Arayın, Yeşil Hayatı Tarayın...

30/08/2009

İçme Suyu ve Sudaki Ayak İzimiz



Yeryüzünde en fazla tehlike altındaki doğal kaynak olan suyun şişelenip belli bir ücret karşılığı satılması, saf insanların elinden paralarını almak için bugüne kadar düşünülmüş en acımasız planlardan biridir! Amerika ve birçok Avrupa ülkesinde çeşme suyu devlet tarafından şişe suyundan daha fazla kontrol edildiği için halk tarafından güvenle tüketilmektedir. Bu ülkelerde insanların su ihtiyaçlarını karşılamak için sürekli bir şekilde şişe suyuna para vermek yerine çeşme suyunu kullanmayı tercih ettiklerini biliyor musunuz?

Şişe suyuna verdiğimiz paranın yanında gereksiz paketlemeyi de desteklediğimizin farkında mıyız? Ülkemizde, satın aldığımız suyu tükettikten sonra pet şişeleri çevreye bırakmaktan başka bir şansımız olmadığından dolayı bu şişeler doğayı kirletmektedirler. Aynı zamanda, geri dönüşümleri gerçekleştirilmedikleri için ülkemizde yıllarca atık olarak kalan plastik şişeler için henüz kesin bir çözüm getirilmemiştir. Ücretinin ve doğaya olan zararlarının yanında, evimize ulaşmak için uzun mesafeler kaydeden şişe suları için gerekmeyen bir enerji sarfedilmektedir.

Ülkemizde çeşme suyunun ne kadar içilebilir olduğu tartışma konusu olduğu için, günümüzde çeşme suyu, içme suyu ihtiyacımıza kesin bir çözüm sunmamaktadır. Ancak belediyelerimiz tarafından evimize ulaştırılan çeşme suyunu daha kullanılabilir bir duruma getirmek bizim elimizdedir. Çeşmelerimizin ağzına, her birkaç ayda bir değiştirilebilen su filtreleri takarak suyu gereksiz katkı maddelerinden arındırabilir, içmek için olmasa bile diğer ihtiyaçlarımız için daha güvenli bir şekilde kullanabiliriz.

Tüm üretim ve tüketim süreçlerinde kullanılan toplam su miktarını açıklamak için kullanılan “sudaki ayak izi” kavramı, insanların günlük hayatlarında kullandıkları su miktarını ölçmelerine ve kontrol altına almalarına yardımcı olur. Su kaynaklarımızın geri getirilemeyen, sınırlı miktardaki sosyal ve ekonomik kaynaklar olduklarını bildiğimiz halde su kullanımına karşı tavrımızı değiştirmek için herhangi bir çaba göstermiyoruz. Sudaki ayak izimizi belirlemek için günlük hayatta kullandığımız su miktarını göz önünde bulundurmalıyız. Evlerde kullanılan suyun yüzde otuzbeş (35%)’i banyoda, yüzde otuz (30%)’u tuvalette, yüzde yirmi (20%)’si çamaşır ve bulaşık yıkamada, yüzde on (10%)’u mutfakta, ve yüzde beş (5%)’i temizlikte harcanıyor. Tüketiciler olarak sadece evlerimizde kullandığımız suyun değil, satın aldığımız her türlü mal ve hizmetin sudaki ayak izini düşünerek adım atmalıyız.

Dünyanın içersinde bulunduğu su sıkıntısını, sadece çeşmelerimizden akan suyu dikkatli kullanmakla çözemeyiz! Bu sorunun büyük boyutlarına paralel olarak, su kullanımının her alanında tasarruflu bir yaklaşım kaçınılmazdır. Artık öyle bir noktadayiz ki, şişe suyu lüksünü tamamı ile gözden çıkarmamız ve buna alternatif olarak herkes için daha adil ve çevreye zararı olmayan çözümlere yönelmemiz gerekir. Gittiğimiz her yerde sürekli bir şekilde şişe suları tüketmek yerine, evimizde önceden birikmiş olan plastik şişeleri doldurabilir ve tekrar tekrar kullanabiliriz. Bunun yerine insan sağlığı için daha yararlı olan cam şişelere yönelebiliriz. Ülkemizde camın da geri dönüşümü yapılmadığından, bu şişeleri birden fazla kez kullanmamız yeni şişe üretimine duyduğumuz ihtiyacın azalması için gereklidir.

Sürdürülebilir üretime destek olmak ve sudaki ayak izimize bilinçli bir şekilde yaklaşmak istiyorsak belirli alışkanlıkları hayatımıza sokmamız şarttır. İlk adım olarak mümkun oldukça evdeki bulaşık ve çamaşır makinelerimizi tam olarak doluyken ve düşük derecelerde çalıştırmalıyız. Banyoda su tasarrufu sağlamak için küveti doldurmak yerine kısa süreli duşlar yapmalıyız. Evimizdeki tüm musluklarda su tasarrufu sağlayan başlıklar kullanmalı, dişlerimizi fırçalarken ya da traş olurken musluğu açık bırakmamalıyız. Daha önce bahsettiğimiz gibi evlerde kullandığımız suyun yaklaşık yüzde otuz (30%)’u tuvalet sifonunun çekilmesiyle tüketilir. Her sifon çekişimizda yaklaşık 10 litre su harcıyoruz. Bu nedenden dolayı, standart modellere göre daha az su tüketen klozetleri tercih etmek evlerimizde kullandığımız su miktarının büyük bir ölçüde azalmasına yardımcı olabilir.

Kapımızın önününü veya balkonumuzu temizlerken hortumla su tutmak yerine süpürge kullanmalı, yeniden kullanabileceğimiz suyu asla atmamalıyız. Örnek olarak, sebze yıkadığımızda ya da yumurta haşladığımızda atacağımız suyu bitkileri sulamak için kullanabiliriz. Sebze ve meyveleri akan suda yıkamak yerine tıkaçlı bir lavaboda ya da bir kâseye su doldurarak yıkayarak su sarfiyatını önleyebiliriz. Damlayan muslukların günde 4 litre kadar suyun boşa gitmesine neden olduğunu aklımızda bulundurmalı, damlayan musluklarımızı tamir etmeyi ihmal etmemeliyiz. Sebzeleri yüksek ateşte kaynatmak yerine düdüklü tencerede ya da kısık ateşte az suyla pişirerek hem sebzelerin besin değerlerinin daha az kaybolmasına neden olur hem de daha az su kullanarak hedefimize ulaşırız. Bir litre bitkisel atık yağın, bir milyon litre suyu kirlettiğini aklımızda bulundurarak yemeklerimizden çıkan atık yağlarımızı lavaboya dökmek yerine geri dönüştürmeliyiz.

Unutmamalıyız ki, her insan temel ihtiyaçlarını gidermek için günde en az 25 litre suya gereksinim duymaktadır. Çeşmemizdeki suyu boşa akıtırken ya da küvetimizi düşüncesizce doldururken bu miktara erişimi olmadığı için kirli su kullanmaktan başka bir şansı olmayan ve bu durumdan dolayı birçok hastalıkla savaşmak zorunda kalan bir milyar insanı düşünün!

Çise Ünlüer (30 Ağustos 2009)
http://www.ciseunluer.blogspot.com/

23/08/2009

Alışverişe Giderken



Geçen hafta yerel üretimin öneminden bahsetmiş, süpermarketlerdeki ürünlerde karşımıza çıkan paketleme problemine ve bunu nasıl çözebileceğimize değinmiştik. Sürdürülebilir yaşam başlığı altında bunun gibi incelememiz gereken birçok konu vardır. Bu fikrin benimsenmesi ve sürdürülebilir bir toplum yaratma mücadelesinin başarıya ulaşması için atacağımız her adım günlük hayattaki alışkanlıklarımızı gözden geçirmekten ve çevre ile uyumsuz davranışlarımızı düzeltmekten geçer!

Toplum olarak ortak alışkanlıklarımızdan olan alışveriş merağı ve bu aktiviteyi gerçekleştirmek için attığımız adımlar, sürdürülebilir yaşam felsefesine uygunlugu bakımından düşünmeye değer bir alandır. Alışveriş sonunda satın alınan ürünleri yerleştirdiğimiz plastik çantaların senelik kullanım miktarının dünyada bir trilyona kadar ulaştığının farkında mısınız? Yurt dışında bazı ülkelerde yasaklanmış olan bu plastik poşet kullanımı ülkemizde henüz tam anlamı ile ele alınmış bir konu değildir. Bazı marketlerde doğada çözünebilir olduğu iddia edilen poşetler kullanılmaya başlanmış olsa bile, bu henüz kesin bir çözüm teşgil etmemektedir.

Bu duruma daha iyi bir yaklaşım olarak, yurt dışındaki bazı marketler, “yaşam boyu çantalar” anlamına gelen “bags for life” başlığı altında, müşterilerine sağlam ve üst üste birçok kez kullanıma dayanıklı bir çantayı çok düşük bir fiyata vererek onu tekrar tekrar kullanmalarını teşvik etmektedirler. Birkaç kullanımdan sonra eskiyen çantaları müşterileri için yenileri ile ücretsiz olarak değiştiren süpermarketler, eski çantaların geri dönüşümünü de sağlıyorlar. Buna benzer başka bir sistemde ise bazı süpermarketler, alışverişe giderken kendi poşetini yanında getirip ekstradan yeni plastik poşet talep etmeyen müşterilerine, tekrardan kullandıkları her poşet için 1 kuruş civarında bir ücret ödeyerek müşterilerinin bu yaklaşımını desteklemektedirler. Buna ek olarak, çoğu süpermarket kendi içerisinde geri dönüşüm merkezleri bulundurarak, ellerindeki plastik poşetlerden kurtulmak isteyen müşterilere bu servisi sunmaktadır.

Ancak unutmamak gerekir ki, geri dönüşümü mümkün olan çanta kullanımı ya da aynı çantayı birden fazla kez kullanma metodları, plastik çantaların sebep oldugu çevre kirliliği probleminin aşılması konusunda kalıcı bir çözüm değildir. Bu duruma getirilecek olan en iyi yaklaşım, plastik çantaların tamamı ile kullanımının durdurulması ve bunun yerine alışverişe giderken yanımızda kumaş ya da hasır gibi maddelerden yapılmış çantalar götürmektir. Bu çantalar plastik olanlardan daha sağlam oldukları için uzun yolculuklarda yırtılmaz ve taşırken ellerimize zarar vermez. Günümüzde kullanılmakta olan plastik poşetler yirmi sene öncesinden nerdeyse yüzde yetmiş (70%) daha az plastik içermelerine rağmen, çoğu plastik poşet, Polietilen denilen ve doğada yüzlerce yıl çözünemeyen bir plastik çeşidinden meydana gelir.

Çoğumuzun evinde sürekli yaptığımız alışverişlerden onlarca plastik çanta birikmiş durumdadır. Peki bu durumda şu an elimizde bulunan plastik poşetlerimizi ne yapacağız? İlk iş olarak bu poşetleri mümkün olduğu kadar tekrar tekrar kullanmaya calışmalı, her alışverişe gideceğimizde birkaç tanesini yanımızda götürmeliyiz. Alışverişlerimizde aldığımız ürünleri mümkün oldukça az poşet kullanarak paketlemeli, kullandığımız plastik poşet sayısını en aza indirmeliyiz. Eğer çok az miktarlarda alışveriş yapmışsak, aldıklarımızı yanımızdaki el ya da sırt çantasına yerleştirmeye çalışmalı, az sayıda ürünler için plastik poşet kullanmamaya özen göstermeliyiz. Bunun yanında, ayrı çöp poşetleri satın almak yerine elimizdeki eski plastik poşetleri bu alanda değerlendirebiliriz.

Eminim düşünürseniz siz de göreceksiniz ki yukarda bahsettiğimiz olayı gerçekleştirmek aslında hiç de zor birşey değil. Tek ihtiyacımız olan biraz çevre duyarlılığı ve gerçekten birşeyleri değiştirme isteği. Bu gibi davranışlar birkaç kere denedikten sonra kolayca alışkanlığa dönüşebilir, hem çevreye yararlı bir adım atmış olur hem de kendinizi iyi hissetmenizi sağlar. Sürdürülebilir bir hayat için, bu yaklaşımları sadece büyüklere değil çocuklarımıza da aşılamalı, onların da gelecekteki hareketlerinin doğru yönde şekillenmesi için elimizden geleni yapmalıyız!

Çise Ünlüer (23 Ağustos 2009)
ciseunluer@hotmail.com

16/08/2009

Yerel Üretimin Önemi, Ambalaj Problemi ve Soya Çıkmazı



Geçtiğimiz haftalarda organik tarımın küresel ısınma ve insan sağlığı üzerindeki etkilerinden bahsetmiş, hazır ve işlenmiş yiyecekler yerine taze organik yiyeceklerin tercih edilmesinin yararlarını ele almıştık. Bu hafta yerel üretimin neden tercih edilmesi gerektiği konusuna değinerek, ayni zamanda atıklarımızın kontrol edilmesinde kritik bir rolü olan ambalaj (paketleme) probleminden, ve organik tarım alanında çok büyük bir önem taşıyan soya bitkisinden bahsetmek istiyorum.

Süpermaket raflarında gördüğümüz yiyeceklerin çoğu bize ulaşana kadar kilometrelerce mesafe katetmiştirler. Ülkemizde yetişmeyen ve uzak ülkelerden getirilen egzotik meyve ve sebzeler her gün artan miktarlarda ithal gıdalar tükettiğimizin kanıtıdır. Bu durum, kendi ülkemizin normal şartlarda bile zor durumda olan çiftçilerini daha da güç bir durumda bırakmakla kalmaz, bu gıdaların ülkemize gelmek için uzun mesafeler aşması karbondioksit emisyonlarını büyük ölçüde artırır. Başka ülkelerden gelen yiyecekleri tercih etmek yerine kendi ülkemizde yetişen meyve ve sebzelere yönelmek hem yerel ekonomi ve üreticimize katkı koyar hem de sera gazlarının atmosferdeki miktarlarinin azalmasına yardımcı olur. Ayrıca meyve ve sebzelerin mevsimlerinde tüketilmeleri insan sağlığı için büyük bir önem taşır.

Bugün süpermarketlerde gördüğümüz çoğu ürün tüketiciye ambalajlanmış şekilde sunulmuştur. Sadece market alışverişlerimizden elimize ulaşan plastik paket miktarını göz önünde bulundurarak, her gün bu yolla ne kadar plastiğin anlamsız bir şekilde doğaya çöp olarak atılmaya mahkum olduğunu anlayabiliriz. Bu durumun büyük bir sorun teşgil etmesinin esas sebebi, yiyecek artıklarıyla kirlenen plastiğin geri dönüşümü ya da baştan kullanımının zor olmasıdır. Bunun en iyi örneklerinden olan meyve suyu kutuları, karton, plastik, ve folyo olmak üzere birkaç değişik katmandan oluşmaktadır. Bunun gibi değişik maddelerin bir araya gelmesi ile oluşan ambalajların geri dönüşümü neredeyse imkansızdır.

Sağlık ve hijyen açısından önemli olsa da ambalajların bu kadar yaygın olmasının esas sebebi üreticilerin ürünlerini halka daha çekici ve hoş bir şekilde sunmak istemeleridir. Unutmamamız gerek ki bu gıdaları tüketenler olarak hepimiz ambalajlama işlemi için ekstra bir ücret ödemekteyiz. Bu durumda kendimizle dürüst olmamız önemlidir. Ülkemizde, bir ürünü kullandıktan sonra ambalajını çöpe atmaktan başka bir seçeneğimiz yoktur. Bu durumu az da olsa düzeltmek için almamız gereken iki önlem vardır. İlk olarak ambalajlanmamış ürünlere yönelmeli, eğer başka bir şansımız yoksa ambalajlanmamış ürünleri kullanmalıyız. Bunun yanında, üreticileri daha hafif ve ince ambalajlar kullanmaya ikna etmeli, bu yolda hassasiyet gösteren firmaları desteklemeliyiz.

Soya fasulyeleri binlerce yıldır Çin diyetinin bir parçası olan baklagil soya fasulyesi bitkisinin tohumlarıdır. 1960’ların başlarında batı ülkelerine de getirildiklerinden beri, sürdürülebilir yiyecek kaynağı olarak kullanılmışlardır. Soya yiyecekleri arasında büyük parçalarla veya kıyılmış şekilde sunulan soya sosları, soya yağları, ve soya peyniri gibi süt ürünleri bulunur. Soya mükemmel bir protein kaynağı olmakla birlikte ayni zamanda doymuş yağ oranı düşük ve kolesterolsüzdür. Bu nedenden dolayı soya ürünleri günümüzde bol miktarlarda tüketilmektedirler.

Sağlık açısından birçok yararlı özelliği olan soya bitkisinin yetiştirilmesinin çevreye zarar verdiği bilinmektedir. Popülaritesinden dolayı, yoğun çiftciliğe maruz kalan soya üzerinde birçok kimyasal maddenin kullanılması, toprak bozulması ve yaraltı suyu kirlenmesine neden olmuştur. Soya ürünlerine olan talebin son birkaç yılda hızla artmış olması, bu talebi karşılamak için yağmur ormanlarında büyük alanların yok olmasına sebep vermiştir. Bir zamanlar gerekli ekosistemleri destekleyen toprakların, bu gidişle aşırı tarım ve toprak bozulması yüzünden kullanılmaz hale gelmeleri beklenmektedir. Soyanın uzun mesafeler aşarak elimize ulaşması tüm bu zararlara eklenirse bu bitkinin çevre üzerindeki kötü etkileri anlaşılabilir.

Soya çiftçiliği, dünyadaki yağmur ormanlarının yok olmasına neden olan nedenler arasında başı çekmektedir. Bu durumu engllemek için hepimizin yapabileceği şeyler vardır. Buna örnek olarak sadece organik soya tüketebilir, Greenpeace gibi soya üretimi konusunda birçok çalışmalar yapmış organizasyonları destekleyebiliriz.

Çise Ünlüer (16 Ağustos 2009)
ciseunluer@hotmail.com

09/08/2009

Dikmen’e Kesin Çözüm: Metan gazından elektrik üretimi



Dikmen çöplüğü yıllardır hepimizin farkında olduğu ama çoğumuzun hakkında pek birşey yapmadığı çevresel bir problem teşgil etmektedir. Bugüne kadar birçok insanın yaptığı gibi bu problemin ne kadar kötü olduğundan ya da insan sağlığına olan zararlarından bahsetmek yerine, hepimiz için daha yararlı olan bir adım atmak adına bugün sizleri dikmen çöplüğü için en etkili yöntemlerden biri hakkında bilgilendirmek istiyorum.

Bu sorunu çözmek için daha önce tartışılmış birçok yöntem arasında en etkilisi olan çöplüklerden çıkan metan gazının motorlarda kullanılması ile enerji üretimine yönelik yenilenebilir teknolojiler, Türkiye de dahil olmak üzere dünyanın birçok yerinde yaygın olarak kullanılmaktadır. Yenilenebilir ve yeşil enerji teknolojileri grubuna giren metan gazından elektrik üretiminin KKTC’de Dikmen çöplüğü için de düşünülmüş olmasının sebepleri başında şehirleri aydınlatacak ve sanayi makinelerini çalıştıracak kadar enerji üretme kapasitesine sahip olması gelmektedir.

Dikmen’de olduğu gibi çöplerde biriken çürüyebilir maddeler, oksijen yokluğunda anaerobik (molekuler oksijenin kullanılmadığı) bir işlemle bakteriler tarafından ayrıştırılır. Bu işlem esnasında metan gazı, karbondiyoksit ve diğer gazlar ortaya çıkar. Tehlikeli bir sera gazı olan metan gazının bir kısmı yükselerek havaya karışır. Patlayıcı olmasının yanında molekül bazında karbondioksitten 20 kez daha güçlü bir potansiyele sahip olan metan gazının küresel ısınma üzerindeki olumsuz etkileri herkes tarafından bilinmektedir.

Çöplük içinde zamanla biriken metan gazı büyük hacimlere erişebilir. İçerisinde gerçekleşen anaerobik işlemler sonucu iyice ısınmış olan çöplükte ani kaymalar gerçekleşir ve havadaki oksijen yüksek konsantrasyondaki metan ile karışarak patlamaya ve yangına yol acar. Çöplüklerin bulunduğu yerel hava şartlarına göre değişen metan gazı miktarları sıcak ve nemli bölgelerde yüzde altmış (60%)’a kadar çıkarken, kuru ve soğuk yerlerde yüzde otuzbeş (35%)’e düşebilmektedir. Bu nedenden dolayı bu gazların çıkarılıp insanlığa yararlı işlemler için kullanılmaları küresel ısınma üzerindeki etkilerini azaltmakla kalmaz, aynı zamanda enerji üretimine de katkı koyabilir.

Bu işlemin yararları arasında atık alanlarından çevreye gaz ve rahatsız edici kötü koku yayılmasını engellediği için çevreye olan pozitif net etkisinin yanında, enerji üretimi için atık alanlarından elde edilen metan gazı kullanıldığından bu alandaki yakıt maliyetini ortadan kaldırması, ve bağlandığı şebekede stabilite problemleri yaratmaması gelmektedir. Yakıt masrafının olmaması ve yüksek kapasite verimliliği açısından diğer teknolojilere kıyaslandığında, atık gazlardan enerji üretimi bu teknolojilerin çoğundan daha ekonomik ve toplum sağlığı ile çevre faktorü sebebi ile kabul değeri daha yüksektir.

Metan gazı santrallarının şehir sınırları yakınlarda veya şehir içlerinde kurulması ile şebeke bağlantıları kısaltılabilir, buna bağlı olarak da maliyet ve enerji iletim kayıpları ortadan kaldırılabilir. Elektrik üretimi sırasında ortaya çıkan yüksek sıcaklıktaki termal enerji konutların ısıtılması ve sıcak su temininde kullanılarak bu işlemin verimliliği çok yüksek değerlere çıkarılabilir. Özet olarak, doğru kullanıldığında, metan gazından üretilen birim enerji maliyeti çok daha düşük, ve kullanılabilir enerji oranının diğer termik enerji üreten sistemlere göre yüzde yüz (100%)’lere yakın değerlendirilebilirdir olması bu işlemi diğer yöntemlerden üstün kılmaktadır.

Genelde yüksek nüfuslu şehirlerde uygulanan bu sistem, daha az nüfuslu yerleşim yerleri icin de gözden geçirilip belirli değişiklikler yaparak uygulanabilir. Bu şekilde, hem atıklar ekonomi içinde değerlendirilerek kesin bir çözüm sağlanılabilir, hem de çok düşük bir maliyetle elektrik enerjisi üretimini mümkün kılarak ulusal ekonomiye büyük katkı koyabilir.


Çise Ünlüer (9 Ağustos 2009)
ciseunluer@hotmail.com

02/08/2009

Gıdalar Hakkında Bilmemiz Gerekenler



Toplumumuzun büyük bir çoğunluğunun alışveriş yapmayı sevdiği kaçınılmaz bir gerçektir! Etrafımızda sürekli bir şekilde bizi alışveriş yapmaya, marketlerdeki en son çıkan ürünlere ilgilimizi çekmeye çalışan reklamlar mevcuttur. Böyle bir ortamda, yeni çıkan ürünler de dahil olmak üzere, alışveriş merkezlerinde gördüğümüz bir çok ürünün çevreye olan zararını unutmak ya da göz ardı etmek çok kolaydır. Ancak bu alanda atacağımız adımları, çevreye mümkün olan en az miktarda zarar verecek şekilde değiştirmek bizim elimizdedir. Buna örnek olarak, üzerinde organik etiketi bulunan yiyecekleri tercih edebilir, alışverişe giderken yanımızda kendi alışveriş çantalarımızı götürerek ve bunları tekrar tekrar kullanarak kullandığımız plastik çanta sayısını en aza indirebiliriz!

Bu alanda atılacak ilk adım, gerçekten ihtiyacımız olan gıda maddelerini satın almaktan ve tüketemeyip çöpe attığımız yiyecek miktarını azaltmaktan geçer. Bu nedenle, alışverişe giderken yanımızda önceden hazırlanmış bir liste götürmek yiyecek sarfiyatının azalmasında yardımcı olabilir. Yanımızda götüreceğimiz kumaş ya da plastik çantalar alışveriş sonunda marketten ekstra plastik poşet almayı engellememize yardımcı olur. Tükettiğiniz gıdaların çoğunlukla hangileri olduğunu belirlemek alışverişinizi kolaylatmakla kalmaz, aynı zamanda ülkeniz ve tüm dünya için yaptığınız çevresel yardım kendiniz ile gurur duymanızı sağlar.

Gereksiz bir şekilde fazla malzeme kullanarak ambalajlanmış gıdaları tercih etmek yerine paketlenmeden ve açık satılan sebze ve meyvelerden tüketmeye önem gösteriniz. Ambalajlanmış yiyeceklerden tüketmeniz gerekiyorsa, çoğu zaman bu yiyecek ambalajlarının geri dönüşümünün mümkün olduğunu unutmayın. Ülkemizde birkaç kurum tarafından kağıt geri dönüşümü yapılmaya başlanmıştır. Bu alana katkı koymaya gayret göstermek ileride cam ve plastik gibi diğer maddelerin de geri dönüşümünün başlatılması için iyi bir adım olacaktır. Unutmayınız ki yeşil yaşam konusunda attığınız her adımın bir önemi vardır!

Bugün raflarda gördüğümüz birçok ürün büyük miktarlarda işlenmiştir. Bu durum, belirli ürünlerin yapay bir şekilde tadlandırıldığı, renklendirildiği veya tadını güzelleştirmek için eklenmiş fazla tuz, şeker ya da yağ bulundurduğu anlamına gelmektedir. Hazır ve işlenmiş ürünler yerine taze yiyecekler tüketmek hem sağlığınız için yararlıdır hem de kullandığımız işlenmiş yiyeceklerle birlikte gelen ambalaj miktarının azalmasına yardımcı olur. Buna iyi bir örnek olarak hazır sıkılmış ve paketlenmiş portakal suyu almak yerine marketten taze portakal meyvesini alıp evimizde kendimiz sıkabilir, burdan çıkan atık portakal kabuklarını da bahçemizde toprağımıza karıştırarak organik gübre elde edebiliriz.

Vitamin B ve proteyini alınmış olan beyaz ekmek, pirinç, ve makarna yerine bu ürünlerin tam tahıllı olanlarını tercih ediniz. Evdeki fırınınızda kendi ekmeğinizi yapmak için kullanacağınız enerji miktarını göz önünde bulundurarak, eğer fırınınızı aynı anda başka yemekleri pişirmek için kullanmayacaksanız, ekmek gibi yiyecekleri, bu ürünleri her gün bol miktarlarda üreten fırın veya marketlerden almak çok daha mantıklı bir yaklaşım olacaktır.

Günümüzde işlenmiş yiyeceklerin kolesterol seviyelerinin artmasına ve kronik şişmanlık gibi sorunların başlamasına neden olunduğu bilinmektedir. Bu bile kendi başına taze gıdalara dönmemiz için yeterli bir sebeptir. İşlenmiş yiyecekler üretim noktalarından elimize ulaşana kadar çok uzak mesafeler taşınmakla kalmaz, aynı zamanda yenmeden önce ambalajlarının içinde uzun süre bekletilirler. Uzun mesafeleri bozulmadan geçirebilmeleri ve elimize ulaşana kadar dayanmaları için birçok koruyucu madde eklenen bu yiyeceklerin kullanımı karbondioksit emisyonlarımızı da büyük seviyede artırır. Çocuklarımıza taze gıdaları erken yaşlardan sevdirerek, zamanla toplumumuzun yeme alışkanlıklarını sağlıklı bir yönde değiştirebiliriz.

Eğer bir ürünün üzerinde “organik” etiketi bulunuyorsa, bu o ürünün belirli hukuki standartlardan geçtiği ve onaylandığı anlamına gelmektedir. Bu standartlar tüketici için o gıda maddesinin herhangi bir kimyasal ya da suni gübre kullanmadan, doğal yollarla üretildiğine dair bir garantidir. Organik yiyecekler tüketerek bu alanda geliştirilmiş çevresel standartları da desteklemek mümkündür.

Bütün organik yiyecekler “genetiği değiştirilmiş organizmalar” (G.D.O.)’dan arıtılmıştırlar. 1990’ların başlarında piyasaya çıkarılan genetiği değiştirilmiş yiyecekler moleküler biyoloji alanında geliştirilmiş en son tekniklerle hazırlanan ürünleri içerir. En çok bilinen genetiği değiştirilmiş yiyecekler soya fasülyesi, mısır, pamuk tohumu yağı, ve buğday gibi kaynaklardan elde edilen bitkilerdir. Mısır ve soya yiyeceklerin işlenmesinde kullanıldıkları için, bu genetik yapısı değiştirilmiş besinler, işlenmiş yiyeceklerin içerisinde az miktarlarda da olsa bulunurlar. Bilim adamları genetiği değiştirilmiş organizmaların insan sağlığı ve de çevre için zararlı olacağı konusunda endişelerini belirtmiştirler. Genetiği değiştirilmiş ekinlerde kullanılan ilaçlar gıda kaynaklarını zehirleyebilir, insanlara ve çevreye birçok yararı olan canlıları öldürebilir. Genetiği değiştirilmiş yiyeceklerin etikletlenmesi ve bu özelliklerinin tüketicinin rahatça göreceği şekilde belirtilmesi uzun süreler tartışılmış bir konu olmakla birlikte, artık marketlerimizde gördüğümüz ürünlerin çoğunu bu alanda tespit etmek mümkündür. Uzmanların bu konudaki tavsiyeleri, dışardan müdahale aldığı üzerinde belirtilmiş olan gıdalardan uzak durmak, ve günlük hayatta mümkün oldukça genetiği değiştirilmemiş organik yiyeceklere yönelmektir.

İngiltere’de yayınlanmış bir habere göre, organik yiyecekler çocukların gelişimini olumlu bir şekilde etkilemekle kalmaz, doğal yapılarından dolayı kanser gibi ciddi hastalıklara karşı direnmenin en etkili yollarından birini oluştururlar. Vücudumuz için gerekli olan tüm besinleri daha kolay elde etmemizi sağlayan organik yiyeceklerin Avrupa’da satışı son bir senede açık pazarlarda yüzde ellidört (54%), süpermarketlerde ise yüzde yirmibir (21%) şeklinde artmıştır.

Organik tarımla uğraşan çiftçilerin gerek yetiştirdikleri bitki ve hayvanlar, gerek kullandıkları metotlar için bu alandaki yüksek standartları korumaları şarttır. Mümkün olan en yüksek miktarlarda karbondioksiti emebilmesi için toprağı sağlıklı tutmak da organik tarımın en önde gelen gereksinimlerinden biridir. Eğer üzerinde ekilen toprak kötü kullanılıyor ya da kimyasal gübrelerle işleniliyorsa, karbondioksitten çok daha tehlikeli bir sera gazı olan nitrojen oksit için büyük bir kaynak teşgil eder. Organik yiyecekleri tercih ederek tüm bunlara engel olmakla kalmayıp aynı zamanda küresel ısınmanın etkilerinin azalmasına yönelik çok yararlı bir adım atabilirsiniz!


Çise Ünlüer (2 Ağustos 2009)
ciseunluer@hotmail.com