandıran bu intihar haberlerinden Apple da biraz “rahatsız” olmuş ki, müşterilerine aralıksız ürün hazırlayan Foxconn’un bu işçilerin çalışma şartlarını düzelteceğini söylemiş. Ancak bugüne kadar konu ile ilgili pek de bir detaylı açıklama, ya da elle tutulur bir icraat olduğu söylenemez.
Göz alıcı olduğu kadar yanıltıcı birçok marka peşinden koşan insanları gördükçe insanlığın gittiği yönün ne kadar gerçekten uzak bir hal aldığına üzülmemek elde değil.
Bir evvelki gece arkadaşlarınızla çıktığınız eğlencede çektiğiniz fotoğrafları Facebook’ta paylaşırken, veya Angry Birds oynarken, dünyada sizden çok daha az şanslı bir milyon Asyalı çalışanın saatlerdir aç susuz ayakta çalışmaktan bitap bir şekilde bir sonraki telefonunuzun tuşlarını yerleştiriyor olduğunu düşünmek içinizi acıtmıyorsa, bir kere daha düşünün...
Düşünün, ve 2013’e girerken değerlerinizi bir daha gözden geçirin. Çünkü geleceğimizin sürdürülebilirliği tüketim çılgınlığında değil, doğaya ve insana değer katan girişimlerde saklı....
Çise Ünlüer (23 Aralık 2012)
ciseunluer@gmail.com
14/12/2012
Doğanın Mucizevi Gücü
Her hastalandığımızda iyileşme ümitleriyle aslında içlerinde ne olduğu hakkında hiçbir fikrimiz olmadan sarıldığımız ilaçlara ne kadar güveniyoruz? Hiç düşünmeden kullandığımız bu ilaçların içeriklerini ve yan etkilerini hiç okumayı denediniz mi? İddia ederim ki birazcık bilgilenseniz, eliniz bu ilaçlara, bir diğer deyişle “zehirlere”, hemen gitmeyecek. Özellikle hastalanan çocuklarınıza kendi hazırladığınız ilaçları vermek istemez misiniz? Hem de içinde ne olduğunu bilerek, tüm etkilerinin farkında olarak...
İşe hazırlaması gayet kolay olan öksürük pastilinden başlayabilirsiniz. İnternette biraz araştırma yaparak detaylı bilgi alabileceğiniz farklı tarifler var. Bunlardan biri biraz balı tencerede karıştırarak düşük ısıda kaynatmak ve kaynadıktan sonra küçük kalıplara yerleştirerek soğumaya bırakmak. Bu bala daha sonra kekik, tarçın, nane, veya zencefil gibi eklemeler yaparak da 1 yaşından büyük çocuğunuza sunabilirsiniz. Hastalık boyunca tahriş olmuş boğazlar için bire bir gelecek olan bir önerim daha var: C vitamini açısından zengin, doğal bir antibakteriyel ve antioksidan limon suyu, bal, ve sıcak su karışımı.
Mutfaktaki yeteneklerinize güveniyorsanız, tamamen doğada bulunan ürünlerden hazırlayabileceğiniz birçok farklı grip ılacı tarifini bulmak için biraz araştırma yapmak yeterli. Size zaman kazandırmak için biraz araştırma yaptım. Popüler olan tariflerden biri 1 su bardağı üzüm pekmezi ile karıştırılan ¼ bardak taze sıkılmış soğan suyu. Bu karışımı birer çorba kaşığı şeklinde günde üç kez içmek hastalığın kısa bir sürede ortadan kalkmasına ve normalden çok daha az sık tekrarlamasına neden oluyormuş.
Başlamışken devam edelim. Grip durumunda alınacak bir diğer ev yapımı “ilaç” kaynatılan bir bardak sütün içerisine adaçayını ufalayıp ekleyerek hazırlanıyor. Birkaç dakika bekletildikten sonra tüketilmeye hazır olan bu içeceği de gün boyunca 2-3 kez tüketmek gerekiyor. Bitkisel çözüm sunan bir diğer alternatif önceden kaynatılan suya birkaç gram ıhlamur yerleştirilerek ve kapağı kapatılarak biraz bekledikten sonra tüketilen ıhlamur çayı. Aynı işlemi biraz tarçın, zencefil, veya biberiye ile tekrarlamak da benzer yararları sağlayacaktır. Daha kapsamlı bir karışım için iki bardak su içerisine eklenecek birkaç gram ıhlamur ve kabukları ile doğranmış limon kaynatıldıktan sonra tüketilebilir.
Yararları saymakla bitmeyen limon suyu, kırmızı biber, sarmısak, zencefil, ve bal karışımının da kaynatılarak süzgeçten geçirdikten sonra sıcak olarak tüketmenin de yararlı olduğunu okumuştum. Kaybolan sağlığınızı hızlı bir şekilde geri getirmek için amaçlanan ve özellikle eczanelerde satılan öksürük ilaçlarından çok daha etkili olan bir başka tarifteki malzemeler ve hazırlanış şöyle: İki yemek kaşığı adaçayı, aynı miktarlarda taze kekik ve papatya, bir tatlı kaşığı rezene tohumu, yarım tatlı kaşığı toz zencefil, ve birkaç diş karanfil yarım saat boyunca dört bardak miktarında su içerisinde kaynatılıyor. Kaynadıktan sonra dört bardak yemek kaşığı bal ekleniyor ve en fazla üç ay içerisinde tüketiliyor. Bu karışımın harikalar yarattığını duymuştum, denemenizi tavsiye ederim.
Hastalık geldi geliyor ama henüz tam hasta değilseniz, yukarda bahsettiğimiz çayların yanında güçlü bir antioksidan olan sarmısağı çiğ olarak tüketebilir, hastalık gelmeden önüne geçebilirsiniz. Çiğ sarmısağı daha yenilebilir bir hale sokmak istiyorsanız, yanında bisküvi veya ekmek ile tüketebilirsiniz. Bu girişiminiz için vücudunuzun size teşekkür edeceğinden emin olun! Kan dolaşımını hızlandırarak kan hücrelerinin vücuttaki enfeksiyonla savaşmasına yardımcı olan kırmızı biberi sıcak bir su ile karıştırarak içmek de hastalığı engellemekte ve yenmekte yararlı olacaktır.
Aslında hepimizin bildiği ama yeri geldiğinde unuttuğumuz bir şey daha var: Tuzlu su ile gargara yapmak. Tuzun kurutucu özelliği ile boğazdaki rahatsız bir şişiklik yapan ekstra sıvıdan kurtulabilirsiniz. Öte yandan sinüsleri temizlemek ve göğüsteki tıkanıklığı çözmek için kullanabileceğiniz bir başka yöntem ise nane, karanfil, ve biberiyeyi bir tencerede kaynatarak burdan çıkan buharı içinize çekmek. Benzer yararı sıcak bir banyodan çıkan buhardan da elde edebilirsiniz.
Unutmayın ki ilaç şirketleri genelde çözüm değil, müşteri yaratır! Oysa tüm sorunlarımızın çözümü doğada mevcut!
Çise Ünlüer (16 Aralık 2012)
ciseunluer@gmail.com
07/12/2012
Hastalıksız Bir Kış İçin
Havanın gittikçe soğumasıyla akla gelen ilk soru soğuk kış aylarını nasıl hasta olmadan geçireceğimiz. Etrafa dağılmış ilaç şişeleri ve kağıt mendil kutularıdan uzak, zevkli bir kış mevsimi geçirmek aslında mümkün. Özellikle genelde vücuda yardımcı olurken birçok da zarar veren ilaçlar yerine daha doğal yöntemlerle sağlıklı bir kış geçirmek istiyorsanız, bu girişiminizde size yardımcı olacak birkaç öneriyi paylaşmak istiyorum.
Yıl boyunca eviniz, iş yeriniz, arkadaş ortamlarınız, süpermarketler ve toplu taşıma araçları gibi bulunduğunuz tüm ortamlardan hastalık gelebilir. Bunun önüne geçmek için atılacak birkaç basit adım var. Bunlardan en iyi bilineni, vücudumuzdaki toksinlerden kurtulmamıza yardımcı olabilecek bol bol su içmek. Solunum ve bağışıklık sistemlerini destekleyerek mikropların vücutta yerleşmesinin önüne geçiyor su içmek. Bu noktada, BPA’lı şişeler ve damacanalardan uzak durmak gerektiğini hatırlamakta yarar var. Her durumda cam şişelerde bekletilen içme sularını tercih etmek doğru olacaktır.
Yeterli sıvı alınımının yanında gerekli besinlerden de yarar sağlamak önemli. Detaya girmeden kısaca sıralaycak olursak, bezelye, portakal, havuç, ve çilek gibi bağışıklık sistemimizi güçlendiren; ve brokoli, karnıbahar, ve brüksel lahanası gibi bizi ciddi hastalıklardan koruma potansiyeline sahip gıdalara yönelebiliriz. Ve tabii bu yiyecekleri çiğ veya tercihe göre çok az pişirerek tüketmek en yararlısı. Çünkü uzun ısıya tabi tutulan yiyeceklerde bağışıklık sistemini destekleyici besinler kayboluyor. Özellikle gelişmekte olan çocukların günde beş öğün meyve ve sebze tüketmesi tavsiye ediliyor.
Kışın soğuk aylarında en güzel hazırlanacak yemeklerden biri farklı farklı çorbalar. Ama eliniz hemen hazır çorbalara uzanmasın, en güzeli evde kendi zevkinize göre hazırlayacağınız farklı farklı sebzeleri barındıranlar. Alınan gıdalarda bir diğer önemli nokta her türlü şekerden uzak durma. Hastalık yapıcı özelliği olan patojenlerin genelde şekerle beslendiğini ve uygun ortamı bulduklarında hastalıklara neden olabileceklerini unutmadan davranıp bu dönemlerde, ve de mümkünse her zaman, şekerli gıdaları tercih etmeyiniz.
O kadar çok sevdiğimiz halde çoğu zaman yeterli miktarda alamadığımız uykumuz aslında o kadar önem taşıyor ki, sağlıklı bir kış mevsimini konu alan bu yazıda değinmeden geçemeyeceğim. Uykusuzluk yaşadığımızda hücrelerimiz ölmeye ve bünyemiz hastalıklara açık olmaya başlıyor. Her ne kadar herkesin bünyesi farklı olduğundan bu konuda kesin bir tavsiye vermek biraz gereksiz olsa da, doktorlara göre bebeklerin günde ortalama 18 saat, çocukların 10, ve yetişkinlerin de 6-8 saat uyumaları öneriliyor.
Sağlıklı kalmak için hareket etmek isteyen hücrelerinizi yerinizde otururarak hareketsizlikle kısıtlamayın. Hangi alanda olursa olsun spor ya da daha basit egzersizlerle harekete geçin. Ve bunu yapmak için lütfen ne hafta başını, ne ay başını, ne de yeni yılı beklemeyin. Hayatınızı düzene koymak için şu andan daha iyi bir an olamaz.
Dışarıda hava her ne kadar soğuk olursa olsun evinizi havalandırmayı ihmal etmeyin. Evinizin her odasını mümkün oldukça havalandırmak, içeride birikmiş olan kirli havanın dışarıya çıkmasını mümkün kılar. Vakit geçirdiğiniz ortamlarda sıcaklığı düşürerek mikropların üremesine engel olabilirsiniz. Ama herşeyden önce temizliğe önem vermek gerekir. Evde ve dışarda gerçekleştirdiğiniz tüm aktivitelerden sonra ellerin yıkanması, ve genel olarak her noktanın hijyeninin mümkün oldukça sağlanması yararlı.
Temizlik ürünlerinin reklamlarında duyduğunuz iddialı açıklamaları unutun, çünkü genelde çoğu sadece reklamcılık tekniklerinden ibaret. İçerilerinde barındırdıkları kimyasallarla yarardan çok zarara neden olan bu ürünlerden uzak durunuz. Hatta evinizde kendi ürünlerinizi hazırlayabileceğiniz bir ortam yaratarak ve internetten yardım alarak, temizlerken zehirlenmemek için gerçekten basit ama bir o kadar etkili kendi temizlik formüllerinizi yaratabilirsiniz. Bunlardan en basiti, kapalı bir kabın içerisine koyacağınız sirke, portakal, limon veya herhangi bir turuçgilin kabuğunu iki hafta beklettikten sonra süzgeçten geçirmek ve 1:1 oranında su ekleyerek evinizdeki tüm yüzeylerde kullanmak. Bu karışım antibakteriyel olmakla birlikte, güzel kokar ve hiçbir tehlikeli kimyasal içermediğinden gönül rahatlığı ile kullanabilirsiniz.
Ailenizden birinin hasta olması evdeki tüm herkesin hasta olacağı anlamına gelmez. Hasta olan aile ferdinin diş fırçasını diğerlerinden ayırmak ve belirli aralıklarla tüm dış fırçalarını kaynar suda bekletmek zamanla bu fırçaların üzerinde biriken mikroplardan kurtulmanıza yardımcı olacak. Böyle durumlarda hapşırırken elleriniz yerine kağıt mendillerle ağız kısmını örtmek ve ortak kullanımda duran el havlularını üç günde bir yıkamak gerekir.
Çise Ünlüer (9 Aralık 2012)
ciseunluer@gmail.com
29/11/2012
Yeşil Aklama
Her ne kadar söylersek söyleyelim, adım adım dünyanın sonunu getirdiğini bildiğimiz halde önüne geçemediğimiz bir tüketim çılgınlığına kapılmış gidiyoruz. “Daha fazla alışveriş eşittir aha fazla mutluluk!” fikrini aşılayanların planı işe yaramış ki gereksiz yere inanılmaz derecelerde tüketim yapıyoruz. Arasıra ihtiyacımız olmayan ürünleri bile belki bir gün yeri gelir kullanırız fikriyle aldığımızı kim inkar edebilir ki?
Ama bugün konumuz daha önce birçok kez vurguladığımız tüketim çılgınlığı değil. Bu çılgınlığın yerlebir ettiği dünyada daha fazla kazanç için tüketicileri nasıl yanıltacağını şaşırmış şirketlerin reklam alanında vardıkları uç noktalardan birine değinmek istiyorum: Greenwashing
1970’lerde kök salmaya başlayan bir hareket olmasına rağmen daha yeni yeni duymaya başladığımız Greenwashing’in, dilimize direk çevrimi “yeşil yıkama” olsa da, bugün Türkçe gerçekleşen yeşil harketerlerde “yeşil aklama” şeklinde geçiyor. Biraz daha açacak olursak, çevre duyarlılığının reklam ve pazarlama malzemesi olarak kullanılması, bir diğer deyişle sahte çevrecilik anlamına geliyor Greenwashing. Eğer yazının geri kalanını okumadan anlama çabası içerisindeyseniz, hemen özetleyim: Şirket veya kamu kuruluşlarının bir şekilde çevre dostu oldukları ve doğaya karşı sorumluluklarının bilincinde olduklarını belirtmek için sundukları ürünlerin doğa dostu olduğu izlenimini yaratmaları!
İşin komik yanı bu şirketlerin çoğu zaman aslında hiç de doğa dostu olmamaları ve bu girişimleri tamamı ile bir reklam amacı ile gerçekleştirmeleri. Yani bir anlamda çevreye verdikleri saymakla bitmeyen zararları örtbas etmek ve karanlık yüzlerini saklamak için güya dünya için yaptıkları girişimleri vurgulamaya çalışma çabalarını açıklıyor Greenwashing terimi. Sadece yanıltıcı olan bu çabaların gerçekte çevreye ve yeşil yaşama hiçbir saygısı yok. Örneğin “yüzde yüz doğal”, “çevre dostu”, “katkısız” ve buna benzer birçok farklı şekilde lanse edilen ürünler, halkı yanlış yöneltmekten ileriye gitmeyen iddialardır. Bu yazı ile bu konudaki farkınladığınızı artırmak, markette elinizi uzattığınız ürünlerin üzerlerindeki yanıltıcı reklamları atlayarak, gerçek yüzlerini biraz daha iyi anlamanızı sağlamayı amaçlıyorum.
Bugün marketlerdeki çoğu ürünün ambalajında koca harflerle yazılı reklamların arasında muhakkak çevreye zarar verip vermediğini, ve tabii ki vermediğini, vurgulayan teknikleri görmek mümkün. Ekmek ambalajlarindan içtiğimiz suya kadar nerdeyse aldığımız tüm ürünlerin üzerinde çevreyi ve insan sağlığını ne kadar çok göz önünde bulundurarak hazırlandıklarına dair bir iddia var. Ne yazık ki her ne kadar da yalan olsa, tüketmeyi düşündüğümüz ürünlerin üzerinde “doğal” veya “katkısız” şeklindeki bildirimler, tüketicilerde psikolojik bir rahatlamaya ve yersiz bir güven duygusuna neden olabiliyor. Özellikle bu konuda yeteri kadar bilinçlenmemiş tüketicileri sahte iddialarla tamamı ile kafese düşürmek mümkün.
Günlük seçimlerimizde, bu ve benzeri yaklaşımları benimseyen firmaların ne kadar adil ve dürüst olduklarını sorgulamak şart. Örneğin reklamlarda gördüğümüz ve “100% çevre dostu” olduğu belirtilen araçların gerçekte nasıl 100% çevre dostu olabileceklerini hiç sorguladınız mı? Bir aracın 100% çevre dostu olması ne anlama geliyor? Şu an piyasadaki alternatiflerine göre hangi açılardan üstün ki bu araç çevre dostu ve onlar değil?
Artık reklamcılık öyle bir seviyede ki, televizyonda yeşil ormanların ve akarsuların arasından süzülerek geçen aracın nerdeyse benzin yerine su ile çalıştığına, doğaya bırakın zarar vermeyi, yararı bile olduğuna inanacağız! İşte bu ve bunun gibi örnekler Yeşil Aklama’nın iyi bir göstergesi. Günlük hayatta “doğal”, ve bazen sadece doğal değil “tamamen doğal”, “katkısız”, ve “doğa dostu” şeklinde geçen birçok ürüne, özellikle gıdalara temkinli yaklaşmakta yarar var.
Bugün sık sık karşılaştığımız bir diğer yanılgı ise gerçekte çevreye büyük zarar veren ürünlerin bu özellikleri görmezden gelinerek gayet gereksiz bir noktaya vurgu yapılması. Mesela bazı deodorant veya parfümlerin yenilenen ambalajları ile artık çevre dostu oldukları iddia ediliyor. Oysa bu ürünlerin doğaya verdikleri zararın yanında ambalajdaki bir iki milimetrelik incelme veya küçülmenin çevreye yapacağı “yarar” o kadar değersiz ki, bahsetmeye bile değmez. Bir de “100% doğa dostu” veya “100% geri dönüşümlü” ürünler var ki, bunların ne kadar büyük bir düzmece olduğundan bahsetmeye bile gerek görmüyorum.
Özetlemek gerekirse, daha az doğaya zarar verdiği imajı yaratılan bir ürüne kanıp, hem doğa hem kendiniz için son derece zararlı hammaddelerden üretilmiş ürünleri kullanıyor olabilirsiniz. Bu kadar önem taşıyan Greenwashing, ya da Türkçe’de geçtiği şekliyle Yeşil Aklama harketenin yeteri kadar vurgulanmadığı kesin. Ama tükettiğimiz gıdalardan, seyahat ederken kullandığımız araçlara kadar hayatımızı etkileyen tüm seçimlerimizde çevre duyarlılığını ön plana alarak bu alanda farklındalık yaratmak bizim elimizde. Lütfen öğrendiklerinizi günlük hayatta uygulayın, duymayanlara da anlatın.
Çise Ünlüer (2 Aralık 2012)
ciseunluer@gmail.com
25/11/2012
Yenilenebilir Enerji Girişimleri
Genelde büyük ölçekli projelere entegre edilen yenilenebilir enerji kaynakları, aslında kırsal ve yerleşimden uzak bölgelerde de kullanılabilir. İlgilenilen bölgenin enerjisi sağlanırken yapılacak ön hazırlığın parçası olarak bölgedeki enerji kaynakları iyice araştırılıp varolan kaynaklar iyi değerlendirilir. Her türlü endüstrinin en temel enerji tüketiminin elektrik enerjisi olduğunu düşünecek olursak, dünyadaki petrol, kömür, ve doğal gaz gibi sınırlı kaynaklar, endüstrilerin gelişmesi ile sürekli artan enerji ve yakıt talebini karşılayamaz bir hal almıştır. Bugün bu talebi biraz da olsa karşılamak için geliştirilmekte olan yenilenebilir enerji kaynaklarından hidroelektrik, dalga ve gelgit, ve okyanus enerjilerine değineceğiz.
Hidroelektrik enerjisi büyük ölçekli hidroelektrik barajları için kullanılan bir terim. Daha önce birkaç kez bahsettiğimiz gibi, ülkemizde de büyük sorun yaratan yağmur suları, planlı bir şekilde toplanarak enerjiye dönüştürülebilir. Buna en iyi örneklerden biri barajlara yerleştirilen türbinlerin akan su sayesinde dönmesi ve bu türbinlere bağlı jeneratörlerin elektrik üretmesi. Baraj kullanmadan akarsu veya okyanuslardan kinetik eneri elde eden barajsız hidro sistemler de mevcut. Üretilen elektriğin maliyeti düşük olmakla birlikte çevre kirliliğine neden olmaması, hidroelektriği çekici kılıyor. Ancak bu merkezlere yakın ortamlarda yaşayan insanların üzerinde çeşitli etkileri olabileceğinden eleştirilen hidroelektrik santralleri, dünyanın enerji ihtiyacının yaklaşık yüzde yirmi (20%)’sini karşılayacak kapasitede. Özellikle Norveç gibi ülkeler bugün enerji ihtiyaçlarının çok büyük bir kısmını hidroelektrik enerjisinden sağlıyor.
Bugüne kadar yakından incelemediğimiz geniş bir enerji potansiyeline sahip okyanuslar, dalga ve gelgit enerjisinden yararlanancak teknoloji ile buluşturuldukları zaman yüksek miktarlarda enerji üretebiliyorlar. Bu yenilenebilir enerji türü, isminden de anlaşılacağı gibi gelgit ve dalgalardan yararlanılarak, genellikle hareket eden veya bir noktaya bağlı olarak su yüzeyinde duran makineler yardımıyla toplanıyor. Ancak geliştirilmesi maliyetli olduğundan en azından yakın gelecekte bugün yaygın olarak kullanılan enerji türleri ile yarışması mümkün görünmüyor. ABD Enerji Bakanlığı tarafından yapılan bir çalışma, dünyadaki tüm sahillerde meydana gelen toplam dalga miktarının 3 milyon megavata kadar enerji üretebileceğini belirtiyor. Rüzgarlı sahillleri ile bilinen İskoçya, Avustralya, Kanada, ve Güney Afrika’daki belli noktalar gelgit ve dalga enerjisi için ideal.
Öte yandan, okyanus termal enerji dönüşümü kapsamında, okyanusun derinliğindeki sularla güneş tarafından ısınan yüzey suları arasındaki sıcaklık farkından yararlanarak elde edilen enerjiyi kullanmak da mümkün. Bu alanda yapılan tahminlere göre, okyanuslardan gelen güneş enerjisinin yüzde bir (1%)’inden daha azını kullanarak ABD’nin günlük enerji ihtiyacının 200 katından fazlasını karşılamak mümkün. Henüz araştırma seviyesinde olan bu enerjiye bağlı teknolojilerin ileride popüler olma ihtimali yüksek.
Yenilenebilir enerji yatırımlarında önemli bir rol oynayan bir başka etken ise geleneksel enerji kaynakları ile yapılacak olan kıyaslama. Bu kıyaslama kapsamında sermaye, işlem ve bakım, ve yakıt maliyetleri göz önünde bulundurulması gerekilen unsurların başında geliyor. Kırsal ve uzak yerlerde fosil yakıtlardan elde edilen enerjinin aktarımı ve dağıtımı zor ve pahalı olabileceğinden, bu yerel noktalarda yenilenebilir enerji kaynakları kullanılabilir. Yenilenebilir enerji sektörünün bir diğer getirisi ise sağladığı iş olanakları ile doğrudan yoksulluğun azalmasına katkı koyması. Bir de bugüne kadar devamlı elektrikle tanışmamış yerleşim yerlerine bu kaynağı ulaştırarak eğitim ve sağlık gibi önemli alanlara yaptığı katkıyı da unutmamak gerek!
Bu alanda verilecek en güzel örneklerden biri Kenya’da 12 ile 30 vat arasında elektrik üreten ve yılda 30,000’den fazla satılan küçük solar paneller. Tüm masrafı sadece 100 dolar olan bu fotovoltaik sistemler, normalde elektriğe ulaşımı olmayan Kenya halkının hayatında dönüm noktası halini aldı. Artık evlerinde gece karanlıkta oturmak zorunda kalmayan, şarj ettikleri cep telefonlarıyla yakınlarıyla haberleşebilen, ve çalıştırabildikleri küçük televizyonlar sayesinde dünyadan haber alan halk, ülkenin enerji şebekesine bağlanmak yerine her yıl giderek daha fazla güneş enerjisi kullanıyor.
Dünyada birçok gelişmiş ülke, halkının yenilenebilir enerji kaynaklarına yatırım yapması ve bu kaynaklardan yararlanmasını mümkün kılmak için cazip geri ödeme oranları, vergi destekleri, kısmi sigorta primi planları ve çeşitli geri ödemeler gibi birçok teşvik edici girişimde bulunuyor. Bu yardımlara ek olarak üretimi daha ucuz ve etkili yapabilmek için yapılan yenilenebilir teknoloji araştırmalarına çeşitli burslar da sağlanıyor. Yenilenebilir enerjinin tercih edilen pazar olmasına yardımcı olacak bu programlar sayesinde yenilenebilir enerji sektörünün gittikçe fosil yakıtların egemenliğini elinden alması ve yeni büyük endüstri olma potansiyeli ile özel yatırımcılar arasında güven kazanması kaçınılmaz.
Peki biz bu yarışta nerdeyiz? Ülkemizde yapılabilecek yenilenebilir enerji girişimleri hakkında yorumlarınızı paylaşmak ister misiniz? Sesinizi duyurmak için ciseunluer@gmail.com’a kısa bir e-posta göndermeniz yeterli.
Çise Ünlüer (25 Kasım 2012)
ciseunluer@gmail.com
16/11/2012
Doğadan Gelen Enerji
Geçtiğimiz hafta giriş yaptığımız yenilenebilir enerji, güneş veya dünyanın derinliklerinde oluşan ısı gibi kaynakları sürekli olarak yenilenen doğal süreçlerden elde edilir. Kaynağından elde edildiği şekilde doğrudan kullanılabilen (örneğin, güneş enerjisi ile çalışan aletler) veya enerjinin başka bir kullanışlı şekline dönüşütürülerek yararlanılabilen (örneğin, elektrik üretiminde kullanılan rüzgar türibinleri) yenilenebilir enerji türleri altında bugüne kadar güneş ve rüzgar enerjisinden bahsetmiştik. Bunlara ek olarak dalga ve gelgit, biyoyakıt ve biyokütle, jeotermal, hidrolik ve hidrojen enerji türleri de tartışmaya değecek kadar büyük önem taşıyor. Bir de okyanus akıntısı ve okyanuslardaki ısı etkisinden kaynaklanan yenilenebilir enerji kaynakları var. Bu kaynakların bazılarını elde etmek diğerlerine göre daha basit ve zahmetsiz olduğundan maliyetleri de daha düşüktür. Gelin yakından bakalım...
Yenilenebilir enerji kaynaklarından başta gelenlerden biri biyo (organik) yakıtlar. Fosilleşmiş organik maddelerden oluşan bu enerji kaynağı bitkilerden elde edilerek yakıta ve dolayısı ile enerjiye dönüşüyor. Günümüzde tohum, şeker ve sebze yağından ya da bunların karışımından elde edilmiş bioyakıtların kullanıldığı araçları dünyada yaygın olarak görmek mümkün.
Okula başlar başlamaz ilk ögrendiğimiz şeylerden biri bitkilerin ömürleri boyunca büyümek için fotosentez yaptığıdır. Bu süreç boyunca ortaya çıkan biyokütle doğrudan yakıt olarak veya biyoyakıtlar üretmek için kullanılılır. Tarımcılar tarafından üretilen biodizel, etanol, ve şeker kamışı, daha sonra içten yanmalı motorlar ve buhar kazanlarında kullanılır. Modern dizel araçlara da yapılabilecek çok küçük değişikliklerle bu araçlarda biodizel kullanmak mümkün. Biodizel kullanımı karbondioksit salınımını azaltmakla kalmaz, ayrıca karbonmonoksit ve birçok diğer kirleticilerin de emisyonunu büyük bir ölçüde azaltır.
Öte yandan etanol üretiminde mısır, mısır sapı, ve şeker pancarı kullanılır. E85 şeklinde adlandırılan yakıt içerisinde yüzde seksen beş (85%) etanol ve yüzde on beş (15%) benzin bulunur. Ford, Daimler Chrysler ve General Motors E85 benzin ve etanol karışımları kullanan “ensek yakıtlı” araba, kamyon ve minivanları üretmekte geç kalmadı. 1970’lerden beri ABD’den sonra dünyanın en büyük ikinci etanol üreticisi olan Brezilya’da artık sadece benzin kullanan hafif taşıt bulunmuyor. Bioetanol’a alternatif olarak geliştirilen biobutanol ise, yiyecek bazlı kaynaklardan üretilmediği ve etanola göre daha verimli olduğu için tercih edilmeye başlanıyor.
Genellikle ısı üretmek için doğrudan yanıcı yakıt olarak kullanılan katı biyokütlelerde akla ilk gelen katı atıklar veya odunlar. Çoğu biokütle çeşidi içerisinde enerji bulunur. Örneğin ineklerden elde edilen atık gübreler bile ineğin harcadığı asıl enerjinin üçte ikisini barındırır. Tabii unutmamak gerek ki, uzun yıllardır dünyanın her bir noktasında insanların ısınmak ve yemek yapmak gibi gereksinimlerini karşılamak için yaktıkları odun ve kömürler aslında küresel ısınmaya neden olduklarından, bu yakıtların kullanımı kontrol altına alınmalıdır.
Daha önce hiç bahsetmediğimiz bir yenilenebilir enerji türünden de bahsetmek istiyorum. Yeryüzünün kilometrelerce altındaki merkezinde bulunan erimiş kayalardan meydana gelen mağma kaynaklı jeotermal enerji, dünyadaki toplam enerji ihtiyacının yüzde bir (1%)’ini karşılıyor. Bu mağmadan çıkan ısı kuyular, yüzeydeki su kaynakları, veya kayalar vasıtası ile elde ediliyor.
Gelin bu işlemi biraz daha öğrenelim. Jeotermal kaynaklardan elektrik üretebilmek için yeraltındaki derin geçirgen kısımlara kuyular deliniyor. Herhangi bir sondajdan önce, jeotermal potansiyeli olan bölgelerin belirlenmesi için arama çalışmaları gerçekleştiriliyor. Bu çalışmalar sonucunda kuyular, hidrotermal güç kaynakları olarak görülen doğal sıcak su veya buhar içeren bölgelere yerleştiriliyor. Bugün piyasada “flash buhar”, “kuru buhar”, ve “ikili döngü” şeklinde adlandırılan üç farklı jeotermal elektrik santrali bulunuyor. Bu santrallerin türleri genellikle mevcut kaynak özelliklerine göre seçiliyor. Örneğin “flash buhar” türü santraller 182 Santigrat derecenin üzerindeki rezervuarlar için kullanılırken, “kuru buhar” yüksek basınca maruz kalan rezervuarlar, “ikili döngü” santralleri ise daha düşük sıcaklıktaki rezervuarlar için tercih ediliyor.
Çoğunlukla dünyanın merkezinden elde edilen jeotermal enerji bazı noktalarda diğerlerine göre yüzeye daha yakındır. Ancak jeotermal enerjiyi elde etmek için kurulması gereken tesisler oldukça masraflı olduğundan, jeotermal enerji gereken ilgiyi henüz görmedi. Bu enerjiden yararlanmayı bilen ABD, Filipinler, Meksika, İtalya, Japonya, ve Yeni Zelanda gibi ülkelerde jeotermal enerji ile ısıtılan sular binaları ısıtmak için pompalanıyor. California’nın San Francisco şehrinin 116 km kuzeyinde yer alan The Geysers, bugün dünya üzerinde 750 megavattan fazla üretim yapan en büyük jeotermal sitesidir.
Gelecek hafta yenilenebilir enerji yazı serisinin son kısmı olan hidroelektrik, dalga, gelgit, ve okyanus enerjilerine değineceğiz.
Çise Ünlüer (18 Kasım 2012)
ciseunluer@gmail.com
09/11/2012
Çoğu Bitti Azı Kaldı
Fosil yakıtlar, insanlık tarafından istismar edilerek kullanıldıklarından yakın gelecekte tamamen tükenme tehlikesi ile yüzleşiyor. Dünyada her yıl yaklaşık yüzde beş (5%) oranında artan enerji ihtiyacını karşılamak için gittikçe daha hızlı tüketilen fosil yakıt rezervlerinin, en iyimser tahminlerde bile 2030 yılına kadar büyük ölçüde tükenmesi ve ihtiyacı karşılayamaması bekleniyor. Petrol gibi günümüzde sıkça kullanılan kömürün şu anki rezervlerle 80 ile 100 yıl arası devam etmesi beklenirken, doğal gazın ise 100-120 yıllık bir ömrü olduğunu biliyor musunuz?
Fosil yakıt kullanımının zararları saymakla bitmez - neden oldukları yoğun hava kirliliğine ek olarak iklim değişikliğini de hızlandırdıkları kanıtlandı. Bu da her geçen yıl artan hava sıcaklıklarına ve birçok insanı canından ve evinden eden sel ve fırtına gibi doğal afetlere sebep oluyor. Bunun en yakın örneği geçtiğimiz hafta Karayipler’de Küba, Haiti, Bahamalar ve Jamaika gibi birçok ülkede büyük can ve mal kaybına neden olduktan sonra ABD’nin doğu kıyılarına da zarar veren Sandy Kasırgası.
Fotosentez gibi doğal dönüşümler atmosferdeki sera gazı birikimine ve neden oldukları sera etkisine engel olabilecek bir mekanizmayla çalışsa da, aşırı yakıt tüketimi karşısında yetersiz kaldıkları kesin. Tarihte yaşanan petrol krizlerinden ders alan ülkeler artık enerjide bağımsız hale gelmenin yöntemlerini arıyor. Bu arayışta öne çıkan yenilenebilir enerji kaynaklarına daha önce birçok kez değinmiş, bu kaynakların günümüzün ve gelecekti enerji talebini karşılamaktaki gittikçe artan önemini vurgulamıştık.
Kısa bir hatırlatma yapacak olursak, yenilenebilir enerji gücünü güneşten alarak hiç tükenmeyen ve çevreye zararı olmayan enerji çeşididir. Bu enerji kaynakları, sürekli devam eden süreçlerde varolan enerji akışından elde edildiklerinden, enerji kaynağından alınan enerjiye eşit oranda veya kaynağın tükenme hızından daha çabuk bir şekilde kendilerini yenileyebilmeleri özellikleri ile açıklanır.
Günümüzde dünyanın toplam enerji ihtiyacının yüzde yirmi (20%)’sinden az bir miktarını karşılayan yenilenebilir enerji kaynakları arasında en çok kullanılanlar biyokütle ve hidroelektrik. Tabii yılda yüzde otuz (30%)’luk bir oranla büyüyen rüzgar enerjisi ve yıllık üretimi 7000 megavata ulaşan güneş enerjisini de unutmamak gerek. Bu hafta güneş ve rüzgar enerjisini kısaca özetledikten sonra, hidrojen enerjisine değineceğiz. Önümüzdeki haftalarda ise bugün dünyada kullanılan diğer tüm yenilenebilir enerji kaynaklarını yakından inceleyeceğiz.
Fotovoltaik (PV) hücreleri kullanarak güneş ışığını elektriğe çeviren fotovoltaik paneller dünyanın birçok yerinde ev ve işyerlerinin çatılarına kuruluyor. Özellikle Almanya ve Amerika gibi gelişmiş ülkelerde geniş kitlelerin kullanımına uygun şekilde planlanan panellerin maliyetinin de gittikçe düşmesi, güneş enerjisinden elektrik üretimini gayet çekici kılıyor.
Daha önce bahsettiğimiz rüzgar enerjisini kullanarak üretilen enerji, fosil yakıtlara kıyaslandığında biraz daha yüksek fiyatlara olsa da, rüzgar enerjisi hidroelektrikten sonra ikinci en verimli enerji kaynağı olduğundan yıllık yüzde otuz (30%) gibi bir oranla artarak Avrupa’da yaygın olarak kullanılıyor. Şu an dünya üzerinde kurulu kapasitesi 100 gigavatı geçmiş olan rüzgar enerjisi alanında yapılan araştırmalar, bu enerjinin dünya çapında bugünkü küresel enerji üretiminin beş katı kadar yüksek olduğunu gösteriyor. Hava akışı ile çalıştırılabilen rüzgar türbinleri 600 kilovattan 5 megavata kadar enerji sağlayabiliyor. Bu türbinlerden elde edilen enerji rüzgar hızının küpüne denk geldiği için, rüzgar hızı arttıkça elde edilen enerji miktarında da artış gözlemleniyor.
Genellikle iki ya da üç kanatlı olan rüzgar türbinleri kıyılarda, açık denizlerde ve kuvvetli ve sürekli rüzgar alan açıklık alanlarda bulunuyor. Karaya göre yüzde doksan (90%) daha hızlı rüzgarların bulunduğu açık denizler daha fazla enerji üretimine neden olduklarından genelde tercih görüyor. Ancak yerleştirildikleri noktalardaki canlıların düzenini bozduklarından, çalıştıkları süre boyunca çıkardıkları sesin verdiği rahatsızlıktan ve çevredeki manzarayı bozduklarından dolayı eleştiri de aldıkları inkar edilemez.
Her ne kadar diğer yenilenebilir enerji kaynakları kadar yaygın bir şekilde kullanılmasa da, umut vaat eden bir yakıt olan hidrojen, özellikle çevreye zarar vermemesinden dolayı tercih ediliyor. Ancak henüz elde edilmesi işlemi boyunca harcanan yüksek enerji miktarı ve saklanması ve taşınması ile ilgili sorunlara kesin çözümler getirilmiş değil.
Önümüzdeki haftalarda 6 farklı yenilenebilir enerji kaynaklarından bahsedeceğiz.
Çise Ünlüer (11 Kasım 2012)
ciseunluer@gmail.com
03/11/2012
Sandy’nin Fendi Amerika’yı Yendi
Aslında bugün sizlere fosil yakıtların kullanımının kısa dönemli olduğundan ve bu yakıtların yerini alması beklenen yenilenebilir enerji kaynaklarından bahsetmeyi planlıyordum. Ancak Sandy’yi yakından yaşamış biri olarak bu deneyimi aktarmadan, bu doğa olayından derinden etkilenen insanların hayatlarının nasıl değiştiğine değinmeden geçemeyeceğim.
Geçtiğimiz haftasonu Karayipler’de Küba, Haiti, Porto Riko, Bahamalar ve Jamaika gibi birçok ülkede büyük can ve mal kaybına neden olduktan sonra Amerika’ya ulaşan ve hızı zaman zaman 175 kilometreyi bulan kasırga önce gittikçe güçlenen bir rüzgar şeklinde belli etti kendini. New York da dahil olmak üzere normalde insan kalabalığından adım atamayacağınız caddeler yavaş yavaş boşalmaya başladı. Cuma gününden itibaren kıyı bölgelerinde yaşayan insanların evlerinden çıkmaları ve kasırga boyunca güvende olabilecekleri sığınma noktalarına alınmaları sağlandı.
Ve Sandy başlayan haftasonu ile Amerika’nın doğu kıyısındaki eyaletleri etkisi altına almaya başladı. Evlerin çatıları uçtu, hatta bazı yerleşim yerleri güçlü kasırgaya dayanamayarak yerlebir oldu. Ağaçlar ve elektrik direkleri devrildi, dalgalanan deniz çoğu kıyılarda taştı ve birçok bölgeyi su bastı. Çıkan seller bazı noktalarda binaları ve köprüleri yuttu. Etkilenen bölgelerdeki havaalanları 72 saatten fazla kapatıldı, sular altında kalan New York metrosunun temizlenmesi günler aldı. Kasırganın etkisi ile New York ve New Jersey’de 6 milyon ev ve işyerine günler sonra bile hala daha elektrik ulaşmıyor.
Manhattan’ın en ünlü binalarından yüksekliği 443 metreyi bulan Empire State Binası’nın da içinde olduğu geniş bir bölgenin tamamı ile karanlıkta kaldığı an günlerce dünya medyasında geniş bir yer buldu. 17 eyalette 1600 kilometrelik alanda 50 milyondan fazla kişiyi etkiledi Sandy. Karayip ülkelerinde aldığı 69 cana, ABD’de 46 kişiyi daha ekledi. Tüm bunlar yetmedi, New York’ta Shell’e ait bir petrol rafinerisinde sızıntıya yol açan kasırga, 115 bin litre mazotun etrafa yayılmasına neden oldu. Şirket tarafından hemen temizlenmeye çalışılan bu mazotun doğa üzerine yarattığı kirliliğin hiçbir zaman tamamı ile ortadan kalkmayacağı kesin.
Biraz da ülke ekonomisi üzerineki etkilerinden bahsedecek olursak, Sandy’nin sadece New York’ta günlük 200 milyon dolarlık ekonomik faaliyet kaybına yol açtığı açıklandı. Kasırganın ABD genelinde yarattığı toplam hasarın miktarı ise 50 milyar doların üstünde. İster istemez finans piyasalarını da derinden etkileyen Sandy yüzünden New York ve Nasdaq borsalarında 27 yıl aradan sonra ilk kez kötü hava koşulları nedeniyle işlemler durduruldu. Borsanın hava şartları gibi nedenlerle çok nadir kapatıldığı ABD’de, en son benzeri bir olay 1985’teki Gloria Kasırgası ile yaşanmıştı. Bundan sonra 11 Eylül saldırılarından dolayı işlemlerine ara veren borsa, Sandy Kasırgası New York’u vurana kadar aralıksız işlem görmeye devam etti.
Bir de unutmadan, sadece Amerika değil tüm dünyayı yakından ilgilendiren başkanlık seçimlerinin hemen öncesi arkasında büyük bir yıkım bırakan Sandy’nın seçim çalışmalarını da yakından etkilediği inkar edilemez. Kasırgaya aldırmayan Cumhuriyetçi aday Mitt Romney, güney eyalterlerinde tüm hızıyla seçim çalışmalarına devam ederken, Demokrat aday Barack Obama çalışmalarına ara verdi ve New Jersey’den başlayarak felaket bölgelerini ziyaret etmeye özen gösterdi. Ülkenin seçim gündemini alt üst eden kasırganın özellikle doğu eyaletlerinde seçimlere katılımı yakından etkileyeceği inancı mevcut. Bu noktada oylarını posta yolu ile kullanan büyük bir seçmen oranının bulunduğunu düşünecek olursak, kasırga dolayısı ile özellikle yaşı ilerlemiş olan vatandaşların oy kullanmakta zorluklarla karşılacakları, ve dolayısı ile oy kullanım oranında düşüşler yaşanacağı düşünülüyor.
Gelelim ABD tarihinde derin bir iz bırakan Sandy Kasırgası’nın iklim değişikliği ile bağlantısına, başka bir deyişle, “büyük resme”. Gittikçe etkilerini daha güçlü hissettiğimiz küresel ısınmadan dolayı yükselen deniz seviyeleri, kasırgalara dönüşen sert rüzgarların meydana gelmesine neden oluyor. Her ne kadar olanlar karşısında bizi şaşırtacak ve haber manşetleri yaratacak kadar beklenmedik bir yıkım yaratsa da, yıllardır iklim değişikliklerini yakından inceleyen bilimcilerin öngördüğü bir ekisi oldu Sandy’nin. Hatta uzmanlara göre artık bu gibi kasırgaları geçmişte olduğu gibi 100 yıllık aralıklarla değil, her 2 ile 20 yıl arasında görmeye alışacağız.
Bilim dünyasında Sandy ve benzeri kasırgalar güçlerine ve neden oldukları zarara göre 5 ayrı kategoriye ayrılıyor. Buna göre, 1. kategoride saatte hızı 119-153 kilometreyi aşmayan ve binalara yok denecek kadar az zarar veren kasırgalardan; 5. kategoride neredeyse tüm binaların çatılarını uçurabilecek, tüm ağaç, trafik işaretleri ve müstakil evlerin tamamen yıkılmasına neden olabilecek, saatte hızı 250 kilometreyi geçen kasırgalara kadar ulaşmak mümkün. Amerika gibi altyapısı genel anlamda dünyanın çoğu ülkesine göre planlı bir şekilde tasarlanmış bir ülkede bu kadar etki yaratan Sandy Kasırgası’nın en hafif sayılabilecek 1. kategoriye ait olması, aslında ne kadar daha güçlü kasırgaların yaşanabileceğini ve insanın doğa karşısında ne kadar güçsüz olduğunu bir kez daha ortaya koyuyor.
Çise Ünlüer (4 Kasım 2012)
ciseunluer@gmail.com
26/10/2012
Bilinçli Beslenme
Özellikle çocukluk çağı kanserinin en önemli nedeninin tarım ilaçları olduğu konusunda hemfikir olan uzmanlar sebze ve meyvelerde kullanılan tarım ilaçlarının yanlış ve kontrolsüz kullanımına bağlı oluşan büyük tehlikeye dikkat çekiyor. Meyve ve sebzeleri tahta fırçasıyla saatlerce yıkasanız bile çoğu tarım ilacını çıkaramayacağınızı ve çaresizce tüketmek durumunda olacağınızı biliyor musunuz? Peki normalde insan ömrünün biyolojik olarak 120 olduğunu ancak kendimize verdiğimiz zararlardan dolayı bu 120 yıldan tavizler verdiğimizi?
Gelin gerçeklerle yüzleşelim: Tarım ilaçlarının en az sigara kadar kansere neden olduğunu ve dünyada 40 milyar dolarlık bir piyasaya sahip olan bu ilaçların çoğu kanserlerin oluşumunda büyük rol oynadığını artık biliyoruz. Birçok şehirde sadece toprağa bırakılan azot gübresinin yağmur suları ile yeraltı sularına karışması sonucu bugün kuyu sularının arsenikli olduğu da belirtiliyor.
Günlük gıda tüketimimizde gözardı edilmemesi gereken bir diğer nokta yüksek şeker kullanımı. Doktorlara göre bir insanın günlük hayatta şekere hiç ihtiyacı olmadığı gibi biz vücudumuzun tolere edebileceğinden dört kat fazla şeker tüketiyoruz. Gittikçe artan şeker tüketimin ne kadar tehlikeli boyutlarda olduğunu anlamak için 1700 yılında İngiltere'de kişi başına düşen yıllık şeker tüketimin 4 gram, bugün ise 70 kilo olduğunu bilmek yeter sanırım. Özet olarak kahvaltıda tükettiğimiz bal, reçel ve meyvelerdeki şekeri de unutmayarak günlük şeker tüketimimizi mümkün oldukça azaltmakta yarar var.
Önemini iyi bildiğimiz beslenmenin büyük bir kısmını oluşturan sebze ve meyvelerden mümkün olan en fazla yararı sağlamamız için bilmemiz gereken birkaç basit noktra var. Çünkü bilinçsizce tüketime hazırlanan bu gıdaların yararları kaybolarak, sadece karın doyuran bir madde haline gelmeleri mümkün. Örneğin, bazı sebzelerin uzun bir süre suda bekletilmesi veya farklı soslarla karıştırılmaları besin değerlerinin kaybolmasına neden oluyor. İçlerinde suda çözünen vitaminler bulunan sebze ve meyvelerin besin değerinden en yüksek oranda yararlanmak için bu gıdaları hızlı akan suyun altında yıkamamak gerekiyor. Aynı zamanda sebzeleri doğrayarak yıkamak yerine bütün halinde yıkamayı tercih ederek vitaminlerini koruyabiliriz. Yemek pişirimi boyunca tencere içerisinde mümkün olan en az miktarda suyu kullanmak da vitaminlerin korunmasında yardımcı olacaktır.
Sağlıklı beslenme yolunda atılacak en yararlı adımlardan biri tüm sebze ve meyveleri mümkün oldukça çiğ tüketmek. Pişirmek istesek bile mümkün oldukça kısa sürede ve diriliğini koruyacak şekilde pişirerek artan ısıyla kolayca kaybolan B ve C vitamini gibi vitaminlerin devamlılığını sağlayabiliriz. Özellikle ıspanak, brokoli, karnabahar, lahana, bamya, patlıcan ve kabak gibi sebzeleri en fazla 10 dakika pişirmek bu sebzelerden yarar sağlamamızı mümkün kılar. Büyük parçalar halinde pişirilen sebzeler küçüklere göre daha fazla alan yüzeyi barındırdığından büyük parçalarda vitamın kaybı daha az olur. Pişirildikleri süre boyunca tencerinin kapağını kapalı tutmak buharın kaybolmamasına, yemeğin pişme süresinin kısalmasına, ve dolayısı ile harcanan enerji miktarının azalmasına yardımcı olacağından tercih edilmelidir.
Pişirme işlemi sonrasında tencerede kalan pişirme sularını boşa dökmek yerine çorbalara, yemeklere, veya soslara ekleyerek bu yiyeceklerin besin değerini arttırabiliriz. Çoğu sebze ve meyvenin barındırdığı vitamin ve mineraller bu gıdaların kabuklarında bulunduğundan, bu gıdaları kabuklarını soymadan tüketmekte yarar var. Bir de yemek pişirmede kullanılan yağların uzun süre yüksek ısıya maruz kaldıkları zaman vücut için zararlı maddelerin oluşmasına neden olduklarını unutmamak gerek. Bu yağlarda pişirilen besinlerin yüksek sıcaklıkta kızartılarak tüketilmesi insan sağlığına zarar verdiğinden tercih edilmemelidir.
Son olarak, sık sık tüketmemiz gereken yoğurdun suyunun süzülmesi veya bekletme esnasında oluşan suyunun atılması vücutta önemli işlevleri olan vitamin B2 (riboflavin) kaybına neden olduğundan bu suyun ekmek mayalandırma, ve bisküvi, pasta ve çorba yapımında değerlendirilmesi sağlık açısından faydalı.
Çise Ünlüer (28 Ekim 2012)
ciseunluer@gmail.com
17/10/2012
Su Krizine Çare Denizler Değil
Dünyada popülaritesi gittikçe artan deniz suyu arıtma tesislerinin çevreye zarar verip vermediğini hiç düşündünüz mü? Her ne kadar da azalan miktarlarından dolayı nerdeyse her ülkenin yaşadığı su sorununa ilk bakışta dahiyane bir çözüm olarak görünse de, yoğun enerjiye ihtiyaç duyan arıtma sürecinin çevreye verdiği zarar gözardı edilecek gibi değil.
Tatlı suyun değerini bilmeyen yok. Bu değerin gittikçe artacağı da kesin. Özellikle yıllardır deniz suyunu arıtarak halkına sunan ülkelerin başında gelen Singapur, İspanya, ve İsrail bu işlemin dezavantajlarının fazlası ile farkında. Gerçekte iyi kalitede tatlı su elde edilebilen bir sistem olmasına rağmen çok fazla enerjiye ihtiyaç duyarak çalışan bu sistem, su krizinin kendini belli ettiği ilk zamanlarda en iyi çözüm yolu olarak görülmüş, ancak kısa sürede işin diğer yüzü de kendisini belli etmiştir.
Arıtma işlemleri genelde, suyun içindeki istenmeyen tüm minerallerin ayrıştırılmasını mümkün kılan bir filtre sistemine sahip ters ozmoz prensibi ile çalışıyor. Bu işlem sırasında tuzlu su arıtılırken uygulanan yüksek basınç ve enerji miktarı deniz suyundan tatlı su üretmenin ne kadar zahmetli bir iş olduğunun ilk göstergesi. Örneğin, bir metreküp tatlı su elde etmek için 3-4 kilovatsaat elektrik kullanılıyor. Bu yetmezmiş gibi nehir ve göl sularının arıtılmasına kıyaslandığı zaman tuzlu su arıtımı nerdeyse üç kat daha fazla karbondioksit salınımına neden oluyor. Tabii güneş enerjisi veya benzeri yenilenebilir bir enerji sistemi kullanıldığı zaman bu salınımın miktarını azaltmak mümkün.
Tuzlu su arıtımının olumsuz etkilerini biraz daha yakından inceleyecek olursak, yüksek karbondioksit salımının yanında, işlem boyunca geçirgenliği sağlayan zarlara yapışan organik madde ve bakteriler zamanla bu zarlardaki filtrelerin üzerinde toplanarak işlevlerini azaltıyor ve dolayısı ile bakım maliyetini artırıyor. Buna getirilen en etkili çözüm ise arıtma işlemi başlamadan suya belirli kimyasalları ekleyerek bu tip organik maddelerin zarlara yapışmasını engellemek. İşlem sonrasında doğaya bırakılan ve aralarında klor, hidroklorik asit ve hidrojen peroksitin de bulunduğu bu kimyasallar zamanla okyanuslara kadar ulaşarak buralardaki hayvan ve bitkileri zehirliyor.
Diyelim denizden tuzlu suyu aldık, arıttık, işlem boyunca eklenen kimyasalları da görmezden geldik, tatlı suyumuzu evimize kadar getirdik. Peki en başta suyun içinde bulunan tuza ne oldu? Arıtma işlemi sonunda ayrıştırılan tuzların nereye götürüldüğünü biliyor musunuz? Hemen söyleyelim, bu tuzlar çoğu zaman geri denize dökülüyor. Peki denizde belli bir tuz oranına alışarak yaşayan canlılar bu yoğun tuz oranına alışmakta ne gibi zorluklarla karşılaıyorlar hiç düşündük mü? Ani bir şekilde tuz oranı artan deniz suyundaki oksijen miktarının azalmasıyla buradaki canlıların boğulması kaçınılmaz oluyor. Güneş enerjisini ve organik besin maddelerini kullanarak daha yüksek enerji içeren moleküller meydana getiren mikroskopik bitkiler olan planktonlar da bu değişimden etkilenerek tüm gıda zincirine zarar veriyor. Bu duruma getirilen olası çözümlerden biri bu atık tuzu yaklaşık 1 kilometre yeraltına pompalayarak imha etmek. Ancak bu şekilde de yeraltı suları zarar görüyor.
Tuzlu su arıtımı ilk bakışta yaşadığımız su sorununa getirilecek mantıklı bir çözüm gibi görünse de, yüksek enerji kullanımı ve karbondioksit salınımı, işlem boyunca kullanılan zararlı kimyasallar, ve işlem sonucu ortaya çıkan atık tuzun denizdeki canlılar üzerindeki olumsuz etkileri gibi yukarıda bahsettiğimiz nedenlerden dolayı mümkün oldukça tercih edilmemelidir. Bunlar yetmezmiş gibi, arıtma işleminde kullanmak için okyanustan su alınımı yapılırken, araya birçok soyu tükenmekte olan canlı, ve bu canlıların yumurtaları da karışıyor. Ancak ne yazık ki, dünyanın birçok kurak bölgesinde, insan hayatının devamı için, tuzlu suyu arıtmaktan başka seçenek olmayabilir. İşte bu noktada, bu yönteme başvurmadan önce daha çevre dostu teknolojileri de göz önünde bulundurmak gerekiyor.
Çise Ünlüer (21 Ekim 2012)
ciseunluer@gmail.com
12/10/2012
Atıkların Değerlendirilmesi
Geçtiğimiz haftalarda atık malzemelerin yeniden değerlendirilmelerine değinmiş, bu maddelerden üretilen ürünlerin doğaya ve ülke ekonomilerine olan katkılarından bahsetmiştik.
Bu kategoriye girebilecek projelerden biri, kumaş üzerine elde baskı ve boyama yaparak, giyim, aksesuar ve dekorasyon amaçlı çeşitli tekstil ürünleri üreten “Kader Kısmet Atölyesi”nin çalışmaları. Genelde kentsel dönüşüm yüzünden göç etmek zorunda kalan Sulukuleli bayanlardan oluşan grup, bu insanlar için aynı zamanda geçim sağladıkları bir dayanışma grubu. İsteyen herkes, evlerinde birikmiş eski gazete kağıtlarını İstanbul’da yer alan 100% Ekolojik Pazarlara bırakarak bu kağıtların Kader Kısmet Atölyesi’ne ulaştırabiliyor.
Türkiye’deki İstanbul ve Ankara gibi büyük şehirlerde günde yaklaşık 20 bin ton evsel atığın üretildiğini biliyor muydunuz? Peki bu miktarın ülke genelinde 70 bin tonu bulduğunu? Bu şu anlama geliyor: Türkiye'de kişi başına günde bir kilogram atık düşüyor! Ülkemizde de bu durumun farklı olmadığını düşünecek olursak, atık yönetiminin ne kadar büyük bir önem taşıdığını anlayabiliriz.
Atık yönetiminden bahsetmişken... Dünyanın en büyük çöplüklerinen biri olan 34 yıllık Rio De Janeiro çöplüğünün kapatılması ve yerine geri dönüşüm merkezi konulması planlanıyor. Her gün yaklaşık 9000 ton çöpün eklendiği çöplüğün neden olduğu sera gazları ve kimyasal içeren sıvıların denize karışması yüzünden yıllar geçtike çöplüğün popülerliğini azalmış. Her ne kadar da güzel bir haber olsa da, çöplük çalıştığı süre boyunca geçimini burdaki çöpleri elle ayrıştırarak sağlayan 1700 kişinin evsiz kalacak olması düşündürücü.
Dünyanın en büyük ikinci ekonomisi olan Çin’de ise 2008 yılının ortalarından itibaren geçerli olan plastik torba yasağı sayesinde, 4.8 milyon ton petrol, 800 bin ton plastik ve 24 milyar adet poşet tüketiminden tasarruf edildi. Enerji ve kaynak tasarrufunda olumlu rol oynadığı düşünülen bu kurala göre, süpermarket, bakkal ve alışveriş merkezlerindeki mağazalarda ücretsiz poşet verilmesi ve 0.025 milimetreden ince plastik poşetlerin üretilmesi yasaklandı. Ülke genelinde tüm plastik poşetler ücret karşılığı isteyenlere verilirken, bu alanda fiyatlandırmaya gidilmesi müşterilerin büyük bir çoğunluğunun kendi kumaş veya karton çantalarını alışverişe giderken beraberlerinde getirmesini sağladığından ülkemizde de düşünülebilir.
Önemli üretim kapasitesine sahip olan elektrik ve elektronik eşya sanayisinin ürettiği aletlerin kullanım sonrası doğaya ve dolayısı ile insan sağlığına zarar vermeden saklanmaları önem taşıyan bir konu. Bilgisayar, monitör, televizyon, buzdolabı, çamaşır makinesi, ve cep telefonu gibi elektrikli ve elektronik eşyaların mümkün oldukça geri kazanılması ve geriye kalan parçalarının ise uygun yollarla elden çıkarılmasını sağlamak için Türkiye Çevre ve Şehircilik Bakanlığı himayesinde “Atık Elektrikli ve Elektronik Eşyaları Yönetmeliği” (AEEE) hazırladı. Büyük ev eşyaları, küçük ev aletleri, bilişim ve telekomünikasyon ekipmanları, tüketici ekipmanları, aydınlatma ekipmanları, elektrikli ve elektronik aletler, oyuncaklar, eğlence ve spor aletleri, tıbbi cihazlar, izleme ve kontrol aletleri, elektrik ampulleri ve evsel amaçlı kullanılan aydınlatma gereçlerini kapsayan yönetmeliğin geçmesiyle elektrikli ve elektronik eşyalarda kurşun (Pb), cıva (Hg), artı altı değerlikli krom (Cr6), polibromürlü bifeniller (PBB), polibromürlü difenil eterler (PBDE), ve kadmiyum (Cd)’un kullanılması yasaklandı. Bu maddeleri içeren atık malzemeleri belediyelerin kuracağı atık getirme merkezlerine veya bu ürünleri satan yerlere bırakarak eski elektronik eşyaları yeniden değerlendirilebilmeleri için gerekli yerlere ulaştırmak mümkün.
Yönetmeliğin geçerli olduğu günden itibaren, elektrikli ve elektronik eşyaların üretiminden elden çıkarılışlarına kadar geçirdikleri yolculukta çevre ve insan sağlığının korunması esas alınmış. Bu eşyaların toplanması, işlenmesi, geri kazanımı ve bertarafında üreticinin de sorumluluğunun yüksek olduğunu unutmayarak hazırlanan yönetmelik, atık elektrikli ve elektronik eşyaların diğer evsel veya başka atıklarla birlikte depolanmasını, ve alıcı ortama verilmesini ve bütün olarak yakılmasını engellemekle kalmıyor, tüketicilerin evsel elektronik atıklarını herhangi bir ücret talep edilmeden iade edilebileceği uygun toplama yerlerinin tahsis edilmesini öngörüyor. Toplanan atıklar çevre lisanslı tesislerde uygun teknolojiler kullanılarak işlenecek ve bu sayede yılda yaklaşık 20 ton yağ, 40 ton gaz, 200 ton kurşun, 400 ton civa ve 100 ton toner tozunun ortama yayılması engellenecek. Bunlara ek olarak, elektrikli ve elektronik eşya atıklarının içerisindeki değerli olan kısımların geri kazanılmasının da ülke ekonomisine pozitif bir etkisi olacağı kesin.
Çise Ünlüer (14 Ekim 2012)
ciseunluer@gmail.com
05/10/2012
GDO’nun Gerçek Yüzü
Geçtiğimiz hafta çevrenin ve doğal kaynakların korunması, enerji verimliliği ve tasarrufunun sağlanması, ve atık miktarının azaltılarak ekonominin iyileştirilmesini hedefleyen birçok projeden bahsettik. Ekonomik değeri sıfıra inen ve depolanmasından yok edilmesine kadar birçok sorun teşkil eden atıkların tekrar ekonomiye kazandırılması önemli olmasına rağmen ülkemizde yeterli ilgi görmeyen bir süreç.
Yüzde yirmi (20%)’sini pet şişe, karton, ve tenekeler gibi ambalajların oluşturduğu evsel atıkların kaynağında ayrılarak düzenli olarak toplanması gerekiyor. Atıkların kaynağında ayrılmasını sağlayarak bu güne kadar gayet verimli çalışan geri dönüşüm sistemlerini barındıran Avrupa ülkelerine yakından bakıldığında, halkın da kurulan sistemi sahiplendiği zaman başarı sağlandığı görülüyor. Türkiye Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın öncelikle İstanbul, Ankara, ve İzmir gibi büyük şehirlerde başlattığı bir çalışma kapsamında, evlerde biriken çöpler için “ikili toplama sistemi” şeklinde adlandırılan bir sistem kullanılacak. Buna göre, her eve dağıtılan sarı torbalara organik atıklar yerleştirilirken; karton, cam, ve plastik gibi atıklar da mavi torbalarda toplanarak geri dönüşüme gönderilecek. Aralarından geri dönüşümü mümkün olan tüm maddeler çıkarıldığında çöp depolama alanalarına giden miktarda büyük bir azalma olacağından zamanla yaşanan çöp alanları sorunlarının da giderileceği düşünülüyor. Bu proje sayesinde zamanla halkın da bilinçlenmesi ve belediyelerin de katılımıyla geri dönüşümün mümkün kılınması hedefleniyor.
Ülkemizde hergün artan hastalıkların esas kaynaklarından biri olduğuna inanılan tarım ilaçları üzerinde yapılan bir çalışmadan bahsetmek istiyorum. “Chlorpyrifosa”, meyve ve sebze gibi gıdalarda tarım ilacı olarak kullanılan bir madde. Bu ilaca yoğun bir şekilde maruz kalan 40 çocuğu 11 yıl boyunca izleyen bir araştırmaya göre, anne karnından itibaren bebeklerin önbeyin zararında küçülmeler, ilerleyen yaşlarda ise zihinsel yeteneklerinde çeşitli sorunlar gözlemleniyor. Beynin özellikle dikkat, duygu, dürtü kontrolü ve sosyal davranışlardan sorumlu bölgelerini çevreleyen zarın büzüştüğünü belirten çalışma, bu maddenin ayrıca çocukların beyninde cinsiyetle ilgili bölgelerde değişime neden olduğunu kaydetti. Beynin bazı bölümleri, normalde erkeklerde kadınlara göre daha büyük, bazıları ise daha küçük. Ancak bu ilaca maruz kalanlarda durum tamamen ters.
Tarım ilaçlarından bahsetmişken, GDO’lar hakkında yapılan ve sonuçları birkaç hafta önce açıklanan önemli bir araştırmadan bahsetmek istiyorum. Fransa’daki Caen Üniversitesi’nde yapılan ve Uluslararası “Food and Chemical Toxicology” dergisinde yayınlanan iki yıllık bir araştırmanın sonuçları, GDO’ların canlı sağlığı üzerindeki etkilerinin, bugüne kadar yapılan tüm kısa vadeli testlerden çok daha ciddi boyutlarda olduğunu gösterdi. Tüm dünyada büyük yankı uyandıran araştırma sonuçlarını tek cümlede özetlemek gerekirse: araştırma kapsamında GDO verilen klinik farelerinde çoklu organ büyümeleri, tümör ve kanser!
Biraz daha detaya girecek olursak, araştırmada genetiği değiştirilmiş mısırla beslenen farelerin daha genç öldüğü ve daha sık kansere yakalandığı tespit edilirken, bu tür mısırlarla beslenen dişi farelerin yüzde doksan üç (93%)'ünde meme tümörleri, erkek farelerin çoğunda ise böbrek ve karaciğer sorunlarına bağlı ölümler görüldü. Burda esas dikkat çekilmesi gereken bir diğer nokta araştırma süresi. Etkilerini anlamak için bugüne kadar hep üç ay gibi kısa süreli klinik testlerinden geçirilen GDO'ların zararlarının bu şekilde anlaşılamayacağı uzun süredir tartışılıyordu. Ancak çoğu ülkede sadece üç aylık klinik çalışmalarına dayandırılarak verilen GDO izinleri korkutucu boyutlarda. Çünkü son yapılan araştırmalara göre, dünyada GDO’lu tohum pazarının yüzde doksan (90%)’ını elinde tutan Amerikan şirketi Monsanto'nun ürettiği NK603 adıyla piyasaya sürülen genetiği değiştirilmiş mısır çeşidinin verildiği farelerde, 13. aydan itibarem tümör, kanser, organ büyümeleri gibi etkiler gayet net bir şekilde görülüyor. Yani GDO’ların gerçek etkisini anlamak için 3 ay gibi bir süre yeterli değil.
Bu araştırmadan sonra GDO'lu yemle beslenen tavuklara, ineklere mi üzülelim, yoksa onların ürünlerini tüketen insanlara mı üzülelim bilemiyoruz. İşin en korkunç yanı, ülkemize de ürünlerini gönderen Türkiye'de de bu mısır çeşidine ve bu çeşidi içeren dört melez genetiği değiştirilmiş mısıra geçtiğimiz Kasım ayında izin verilmiş olması. Umut ediyoruz ki GDO tartışması, son araştırmanın sonuçlarıyla başka bir evreye geçecek ve simdiye kadar gözü kapalı GDO’ları onaylayanların gözü açılacak. Yapılan bilimsel araştırma sonuçları ışığında, bu izinlerin hemen iptal edilip, ithalatlarının da acilen durudurulması gerekiyor. Aynı zamanda glifosat içeren, yani yabani ot ilaçlarına dayanıklı olması için geliştirilen GDO’lara verilen izinler de iptal edilmeli.
Çise Ünlüer (7 Ekim 2012)
ciseunluer@gmail.com
29/09/2012
Şişeler, Lastikler... Daha Neler Neler
Geri dönüşümde sınır tanımayan ülkeler hepimize örnek olurken, küçük adımlarla büyük etkiler yaratacak projeler aslında o kadar uzağımızda değil. Gelin bugün kullanım fazlası ekmeklerin, atık yağların, ömrünü tamamlamış lastiklerin, cam şişelerin ve plastik poşetlerin ne gibi projelerle yeninden değerlendirildiklerine, bazısı için “çöp” olan bu maddelerin başkalarının hayatını nasıl değiştirdiğine daha yakından bakalım.
Örneğin Giresun Belediyesi halkı sadece ihtiyacı olduğu kadar ekmek almaya teşvik etmenin yanında, kentin belirli bölgelerine yerleştirdiği ekmek toplama kutuları sayesinde israfın önlenmesinin önüne geçmekle kalmıyor, bayat ekmekleri ihtiyaç duyan hayvanların tüketimine sunuyor. Halkın da projeyi sahiplenmesi ile ekmeklerin çöpe gitmesi önlendi ve bayat ekmeklerin değerlendirileceği bir platform oluşturuldu. Benzeri bir projeden yararlabilecek hayvan barınakları ve hayvan yetiştiren halkın ülkemizde de var olduğu kesin.
Kullanım sonucu atık halini alan yağların çevre için büyük bir tehlike oluşturduğunu daha önce birçok kez belirtmiştik:1 litre atık yağ 1 milyon metreküp deniz suyunu kirletiyor! Bunun farkında olan Türkiye Çevre Yönetimi, 2005 yılında geçerli olan Bitkisel Atık Yağların Kontrolü Yönetmeliği kapsamında, marketler, alışveriş merkezleri, ve parklara yerleştirilecek atık yağ toplama cihazlarında kullanılmış bitkisel yağların toplanmasını sağlayacak. Yönetmeliğin çıktığı 2005 yılında 1000 ton civarı olan toplanan atık yağ miktarının bugün 10 bin tonu geçmesine rağmen bu miktar üretilen yağın sadece yüzde on (10%)’una denk geldiği için yeterli bulunmuyor. Esas olarak hazır yemek zincirinde büyük etki yaratabilecek olan bu girişim, özellikle kullanılmış yağda bulunan ve kanserojen etkisi olduğu bilinen polar madde oranını ülke genelindeki yüzde seksen beş (85%)’ten Avrupa’daki yüzde yirmi dört (24%) oranına indirmeyi amaçlıyor. Bitkisel Yağ Sanayicileri Derneği’nin toplamayı planladığı atık yağlar nüfusun yoğun olduğu noktalara yerleştirilecek toplama cihazlarında bir araya getirilerek bu yağların lavabolara dökülerek su kaynaklarını kirletmesinin önüne geçilecek. Bu sayede 2016 yılına kadar 20-30 bin ton atık yağın toplanması bekleniyor.
Atık yağ toplamada alkışlanılacak bir girişim de Çorum muhtarlıkları ve Çorum’da kimya hocası olarak görev yapan Erol Tonga’dan geldi. Tonga’nın fikrinden geliştirilen ve bugün Avrupa’ya da ihraç edilen Bitkisel Atık Yağ Toplama (BAYTOM) makineleri gelecek nesillere daha yaşanılabilir bir dünya bırakmak için kullanıma koyuldu. Bölgedeki tüm muhtarlıklara dağıtılan makineler sayesinde evlerinde atık yağ biriktiren halk, yağları bu makinelere bırakabiliyor. Bu şekilde toplanan atık yağlar biyogaz üretiminde kullanılmak üzere değerlendiriliyor.
Özellikle uzun yola çıkmadan dikkat edilmesi gerekilen bir nokta lastiklerin kalitesi ve gerekli güveni sağlayabilmeleri için düzenli kontrollerden geçmeleri. Türkiye Lastik Sanayicileri Derneği (LASDER), diş derinliği 1.6 mm’nin altına düşen ömrününü tamamlamış lastik (ÖTL)’leri toplayarak çevre ve ülke ekonomisine geri kazandırılmalarını sağlıyor. Bunu gerçekleştirmek için sürücülerin eski lastiklerini yeni lastik aldıkları yerlere bırakmaları yeterli. Geleceğe giden yolda daha aydınlık ve yeşil bir ülke yaratmayı hedefleyen LASDER, 2012 yılı toplama hedeflerine Temmuz ayı sonuna kadar topladığı 66 bin ton ÖTL sayesinde hızla ulaşıyor. Toplanan miktarın yüzde seksen (80%)’i malzeme geri kazanım sektörüne, yüzde yirmi (20%)’si ise enerji geri dönüşüm sektörüne yöneltiliyor.
Genelde etrafa atılı olarak gördüğümüz soda şişelerinin biraz çabayla gayet göz alıcı hediyelik eşyalara dönüşebileceğini hiç düşündünüz mü? Yaşadıkları yerlerde biriken atıklardan yararlanmayı başaran Amasyalı bayanlar, kullanılmış cam şişeleri yüksek dereceli fırınlarda eriterek düzleştirdikten sonra üzerine kentle özdeşleşmiş motifleri işleyerek bu malzemeleri yeniden değerlendiriyor. Bu sayede cam füzyon çalışmaları aracılığı ile atık maddelerin geri kazanımı mümkün kılınıyor, hem çevreye hem de bu el yapımı ürünler yabancı turistler tarafından büyük ilgi gördüğü için turizme de katkı sağlanılyor.
Şehir ve çevresindeki yaşam alanlarının atıkların toplandığı çöplüklerde esas sorunlardan biri bu çöplerin oluşturduğu, karbondioksitten 21 kat daha zararlı olan metan gazı. Ancak artık organik atıklardan elektrik ve ısı enerjisi üretmek mümkün. Her ne kadar da kısmen enerjiye dönüştürülebilse de, atık üretimini azaltmak hedeflerin en başında gelmesi gerekiyor. Toplam atık miktarının yüksek bir oranını oluşturan ve doğada yok olması 1000 yılı bulabilen tek kullanımlık plastik poşetlere vergi uygulanması gerektiğini düşünen İngiliz çevreciler, 2010 yılında 7.6 milyara ulaşan tek kullanımlık plastik poşet kullanımının gittikçe artmasından endişe duyuyor. Bu miktarı biraz olsun azaltmak için sivil toplum kuruluşlarından da destek alarak hükümetten plastik poşetlere ayrı bir vergi uygulamasını ve bu verginin sivil toplum kuruluşlarına bağışlanmasını istiyor.
Biraz çaba, ilham, ve doğa sevgisi ile değerlendirilemeyecek hiçbir atık yok!
Çise Ünlüer (30 Eylül 2012)
ciseunluer@gmail.com
21/09/2012
Güzelleşmenin Bedeli
Güzelleşmek isterken sağlığınızdan olmak istemiyorsanız bu yazı ilginizi çekebilir.
Dünyanın neresinde olursa olsun, tüm bayanların ortak ilgi alanlarından biri olan kozmetik konusunda yeterince kafa yorduğumuz kesin. Ancak acaba hergün vücudumuza temas eden bu maddeleri seçerken doğru noktalara yoğunlaşıyor muyuz? Bugün piyasada olan binlerce ürün arasından en güzel kokulusunu, cildi en pürüzsüz yapanını, saçları en çok parlatanı, ya da kırışıklıkları en iyi ortadan kaldıranı seçmeye çalışıyoruz. Bu süreç boyunca çoğu zaman sadece hayal satmaktan ileriye gitmeyen reklamlardan ya da kulaktan dolma bilgilerle yöneldiğimiz kozmetik ürünler, aslında birbirinden renkli ve dikkat çekici paketlerde sunulan türlü zehirden ibaret.
Bunun bir abartı olduğunu düşünenler için hemen kısa bir özet geçeyim: Aralarında ünlü markaların da bulunduğu parfüm, pudra, far, göz kalemi ve ruj gibi birçok üründe arsenik, kurşun, civa, nikel ve selenyum gibi gerçekten zararlı kimyasallar bulunuyor. İşin daha tehlikeli olan kısmı, dünyanın her yerinde yaygın bir şekilde kullanılan bu ürünlerin yeterince denetlenmemesi!
Aslında mantıklı bir şekilde düşünecek olursak, kendi seçimizle tükettiğimiz kozmetik ürünlerin herdeyse hiçbiri kullanmaya mecbur olduğumuz bir ilaç değil, “olmazsa olmaz” hiç değil! Bu yüzden mümkün olduğu kadar bu ürünlerden uzak durmakta yarar var. Özellikle genç yaşlarda başlanılan kozmetik ürün kullanımı ilerki yaşlarda tehlikeli sonuçlara neden olabilir.
Tehlikesini öğrendik, şimdi çözüm yollarından bahsedelim. Bu konuda en iyi çözüm bu ürünlerin bazılarından tamamen vazgeçmek olsa da, modern hayatta bunun çok da gerçekçi olmadığını biliyoruz. Çünkü daha parlak saçlar veya daha genç görünen bir cildi kim istemez ki? Ancak bu, kozmetik ürünlerine gözümüz kapalı güvenebileceğimiz anlamına gelmiyor.
Her konuda olduğu gibi bu alanda da atılacak ilk adım bilinçlenme. Tercih ettiğiniz kozmetik ürünlerinin içlerinde ne olduğunu muhakkak okuyun, tehlikeli olanlarını tespit edin. Elinizdeki üründe arayacağınız ilk özellik kokusuz olması. Çünkü unutmayın, bir ürünün kokusu ne kadar güzelse tehlikesi de o kadar yüksek olabilir. Kozmetik ürünlerin çoğunda “koku” diye geçen madde, yüzlerce farklı tehlikelerde kimyasal maddenin karıştırılmasından ortaya çıkıyor. Yani koklamaktan vazgeçemeyeceğiniz güzellikteki birçok krem, sabun, ve parfümler hormonal değişikliklere ve çeşitli alerjilere neden olan kimyasalları içeriyorlar.
Kozmetik ürünlerinde sıkça rastlanan ve kanserojen olduğu bilimsel olarak kanıtlanmış olan “phtalates” ve “parabenler” de dikkat edilmesi gerekenlerin başında geliyor. Nerdeyse tüm makyaj malzemeleri, kremler, saç spreyi ve şampuanlarda bulunan bu ürünler, hormon dengelerini bozarak kansere neden olmakla kalmıyor, gerçekte cildin erken yaşlanmasına bile neden olabiliyor.
Dikkat etmemiz gereken kimyasallar bunlarla sınırlı değil, ne yazık ki. Özellikle sert kimyasalların günlük hayatta kullanılan temizlik ürünlerine çevrilebilmesi ve insan cildinde rahatsızlığa neden olmaması için kullanılan “1,4 dioxan” vücutta zamanla birikerek ölümcül hastalıklara neden oluyor. Bu maddelerden korunmak için ürünlerin içindekiler listesini bilinçli şekilde okuyarak etoksilasyona işaret eden anahtar kelime veya kelime eklerini belirleyebiliriz. Bunlardan sonu “myreth/miret”, “oleth/olet” “laureth/lauret” veya genel olarak “eth/et” ile biten kelimeler, PEG, “polyethylene/polietilen”, “polyethylene glycol/polietilen glikol”, “polyoxyethylene/poli oksi etilen”, veya “oxynol/oksinol” şeklinde belirtilen içerikler, o ürünün 1,4 dioxan içerdiğinin göstergesi.
Gel gelelim “sodyum sülfat”a. Ürün içeriklerinde gördüğünüz “sodium laurly sulfate” (SLS) şeklinde geçen, ve dişmacunları ve şampuanlarda bulunan köpürtücü özelliğe sahip bu kimyasal, kanıtlanmış bir karsinojen olmasına rağmen halen kullanılmaktadır. Üzerlerinde “sülfatsızdır”, ya da “SLS free” (SLS yoktur) ibaresini gördüğünüz ürünleri tercih etmek bu kimyasaldan korunmak için iyi bir seçim olacaktır.
Son olarak son zamanlarda sıkça kullanılan anti-bakteriyel ürünler, dişmacunları, ve deodorantlarda bulunan “triclosan” gerçekte cilde zarar veren ve günlük kullanıma uygun olmayan bir madde olarak biliniyor. Günümüzde bu maddeyi içermeyen ve daha doğal seçimler sunan alternatif ürünleri tercih etmek mümkün.
Ürün seçimlerinde aklımızda bulundurmamız ve uzak durmamız gereken kimyasalları sıraladık: Koku, phtalates, parabenler, 1,4 dioxan, sodyum sülfat, ve triclosan. Mümkün oldukça doğal veya sertifikalı organik ürünlere yönelmek bu konuda alınacak en basit önlemlerden biri. Ülkemize de bu ürünlerin yaygın olarak getirilmesini ve mümkünse üretilmesini talep edelim.
Çise Ünlüer (23 Eylül 2012)
ciseunluer@gmail.com
13/09/2012
Örnek Yeşil Ofis
Yaşam alanlarımızdan sonra çalışma ortamlarımızı da daha “yeşil” yapmak bizim elimizde! Gelin yakın zamanda yeşil ofis uygulaması başlatarak bu alanda örnek olan İstanbul’daki Kanyon alışveriş merkezine daha yakından bakarak burada yapılan girişimleri kendi çalışma ortamımıza nasıl uygulayacağımızı inceleyelim.
Yeşil ofis uygulamasına geçme yolunda Türkiye’deki World Wide Fund for Nature (WWF)’den yardım alan ekip, iş yerinde çalışanların mevcut tüketim alışkanlıklarını öğrenmek ve daha yakından incelemek için “Ne kadar yeşilsiniz?” başlıklı bir anketi çalışanlarına sunuyor. Aynı anket hem getirilen yeşil ofis uygulaması öncesi hem de sonrası çalışanlara sunularak, çalışma ortamında devreye sokulan yeşil adımların ne kadar etkili oldukları ölçülüyor.
WWF’un sunduğu eğitim altında İklim Değişikliği ve Yaşayan Gezegen konulu eğitimlerden geçen çalışanlar öncelikle çalışma hayatlarındaki alışkanlıklarını değiştirmeye teşvik edildi. Örneğin, iş için çıkılan seyahatlerin tümünde mümkün oldukça doğa dostu otellere öncelik verildi. İş yerinde kullanılan tüm kırtasiye malzemeleri elden geçirilidi, doğa dostu olanlar tercih edildi. Ofis mutfaklarında kullanılan tüm plastik ürünler geri dönüşüme gönderildi, tek kullanımlık piller ise pil atık kutularına atılarak yerlerine ofislere alınan şarj aletleri ile kullanılabilen şarjlı piller tercih edildi.
Yeşil ofis uygulaması kapsamında devreye sokulan bir başka girişim ise yeni işe başlayan çalışanların ilk iş günlerinde WWF’ın evlat edinme programına bağışta bulunarak tercih ettikleri, türü tehlikede olan doğa canlılarından birini evlat edinme imkanı oldu. Bütün bu girişimleri ve daha fazlasını içeren yeşil kitaplık oluşturuldu. Bu çalışma sayesinde ortak kullanıma sunulan kitaplara ek olarak çalışanların da evlerinden getirdikleri kitapları birbirleriyle paylaşacakları bir ortam yaratıldı. Ülkemizde de sık kullanılan çiçek gönderme alışkanlığı ortadan kaldırıldı ve bunun yerine TEMA vakfına ağaç dikilmesi sağlandı. Böyle bir alışkanlığın bizde de devreye sokulması ile ne kadar geniş bir alanı yeşillendirebileceğimizi düşünün!
Ofisteki tüm ekibin doğada yok olması uzun yıllar sürerek çevre kirliliğinin en büyük nedenlerinden olan plastik poşetlerinden vazgeçmesini mümkün kılmak için özel hayatlarında da kullanabilecekleri bez torbalar verildi. Buna ek olarak, öğle yemeklerinde artan yemekler ya gübre olarak kullanılmak üzere ayrıldı ya da düzenli olarak toplanarak bölgedeki hayvan barınaklarına ulaştırıldı. Bu sayede bu barınaklarda yaşam süren hayvanların beslenmesi sağlandı, barınaklara destek olundu. Ülkemizde de çeşitli sorunlarla karşı karşıya kalan ve yeterli hizmeti sunmakta zorlanan hayvan barınaklarının çevredeki iş yerlerine hiçbir ek maliyeti olmayan böyle bir girişimden fazlası ile yararlanabileceklerini düşünüyorum.
İş yerindeki yüksek kağıt tüketimini de ele alan ekip, kullanılan kağıt miktarını azaltmak için yapılan tüm yazışmaları ve hazırlanan raporları elektronik ortama taşıyarak kağıt kullanımını en aza indirdi. Bunun yanında tüm evraklar ve kartvizitlerde geri dönüşümlü kağıtlara geçildi, ofis kullanımında olan tüm yazıcıların çift taraflı basım ve kopyalama sağlaması için gerekli ayarlar yapıldı. Yoğun kağıt tüketiminin olduğu mali işler süreçlerinde mobil imza uygulamasına geçildi; ortak kullanımda olan tüm sözleşme, plan ve proje çizimleri için elektronik veri yönetimi sistemleri devreye sokuldu. Tüm evrak süreçlerinde kullanılmış kağıt ve zarfların tekrar kullanılması teşvik edilerek tüketimin azaltılması sağlanıldı. Bu alışkanlıkların sürdürülebilirliğini sağlamak için tüm ekibe kağıt tasarrufu yöntemlerini öğreten eğitim verildi. Tüm bu tasarruf girişimlerinin sonunda yine de harcanan kağıt miktarını bir anlamda yerine koymak için TEMA vakfı aracılığı ile belirlenen alanlara ağaç dikimleri organize edildi.
Yeşil bir çalışma ortamının en önemli gereksinimlerinden birinin enerji tasarrufu olduğunu unutmayarak gün boyunca kullanılan tüm ofis cihazlarının enerji tasarruf modları aktif edildi ve enerji tasarrufu konusunda bilgilendirme sunumu yapıldı. Elektrik tüketimini azaltmak için iş yerlerinin boş olduğu zamanlarda havalandırma cihazları konfor sıcaklığının 3 derece altına düşürülerek normalden daha az bir kapasite ile çalıştırıldı. Mesai bitimiyle birlikte sistem aydınlatmaları otomatik olarak kapatıldı ve istenirse çalışan kişi tarafından manuel bir şekilde tekrar açılabilir hale getirildi. Bu sayede aydınlatmaların ihtiyaç dışı çalışmaması sağlandı.
Tüm bu önlemler sayesinde kurumdaki elektrik tüketiminde yılın ilk beş ayını geçen yıla oranla yüzde on iki (12%), kağıt tüketiminde ise yılın ilk beş ayına kıyasla yüzde yedi (7%)’lik bir tasarruf elde edildi. Yeşil ofislere olan ilgi şirketleri ekolojik binalar yapmaya yönlendirirken maliyetler yüksek görünse de, araştırmalara göre, çalışan verimliliğini artırmasıyla birlikte sağladığı tasarruflar sayesinde, bu yatırım üç buçuk yılda kendini karşılıyor.
Ülkemizdeki çalışma ortamlarında da yeşil ofislerde uygulan tasarruf ve iyileştirme programlarını görmek istiyoruz! Karbon emisyonu başta olmak üzere enerji tasarrufu, yenilenebilir kaynaklar, doğal kaynakların bilinçli kullanımı ve yaşam tarzının değiştirilmesi konusunda ofis çalışanlarında farkındalık yaratmak için çeşitli programlar hazırlanabilir. Bu programlar, katılımcı iş yerlerinin kaynaklarını sistematik bir şekilde değerlendirerek ilgili tasarruf kriterlerinin belirlenmesine ve bu çerçevede ofislerin kendi çevre yönetim sistemini yaratmalarına olanak sağlayabilir.
Çise Ünlüer (16 Eylül 2012)
ciseunluer@gmail.com
07/09/2012
Çalışma Ortamlarınızı Yeşillendirin
Kısaca bahsedecek olursak, barındırdıkları enerji ve su tüketimini azaltmaya yönelik sistemler; kullandıkları yenilenebilir enerji kaynakları, çevre dostu yapı malzemeleri ve yapım teknikleri; yapılan doğru yer seçimi, kullanıcı rahatlığına ilişkin aydınlatma, hava kalitesi gibi konuları içeren yeşil binalar sayesinde inşaat sektörünün doğal çevreye verdiği zarar azalıyor. Bu alandaki girişimlerden yeşil çatı uygulaması, yağmur sularının tekrardan kullanılmalarını mümkün kılarak kanalizasyon sisteminin yükünü azaltıyor. Alternatif enerji kaynaklarından, doğal ışıktan yararlanılıp enerji tasarrufu sağlanıyor. Yeşil katmanların güneş ışınlarını yansıtmaması nedeniyle sera etkisini oluşturan yansımalar azalıyor. Etkili yalıtım sistemleri ile ısıtma ve soğutma maliyeti ve karbondioksit salınımı azalıyor.
Artık tüm dünyada sıkça kullanılan “yeşil” yatırımlar sadece konut projelerinde değil çalışma ortamlarında da uygulanıyor. Doğal çevre ile uyumlu bir yapılanmayı sağlamak için kullanılan yeşil standartlardan BREEAM (Bina Araştırma Kuruluşu Çevresel Değerlendirme Metodu) ve LEED (Enerji ve Çevre Dostu Tasarımda Liderlik)’e olan talebin gittikçe artması, bu sektörün ne kadar hızlı büyüdüğünün bir göstergesi olarak kabul edilebilir. Bu standardların esas amacı binaların çevresel performansları için doğru kriterleri belirleyerek tarasrımcıları çevresel konulara karşı daha duyarlı hale getirmek ve binalarda çevre dostu ve enerji tasarrufu yapan uygulamaları desteklemek. Bunu sağlamak için, ürün geliştiricilerin, tasarımcıların ve kullanıcıların çevreyle dost binaları tercih ve talep etmeleri ve bu yönde bir piyasa oluşmasının sağlanması; toplum genelinde binaların küresel ısınma, asit yağmurları, ve ozon tabakasındaki incelme üzerindeki büyük etkisi konusunda farkındalığının yükseltilmesi; binaların çevreye olan uzun vadeli etkilerinin en aza indirilmesi; gün geçtikçe azalan su ve fosil yakıtlar gibi kaynakların kullanımının azaltılması; ve bina içerisindeki ortamın kalitesini ve kullanıcılara sunduğu konforunun artırılması teşvik ediliyor.
Yeşil ofis uygulamalarının tek katkısı doğaya değil. Uzun vadede sağladığı tasarrufa ek olarak, çalışma ortamlarında yeşil girişimleri gerçekleştiren çalışanların fiziksel ve ruhsal sağlığının yanısıra verimliliğinin de arttığı gözlemlendi. Bunların en basiti, çalıştıkları ortamlarda sağlanan temiz hava değişimi ve zehirli gaz salan mazlemelerin kullanımının engellenmesi ile artan ile iç hava kalitesi sayesinde çalışanların daha sağlıklı nefes alması. Aynı bina içerisinde sağlanan kuaför, banka, kafeterya, ve çocuk bakım salonu gibi çeşitli hizmetler sayesinde çalışanların ulaşım ihtiyacı mümkün oldukça ortadan kaldırılıyor, bu sayede hem yakıt hem de zaman kazanılıyor.
Çalışma ortamlarımızı daha yeşil yapmak için atacağımız adımlar düşündüğümüzden çok daha basit. Yeşil bir ofis içerisinde uluslararası termal konfor standartlarına uyularak ısıtma ve soğutma tasarımı yapılabilir ve binaya giren gün ışığı miktarı sensörler vasıtasıyla ölçülüp aydınlatma sistemlerinin buna bağlı olarak kısılmasıyla aydınlatma otomasyonu sağlanabilir. Uzun süre güneş görmeyenlerin depresyon tehlikesiyle karşılaştığını unutmayarak, özellikle iç mekanlarda mümkün olan en fazla güneş ışığı alınmalıdır. Aynı zamanda, ofisler her çalışanın dış mekan ve ortamları görebileceği şekilde tasarlanabilir. Bu süreçte, inşaatta kullanılan boya gibi malzemelerin insan sağlığına zararlı maddeler içermemesine de dikkat edilmelidir.
Uzmanlara göre yakın gelecekte yeşil tasarım, bu konuyla ilgili her profesyonelin benimsediği bir kavram olarak yer alacak. Bu alanda yatırım yapanların esas merak ettiği nokta ise yeşil tasarımın maliyeti. Ekolojik malzeme ve sistemler halen üretim ekonomisini yakalamadıklarından yeşil yatırımlar ilk bakışta yüksek maliyetli olarak görünseler de, bu alanda işletme maliyetinden kazanılan tasarrufla bu masrafları kısa bir sürede karşılamak mümkün.
Henüz Kıbrıs’ta yeşil binalar konusunda ciddi anlamda bir girişim olmasa da, Türkiye’de çevreci özellikleriyle LEED sertifikasını almaya hak kazanan Unilever Türkiye yeşil ofisi, tasarım sürecinde enerji ve su verimliliği, çalışanların sağlığı ve mutluluğu gibi konular üzerinde yoğunlaşarak doğal kaynakların kullanımı esasına göre tasarlanmış. Bu doğrultuda bina, gün ışığını azami kullanan, güneş enerjisinden faydalanan, aydınlatma ve diğer alanlarda hem verimli hem de düşük enerji kullanımı sağlayan ekipmanlarla donatılmış. Yağmur suyunun depolanması, yüksek izolasyon değerleriyle enerji kullanımının düşürülmesi ve kağıtsız ofis konsepti de binanın dikkat çeken özellikleri arasında yer alıyor.
Yeşil ofis tasarımları sayesinde, zamanımızın büyük kısmını geçirdiğimiz iş yerlerinde bir yandan tüketimimizi azaltıp kurumumuzun doğa üzerindeki baskısını hafifletebilir, bir yandan da tasarruf yapabiliriz. Çevre dostu tercihler yapmaları konusunda cesaretlendirilen çalışanlar, hayatlarının her noktasında daha fazla tasarruf yapacakları şekilde yönlendiriliyor. Bu anlamda iş yerleri için bir tasarruf mekanizması oluşturularak, doğal kaynakların sürdürülebilir kullanımına bireysel katkıda bulunulması sağlanıyor.
Özetlemek gerekirse, yeşil ofis programları yardımı ile hem iş yerimiz hem de doğa, ve dolayısı ile insanlık kȃrlı çıkar!
Çise Ünlüer (9 Eylül 2012)
ciseunluer@gmail.com
15/08/2012
Kültürlerin Birleştiği Nokta: Malezya
Bugün sizlere Malezya ve ülkenin güneyindeki yarımadasında yer alan Johor bölgesinin başkenti Johor Bahru, veya kısa adıyla JB’den bahsetmek istiyorum. Bu yazı, ülkenin kültüründen, halkın inanış ve yaşam şekline kadar farklı alanlarda Malezya halkını tanımamıza yardımcı olacak.
Yaklaşık 1 milyonluk nüfusu ile Johor Bahru ülkenin başkenti Kuala Lumpur’dan sonra Malezya’nın ikinci büyük şehri. Ramazan ayında ziyaret etme fırsatını yakaladığım şehir güney Malezya’nın endüstri, turizm, ve ticaret merkezi olarak biliniyor. 1855 yılında Sultan Abu Bakar tarafından kurulmuş. Kurulduğu zaman sadece küçük bir balıkçı köyü olan Johor Bahru’nun o zamanlardaki ismi Tanjung Puteri olarak geçiyor. Her geçen yıl biraz daha büyüyen Johor, 1990’ların başlarında şehir olarak kabul edilmiş.
Kuzeyde Tayland, güneyde Singapur ve Endonezya ile komşu olan Malezya’dan biraz bahsedecek olursak.... Asya’nın güneydoğusunda bulunan Malezya Federasyonu önceleri Singapur ve Saravakve Sabah (eski Kuzey Borneo)'ın birleşmesi ile oluşuyordu. Ancak 1965 yılında Singapur’un bu federasyondan ayrılıp kendi yönetimini ele alması ile bugün halen geçerli olan dengeler değişti.
Ülke coğrafi yönden Batı Malezya ve Doğu Malezya olmak üzere 2 bölgeye ayrılır. Barındırdığı farklı kültür ve dinlerden gelen insanların bir arada yaşadığı Malezya’da en önemli ve resmi din toplumun yarısının inandığı Müslümanlık. Nüfusun yaklaşık yarısını oluşturan müslüman Malaylar eğitim, iş dünyası, ve kamu alanlarında ülkedeki diğer etnik guruplara göre daha ayrıcalıklı. Ancak bu ayrıcalık herhangi bir nedenden dolayı dinini değiştirmeye karar veren müslümanlardan hemen geri alınıyor.
Ülkenin ikinci büyük etnik gurubu olan Budist Çinliler ise yaklaşık yüzde kırk (40%)’lık bir nüfus yoğunluğuna sahip olduklarından ülkenin ekonomisinde ve yönetiminde önemli yere sahipler. Toplam nüfusun gerisi Hindistanlı, Cavalılar, Minangkabululular, Samalar, Melunlar ve Güney Asyalılar’dan oluşuyor. Bu toplulukların büyük bir çoğunluğu da İslam dinine mensup.
1957’de İslam’ın resmi dil olarak kabul edilmesiyle anayasal monarşiyle yönetilen Malezya’da Sultan aynı zamanda dini lider ve başkomutan olarak kabul ediliyor. Ülkedeki sivil mahkemelere ek olarak şeriat mahkemeleri de hukuk sisteminde yer alıyor. Johor Bahru gibi konfederasyonu oluşturan tüm federal eyaletler ise krallıkla yönetiliyor. Ülkenin kralı ise bu 13 eyaletin bir araya gelmesi ile oluşan sultanlar konseyi tarafından seçiliyor ve 5 yıl görev yapıyor.
Malezya’nın yargı sistemi çok hukuklu bir düzene dayandığından halkın dini inançlarına göre yargılandıkları mahkemeler de değişiyor. Örneğin Malay ve diğer tüm Müslümanların aile ve din ile ilgili davalarana şeriat mahkemeleri bakıyor. Bu durumda halkın bu kısmının evlenme ve boşanmalarında da şeriat mahkemesinde alınan kararlar geçerli sayılıyor. Ancak bu mahkemelerde alınan kararlar için sivil mahkemede temyize gitmek mümkün değil. Öte yandan müslüman olmayan Çinli ve Hintli halkın tüm davalarına kamu mahkemeleri bakıyor.
Ülkede yaşanan ırk ayrımcılığının bir diğer örnegi sadece Malaylar arasından çıkabilen ve birinci sınıf vatandaş olarak sayılan Bumiputralar. Bumiputra “toprağın oğlu” anlamına geliyor. Sadece Malay eyalet sultanları ve üst düzey din adamlarıdan oluşan bu grup üyeleri, güneydoğu Asya’nın en yerli halklarından olduklarından dolayı vergi ödemiyor ve çocuklarını sınavlara girmeden ülkedeki üniversitelere gönderebiliyor. Tabii ülkedeki Çinli ve Hintli azınlıkların bu konuda tam olarak hemfikir oldukları söylenemez. Hatta yapılan bu ayrımcılıklardan çok rahatsız olan azınlıkların da bulunduğu bilinen bir gerçek.
Johor Bahru’yu ziyaret ederken tam olarak ne beklediğinizi bilemiyorsunuz. Başka şehirlerde olduğu gibi alışveriş ve benzeri aktiviteler için güzel mekanları barındıran şehir aslında tam anlamıyla bir kültür sentezi. Özellikle geceleri kurulan pazarlar ülkeye özgün Laksa’ya ek olarak köri ve hindistan cevizinden yapılmış çeşitli yemekleri tadabileceğiniz tezgahlar ve aklınıza gelebilecek her türlü malzemeyi satın alabileceğiniz mekanlar.
Malezya’nın güneyinde bulunan Johor Bahru bölgesinde sıcaklık yıl boyu pek değişmeyen 31-33˚C civarında. Genelde kendi ülkelerinden alışveriş ve uygun fiyatlara eğlence için Singapur’dan gelen turistlerle dolu Johor Bahru. Singapur ve Johor Bahru arasında sıkı bir ekonomik ilişki bulunuyor. Hatta Singapur’da çalışıp ev fiyatları daha ucuz olduğu için Johor Bahru’da yaşayan yüzlerce insan her gün işe gitmek için sınırdan geçiyor. Bunun esas nedenlerinden biri Malezya Ringgit’i karşısında Singapur Doları’nın 2.5 kat daha değerli olması.
Singapur’dan suyun üzerine kurulmuş altı şerit ve bir tren yolunu barındıran Johor-Singapur geçitiyle yarım saatten az bir sürede kolayca ulaşılabilen Johor Bahru’nun en güzel yanlarından biri bölgede yaşayan halkın çeşitliliği. İlk adımınızda göze çarpan renkli bir insan profili mevcut. Johor Bahru’da toplumun büyük bir çoğunluğunu farklı etnik kökenlerden gelen Malay (44%), Çinli (42%), ve Hindistanlı (10%) halk oluşturuyor. Yürüdüğünüz aynı yolda yan yana duran bir cami, kilise, ve Budist tapınağı görmek mümkün. Durum bu olunca insan sormadan edemiyor: Bu kadar farklı inançlara sahip insanların aynı ortamda yaşaması, benzer kurallar altında yönetilmesi herhangi bir soruna nasıl neden olmaz?
Sorunun cevabı ülkede uygulanan katı kurallarda saklı! Genelde tüm konularda sert bir yaklaşım benimseyen Malezya yönetimi, özellikle ırkçılık içeren konularda hiçbir taviz vermiyor. Örneğin senelerdir birlikte yaşayan bu insanların ırkçılığı destekleyen bir sözü veya hareketi sorgusuz sualsiz, yani hiçbir yargıya tabi tutulmadan hapis cezasıyla cezalandırılıyor. Ülkede yaşayan herhangi bir grubu rahatsız edecek şekilde ırkçı yorum veya davranışlarda bulunan insanlar en az altı sene hapis yatmak durumunda. Durum böyle olunca kimse kimseyi rahatsız etmiyor, herkes birbirinin inanç ve geleneklerine saygı duyuyor ve bu şekilde ülkede barış ve huzur kolaylıkla sağlanıyor.
Toplumun yüzde altmış (60%)’ını oluşturan Malaylar müslüman olduğu için ülkede genelde dini yönetim mevcut. Daha çok halkın müslüman olan kısmına yönelik uyarlanan kurallar günlük hayatta bazı limitlemer getiriyor. Örneğin ülkedeki parklar ve diğer yeşil alanlarda çiftlerin birlikte vakit geçirmesine izin verilmiyor. Özellikle evli olmayan çiftleri hedef alan bu kurallar altında birlikte vakit geçiren herhangi bir çift etrafta dolaşan İslam polisi tarafından uyarılıyor. Bu uyarı sonrasında çiftlere iki seçenek sunuluyor: Hapis veya evlilik! Ve hapse gitmek istemeyen tüm çiftler hemen o gün evlenmek durumunda kalıyor.
Bu neden dışarıda yan yana veya el ele yürüyen tüm çiftler yanlarından evli olduklarına dair belgeleri eksik etmiyor. Ramazan gibi oruç tutulan zamanlarda da müslümanların dışarıda, yani başkalarının görebileceği ortamlarda yemek yemeleri yasak. Böyle durumlarda yakalanan insanar yine polis tarafından götürülüyor. Tabii bu kurallar çoğu zaman halkın müslüman olan çoğunluğuna uygulandığından, turistler ve diğer dinleri benimsemiş olan Çinli halk bir bakıma daha rahat çünkü İslam kuralları onlar için geçerli değil.
Ramazan ayında ziyaret ettiğim Johor Bahru’da da bunu kolaylıkla görebiliyorsunuz. Tüm müslümanların oruç tuttuğu öğle vaktinde yemek için gittiğim tüm restoranlarda Çinliler büyük bir iştahla yemek yerken etrafta bir tane Malay görmek zor. Güneş batımına yakın hareketlenen şehirde gün boyu oruç tutan halkın yavaş yavaş iftara hazırlandığını görüyorsunuz. İnsanlar açık havada yol kenarlarında birlikte iftar açmak isteyenler için hazırlanmış yemek alanlarında toplanmaya başlıyor, yemekler hazırlanıyor. Ve vakti geldiğinde tüm insanlar hep birlikte yemek yemeye başlıyor. Tüm gün bu anı düşünerek yaşayanlar tanıdıkları ve tanımadıkları insanlardan oluşan gruplarla sokak kenarlarındaki büyük masalara yayılarak yemek yerken şehirde gün boyu olmayan bir rahatlama yaşanıyor. Yemek boyunca herkes konuşmak yerine masaların etrafına kurulmuş büyük ekranlardan olimpiyat müsabakalarını seyrediyor, ve arada çıkan tezehürat seslerinden başka bir gürültü duyulmuyor.
Tam olarak ne kadar hijyenik oldukları belli olmasa da bu ortamlarda yemek yemek Malezya’nın kozmopolitan kültürünü anlamak için güzel bir fırsat. Yemekleri hazırlayan Hindistanlı ve Çinli vatandaşların tüm gün oruç tutan Malayların karınlarını doyurabilmesi için ordan oraya koşuşturması ülkedeki farklı etnik gruplar arasındaki uyumun güzel bir örneği. Özellikle geleneksel yemeklerin açık büfeler halinde sunulduğu bu ortamlarda 5 TL’den az bir fiyata rahatlıkla doyabiliyorsunuz.
Malezya’da en büyük geçmişi olan Malayların hayata bakış açıları bize benzediğinden Johor Bahru’da yaşayan halkın davranışlarını benimsemek çok da zor olmuyor. Yıl boyu yüzleşmek durumunda kaldıkları tropik mevsimin bir getirisi olan sıcak hava yüzünden çoğu konuda fazla rahat davranan Malaylar fırsat buldukları zaman çalışmak yerine dinlenmeyi tercih ediyorlar. Johor Bahru’lu bir arkadaşım bu durumu komik bir dille anlatıyor: “Malaylar tembelliklerinden hırsızlık bile yapmaya yeltenmiyorlar diye evlerin genelde kapıları rahatlıkla açık bırakılabiliyor!”.
Ancak ülkede yaşayan diğer etnik grupların büyük bir çoğunluğu eskiden kendi ülkelerinde ekonomik güçlüklerle savaşan ailelerden geldikleri için çalışmanın önemini iyi biliyor. Özellikle paraya ve maddi varlığa önem veren Çinli halk gayet zor koşullarda uzun saatler çalışabildikleri için herkesten daha fazla para kazanıyor. Zamanla Malezya’ya yerleşen Çinlilerin sayısı arttıkça ülke yönetimindeki etkileri ve ekonomiye katkıları da gözardı edilemeyecek bir miktarda artıyor. Artık ülke politikasında da rol oynayan Çinli Malezyalıları farklı yönetim pozisyonlarda da görmek mümkün. Hangi Malay’a sorarsanız sorun, Çinliler, parayı önemseyen ve dolayısı ile hırslı ve çalışkan bir millet olarak tanımlanır. Durum böyle olunca zamanla güçlenen Çinli Malezya halkı gittikçe Malaylara ait olan toprakları ve işyerlerini ele geçirmeye başladı, Malayların eskiden atalarına ait olan topraklarda işçi durumuna gelmesine neden oldu. Malayların fakirleşmesinin önüne geçmek isteyen ülke yönetimi çeşitli yardımları sadece bu grubun yararlanacağı şekilde sunuyor. Örneğin devlet, ev sahibi olmak isteyen Malaylara yüzde on (10%) civarında yardım yapıyor, yurtdışında okumak isteyen Malaylara da karşılıksız burs veriyor. Bu nedenle Amerika veya İngiltere’nin en iyi okullarında devletleri tarafından destek gören kalabalık Malezyalı öğrenci gruplarını görmek mümkün.
Sınırı olan Singapur’da satılan ev ürünlerini çok daha uygun fiyatlara bulabileceğiniz Johor Bahru’ya hergün sadece alışveriş için geçen yüzlerce insanı görmek mümkün. Tabii burada yapıp Singapur’a geri getirebileceğiniz alışveriş miktarında bir sınırlama var. Komşu Malezya’daki ucuz fiyata satılan benzin fiyatlarından yararlanmak isteyen birçok Singapur’lu araç sürücüsü de sadece arabalarındaki benzin depolarını doldurmak için hergün sınırı geçiyor. Ancak sınırda sıkı bir şekilde kontrol yapan Singapur polislerini unutmamak gerek. Fiyatlardaki bu fark özellikle mülkiyette göze batıyor. Kıbrıs’tan 13 kat küçük bir alanda 5 milyondan fazla insanı barından Singapur’da basit bir müstakil evin değeri 2-3 milyar İngiliz Sterlini’nden başlarken, sadece yarım saat uzaklıktaki Malezya’da bu fiyatlar bugün Kıbrıs’taki ev fiyatlarından daha düşük. Bunun bir nedeni Türkiye’nin yarısından büyük bir alana yayılmış olan Malezya’nın nüfusunun 30 milyonu geçmemesi. Ama her aileye düşen avaraj çocuk sayısı 3 olan Malezya’nın gittikçe kalabalıklaşacağına kesin gözle bakılıyor.
Her ne kadar yakın olsalar da, Singapur ve Malezya arasında dağlar kadar fark var. Singapur her ne kadar gelişmiş, düzenli ve sistemli çalışan bir sisteme sahipse Malezya bir o kadar kaotik, düzensiz, ve henüz gelişmekte. İki ülke arası servis veren otobüslerle Singapur’dan Malezya’ya geçen halk Singapur içerisinde otobüse binerken düzenli bir şekilde sıraya giriyor, etrafındakilere saygılı davranarak sessiz bir şekilde sırasının gelmesini bekliyor. Ancak Singapur sınırındaki pasaport kontrolünden geçip Malezya’ya ayak basan aynı insanlar aniden koşmaya başlıyor, birbirini iterek öne geçiyor, otobüs sırasına girecek olan insanları düzenlemek için konulan demir parmaklıkların üzerinden atlayarak hızlı bir şekilde otobüse binmeye çalışıyor. İnsan davranışlarındaki bu kadar hızlı gerçekleşen bu değişim, ülke yönetimlerinin insanların hareket ve seçimlerinde ne kadar etkili olduğunun çok net bir kanıtı.
Her yıl Johor Bahru’yu ziyaret eden toplam turist sayısının yarısının Malezya’ya ulaşmak için kullandığı Singapur bağlantısına ek olarak, direk olarak Johor Bahru’nun Senai havaalanına Malezya’nın diğer şehirleri Kuantan, Kuching, ve Kuala Lumpur’dan Air Asia, Firefly, veya Malaysia Airlines havayollarını kullanarak varabilirsiniz. Özellikle alışılagelenden farklı bir kültürel tatil tecrübesi edinmek istiyorsanız, Malezya kaçırılmaz fırsatlar sunuyor.
Çise Ünlüer (19 Ağustos – 2 Eylül 2012)
ciseunluer@gmail.com
Subscribe to:
Posts (Atom)