Arayın, Yeşil Hayatı Tarayın...

28/04/2012

GDO mu? Yemezler!


Greenpeace’in genetiği değiştirilmiş organizma (GDO)’lu ürünlere dikkat çekmek ve halkı GDO’lara karşı uyarmak için düzenlediği “Yemezler” kampanyasını duydunuz mu?  Peki Türkiye Biyogüvenlik Kurulu'nun 9 yeni GDO'lu mısır çeşidini kamuoyu görüşüne açtığını ve geçen hafta yapılan bir açıklama ile bu 9 mısır başvurusundan 6’sının riskli bulundukları için reddedildiğini?

Yemezler.org adresinden ulaşabileceğiniz kampanyaya katılmak için kısa bir işlemle üye olduktan sonra sitede katılımcılar "Senin rozetlerin" isimli sayfaya yönlendiriliyor ve bu sayfa üzerinde bulunan rozet resimlerinin üzerinde yer alan görevleri yerine getirebiliyorlar. Bu sayede hem kampanyanın bir adım ilerlemesini sağlamış oluyorlar, hem de kampanyaya dair hediyeler kazanıyorlar. Siteye göre, söz konusu rozetlerden 4 adet toplayana rozet, 10 adet toplayana kupa, 14 adet toplayana ise tişört hediye ediliyor.

Greenpeace Akdeniz Tarım Kampanyası sorumlusu Tarık Nejat Dinç’in konu hakkındaki açıklaması durumun ne kadar kritik olduğunu birkez daha gözler önüne seriyor: “Dün GDO’larla ilgili dünyada iki önemli gelişme yaşandı. Birincisi Çin Hükümeti’nin GDO’lu gıdaları ülke genelinde yasaklama kararıydı. Diğeri ise Türkiye’de Danıştay’ın aldığı yürütmeyi durdurma kararı gereğince Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’nın GDO yönetmeliğinde yaptığı değişiklikti. Bakanlık yaptığı değişiklikle antibiyotik direnç geni içeren GDO’ları yasaklamış gibi gösterirken, gerçekte izne tabi hale getirdi. Yani bir önceki yönetmelikte varolan yasağı fiiliyatta kaldırarak esasen hukuğun arkasından dolaştı. Çin’de ve Türkiye’de yaşanan bu iki farklı uygulamayı görünce ‘Herkes gider Mersin’e, Bakan Eker gider tersine’ demekten kendimizi alamıyoruz”.

Hızla yemek zincirimize girmeye hazırlanan GDO’lu mısır ve soyalar aslında düşündüğümüzden daha büyük bir tehlike yaratıyor çünkü içinde soya olmayan hemen hemen hiç bir paketli/endüstriyel gıda mevcut değil! Kahvaltıda yediğimiz peynir ve ekmekten margarine, çocuklarımıza verdiğimiz gofretten sakıza kadar çoğu üründe soya bulunuyor. Bir başka dikkat çekilen nokta ise oran konusu. AB standartlarına göre bir ürünün içeriğinde binde dokuz kadar GDO'ya izin veriliyor. AB’ye uyum çabaları içerisinde bu esası benimseyen Türkiye yine de tam olarak kullanılan GDO’ların oranının bir ürünün toplamında binde dokuz mu yoksa her bir içerik için binde dokuz mu olduğunu netleştirmedi. Yani bir gofrete eklenen soya lesitininin, soya lesitininin binde dokuzu oranında mı yoksa gofretin binde dokuzu oranında GDO içereceği kesin olarak belirtilmiyor. Bu kargaşada tam olarak neler tükettiğimizi bilmeden özellikle gelişme çağındaki çocuklarımızın aslında ne kadar tehlike altında olduklarını ne kadar iyi kavrayabileceğmiz belirsiz.

GDO’ların sağlığa ve çevreye olan zararları saymakla bitmez. Gelin sağlığa olanlardan başlayalım. GDO kullanımının ölümcül alerjilere neden olma ihtimali yüksek. GDO’lu yemler hayvanlarda antibiyotik direncini arttırdığından vücutta antibiyotiklerin etkisini azaltır. Çoğu GDO'nun içerdiği böcek öldüren toksinlere şimdiden hamile kadınların kanında ve fetusunda rastlanması geleceğimizin ne kadar tehlike altında olduğunu anlamamıza yeter. Yapılan araştırmalar, GDO’ların salgıladığı böcek zehirinin tamamının insan sindirim sisteminde parçalanmadığını ve toksik etki ve insanlarda hormonal dengeyi bozma riski taşıdığını ortaya koyuyor.

Bunlar yetmezmiş gibi, GDO kullanımının yarattığı süper dayanıklı böcek ve yabani bitki türlerinin varlığı ekosisteme ve tarıma büyük tehdit oluşturuyor. GDO’lar, bozdukları bitkilere ek olarak toprağa ve tozlaşma yoluyla doğal türlere bulaşarak biyoçeşitliliğe de zarar veriyor. Tüm bunlara bir son vermek ve geleceğimizi riske atmamak adına bir adım atmak istiyorsanız sofralarımızdan GDO’yu uzaklaştırmak için siz de imzanızı atın ve çok geç olmadan YEMEZLER deyin!


Çise Ünlüer (29 Nisan 2012)
ciseunluer@gmail.com

20/04/2012

GDO’lar Geliyor




Dünyamız ve canlılar üzerinde yapılan tehlikeli bir deney olan GDO’ların varlığının ve hayatınızı nasıl değiştirebileceklerinin farkında mısınız?

Türkiye’de şu ana kadar 3’ü soya 13’ü mısır olmak üzere toplam 16 GDO çeşidinin ithaline izin verildi. Bunlara ek olarak birçok çeşit yem amaçlı GDO ve soyadan mısıra, şeker pancarından kanolaya gıda üretiminde kullanılacak farklı GDO’lar da izin bekliyor.  Hayvan yemi olarak kullanılan bu GDO’lu yemlerle beslenen hayvanlardan üretilen süt, peynir, yumurta, ve et gibi temel besinler direk olarak sofralarımıza kadar ulaşıyor. Üstelik tükettiğimiz et, süt, ve yumurtaların etiketlerinde hayvanların GDO’lu yem ile beslenmiş olduğuna dair hiçbir uyarı yok! Yani hiçbir tercih hakkımız bulunmuyor!  Bunların yanında, GDO’lardan üretilecek olan mısırözü yağı, kanola yağı, mısır şurubu, mısır nişastası, soya lesitini gibi mamüller neredeyse satın aldığımız tüm paketli ürünlerin içinde bulunduklarından karşı karşıya kaldığımız tehlike gerçekten büyük.

Gelin, GDO’ya biraz yakından bakalım. GDO, yani Genetiği Değiştirilmiş Organizma, bir canlının genetik özelliklerinin insan eliyle laboratuar ortamında değiştirilmesiyle elde edilir. Genellikle bir canlı türünün doğal hayatta sahip olmadığı bir özelliğinin bir başka canlıdan gen aracılığıyla aktarılmasıyla ortaya çıkan bu işlemi anlamak için en iyi örneklerden biri mısıra zehir salgılayan bir bakteriden gen transfer edilerek mısırın böcek öldüren zehir üretmesi sağlanmasıdır.

Peki bir canlının genetiğini değiştirmek ne gibi sonuçlar doğurur? Bugün genetik bilimi üzerine araştırma yapan bilim insanlarının, canlıların gen yapısının detayları ve genlerin birbiriyle etkileşimleri hakkında çok az bilgiye sahip olduklarını kabul etmelerine rağmen sadece kar amaçlı olan GDO üreticileri olaya farklı bir açıdan bakıyor. GDO üreticileri tarafından lego muamelesi gören canlıların, global dünyadaki büyük gıda zincirlerini daha da zengin etmek için planlanan stratejiler doğrultusunda farklı parçaları değiştirilebilecek şekilde yap-boz şeklinde yapıları değiştiriliyor. Bu noktada göz ardı edilen esas konu, canlının bütünlüğünün on milyonlarca yıllık gelişimin sonucunda çok hassas bir denge ile oluştuğu ve bu hassas dengeyi korumak için canlıların kesinlikle yap-boz muamelesi görmemesi gerektiğidir.

Ancak unutmamak gerek ki GDO’ların zararsız olduklarını bilimsel bir özgüven ile söylemek şu an için olanaksız olması ve risklerin tam olarak ortaya konamaması, onların yok olduğu anlamına gelmez. Dünyada 25 ülkede kullanılan mısır, soya, kanola, ve pamuk GDO'larının nerdeyse tümü ya böcek öldüren zehir içeriyor ya da yabancı otları yok eden kimyasal ilaçlara dayanıklı şekilde geliştiriliyor. Bu da şu anlama geliyor ki, gıda zincirine eklenen GDO’lar sayesinde tarlararda rahatça yüksek miktarlarda zirai ilaç kullanılabilinecek!

Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı Gıda ve Kontrol Genel Müdür Yardımcısı Ahmet Kavak, Türkiye'ye ithal edilen tüm ürünler gibi soya ve türevlerinin de çok sıkı denetlendiğini ve gıda amaçlı genetiği değiştirilmiş hiçbir soya ürününün ülkeye girmediğini iddia etse bile son zamanlarda farklı çeşit gıdalarda ortaya çıkan sahtecilik olaylarından sonra denetlenmenin ne kadar iyi yapıldığı kesinlikle soru kaldırıyor! Mısır, soya, ve pamuk gibi ürünler Türkiye’nin hemen hemen tüm ekolojik bölgelerinde üretilebileceklerinden, Türkiye’nin GDO’lu yiyeceklere gerçekten ihtiyaç duyup duymadığı düşündürücü. GDO’lu tohumların topraklarımız ve dünyamıza bırakılmış birer saatli bomba olduğunu düşünen ve bu yiyeceklerin kontrolsüz tarım alanlarında ekimine izin verilmesine karşı olan insanların çoğunlukta olması, durumun ciddiyetini gözler önüne seriyor.

Unutmamak gerek ki gıda sanayii GDO'lu soyaya muhtaç değil. Soya, gıda sanayiinde en çok lesitin olarak kullanılıyor ve GDO'lu soya lesitinine alternatif GDO'suz ayçiçek lesitini bulunuyor. Çocuklarınızın GDO’lu gıdaya maruz kalmasına razı değilseniz, bu konuda bilinçlenmek ve harekete geçmek gerekiyor.


Çise Ünlüer (22 Nisan 2012)
ciseunluer@gmail.com

13/04/2012

Ete Benzeyen Et




"Biliyorum canınız sıkılacak, yüreğiniz kabaracak, üzüleceksiniz ama gerçekleri öğrenmeniz lazım. Daha yumurtadan çıkar çıkmaz civcive antibiyotik veriliyor. Kemikleri gelişmesin, sadece et yapsın diye... Tavuklar tarladaki patatesler gibi hiç kıpırdamadan yetiştiriliyor. Bıraksanız bile kıpırdayamıyorlar... Elinize aldığınızda kemikleri kırılıyor... Bu inanılmaz bir vicdansızlık... Sonra, görüyoruz her gün gencecik bir kadın meme kanserine yakalanıyor. Büyük olasılıkla daha sağlıklı diye sık sık tavuk yiyorlardır..."

Bu sözler İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Onkoloji Enstitüsü Öğretim Üyesi Dr. Yavuz Dizdar’a ait.  Dizdar, sağlıklı diye yediğimiz tavukların tavuk olmadığını söylüyor. Eminim antibiyotik alan tavukları, gün ışığı görmeden büyüyen inekleri, veya kirli sularda yaşayan balıkları duymuşsunuzdur. Peki, doğal ortamlarından o kadar uzak bir şekilde yetişen bu hayvanların soframıza gelmesi bizim için ne anlama geliyor?

Eski zamanlarda, şimdilerdeki daha fazla kȃr yapma yolunda gözü dönmüş şirketler yerine, açık havada eşelenerek ot ve böcek yemesine izin verilen hayvanlar ve bitkilerin yetiştirilmesinde kullanılan doğal gübreleri vardı. Hayvan yetiştirme ve çiftlik yapılarındaki bir dizi değişim ve kurumsal tarımın yirminci yüzyılın başlarında ortaya çıkması ile hızla yayılan endüstriyel et üretimi, eksiden açık çiftliklerde ot ağırlıklı beslenerek yetiştirilen hayvanlardan çok farklı bir ürün çeşidi sunuyor: Ete benzeyen et!

Yaklaşık son elli yıldır dünyada ızgaralık tavuk yetiştirmek için gereken zaman 84 günden 45 güne indi. Eskinden çayırlarda rahat bir şekilde yetişen hayvanlar, güneş görmeyen, kapalı besleme alanlarında yetiştirilmeye başladı. Bu tavuklar eskiye oranla yarı yarıya daha az yem tüketip, geçmiştekinin üçte biri kadar sürede 2 kiloya ulaşabiliyor. İlk bakışta ne kadar iyi çalışan, etkili bir yöntem diye düşünüyor insan. Ancak bugün yediğimiz hayvanların daha hızlı büyümeleri ve daha dolgun bir yapıya sahip olmaları için geliştirilen yemler aslında hiç de saf değil.

Doğdukları andan itibaren antibiyotik verilen, güneş görmeyen ortamlarda yetişen civcivler gayet sağlıksız bir gelişim süreci gösterdiklerinden kemikleri de gelişmiyor. Ancak bu durum hayvanların kemikli değil etli olmasını isteyen üreticilerin işine geliyor. Hiçbir şekilde enerji harcamayarak sadece et yapmaya odaklandırılacak şekilde yetişen hayvanlar sonunda patates tarlasında yatan patates gibi hiçbir şekilde kaçamayan, ilk dokunuşta kemikleri kırılan, olduğu yerde büyüyen canlılar oluyor. Antibiyotik içeren ilaçlı yemleri tüketen hayvanlar hızla kilo alıyor ve yetiştiricilerinin kar oranını artırırken aynı anda bu hayvanları tüketen insanları zehirliyor.

İşin “komik” yanı, tarım ilaçlarının kullanılmasını tavsiye eden ziraat mühendislerinin büyük bir kısmı aynı zamanda tarım ilacı bayiliği yapıyor! Çiftçilere bu ilaçları satarak  tarım ilacı satışını kontrol eden mühendislerin aynı zamanda kendi sastışını azaltarak ekinlerde kullanılan ilaç tüketimini denetlemesini beklemek ne kadar gerçekçi bir plan olabilir bilinmez!

Bu durum balıkçılık sektöründe da farklı değin ne yazık ki. Endüstrideki büyük değişimler sayesinde balıkçı filoları daha büyük, daha güçlü ve okyanusların en uzak köşelerinde avlanmakta bile daha usta hale geldi. Bu alanda kullanılan teknolojiler ise işi şansa bırakmayacak kadar gelişmiş. Bunların arasında sonar teknolojisi, uydu navigasyon sistemleri, derinlik algılayıcılar, ve okyanus tabanının detaylı haritaları geliyor. Durum böyle olunca sentetik liflerden yapılma dev ağlar ve büyük vinçler sayesinde, önceden ulaşılamayan ama balıkların toplanıp yumurtalarını bıraktıkları derin alanlarda bile avlanmak mümkün oluyor. Tüm bunlar yetmezmiş gibi, sürülerin yerini tespit eden uçaklar ve değerli balık sürülerinin topluca avlanmasını mümkün kılan helikopterler devreye sokuluyor. Sonuç? Okyanuslardaki büyük balıkların yüzde doksan (90%)’ı yok olma tehlikesi yaşıyor! İlk bulunduklarında çok iyi fikirler gibi görünseler de, bu uygulamalar, daha büyük tekneler ve daha az sayıda balıkçıyla yüksek miktarlarda deniz mahsulü avlayarak daha fazla etin daha düşük fiyatlara üretilmesini ve işletmelerin kȃrlarının yükselmesini sağlamanın yanında, insan sağlığını tehlikeye atıyor, denizlerdeki genetik çeşitliliğin uzun vadeli istikrarını ciddi oranlarlarda tehdit ediyor.

Bütün bunlara son zamanlarda Türkiye’de sıkça gündemde olan yiyecek sahteciliklerini de eklemek gerek. Gıda ve Tarım Bakanlığı tarafından bu hafta yapılan bir açıklamada, sucuk, kavurma ve tulum peynirinde 6 firma ile ilgili olarak taklit ve hile görüldüğü ve yüzde yüz dana eti olarak tanıtılan sucukta “kanatlı eti”, pişmiş dana kavurmada “tek tırnaklı eti”, ve soyulmuş sosislerde “yabancı doku ve iç organ” tespit edildiği belirtildi. Ülkemize de getirilen bu ürünleri artık nasıl güvenle tüketiriz, kime nasıl inanırız bilmek zor.

Günün sonunda insan kendine sormadan edemiyor: Biz ne yapıyoruz böyle? Besleneceğiz diye bu kadar acımasız olmamız gerekiyor mu? Bu besin kaynakları hakkında giderek artan kaygılar, bizi daha iyi alternatiflere yöneltmesi gerekirken neden hiçbir adım atmıyoruz?


Çise Ünlüer (15 Nisan 2012)
ciseunluer@gmail.com


06/04/2012

Alpler’in Eteklerinde Bergamo




Bergamo, İtalya’nın Lombardiya bölgensinde, merkezi Milano’nun 40 kilometre kuzeydoğusunda yer alan, yaklaşık 120 bin kişinin yaşadığı, İtalyan kültürünü seven ve merak eden herkes için görülmeye değer bir şehir.

Yukardaki eski ‘Citta Alta’ ve aşağıdaki modern ‘Citta Bassa’ olarak ikiye ayrılan kısımları ile şehir denizden 250 metre yukarda yer alıyor. Yukarı şehir olan Citta Alta çevresinde 16. yüzyıldan kalma surlar şehri adeta kucaklaycak şekilde sarıyor. Bu bölgede ikematgahlara çok büyük talep olduğu için ev ve daire fiyatları İtalya ortalamasının çok üzerinde. Bölgede yaşayan insanların maddi sıkıntılardan uzak rahat hayatlar sürdüklerini mağazaların vitrinleri arasında dolaşırken keyifle gezdirdikleri köpeklerinden ve saatlerce zaman geçirdikleri zevkli kafelerden anlamak mümkün.

Citta Alta'da 14. yüzyılda Milano Dükleri Viscontiler tarafından yapılan Cittadella (iç kale), 6200 metre uzunlukta şehrin çevresini kuştatan Mura Veneziane (Venedikliler surları), eski meydan Piazza Vecchia, ve 12. yüzyıldan kalama cephesinde süslü pencereler üzerinde Venedik devlet sembolü olan San Marco aslanı bulunan Palazzo della Ragione’yi ziyaret edebilirsiniz. Bergamo'nun modern merkezini oluşturan aşağı şehir Citta Bassa'da ise 19. yüzyılda eski Bergamo'yu diğer Lombardiya şehirlerine bağlayan ana yol üzerine "Borghi" adı verilen asil ve zenginler için yapılan konak ikematgahları yer alıyor. Bunlardan Borgo Palazzo, San Leonardo, ve Santa Caterina görülmeye değer. Ayrınca Carrara Güzel Sanatlar Akademisi Resim Galerisi ve GAMEC Modern Güzel Sanatlar Galerisi de aşağı şehirde bulunuyor. Alışveriş yapmak isteyenlerin uğrak noktası ise merkezde bulunan ana alışveriş ve pazar caddesi Via 20 Settembre.

Şehrin güzelliğini en iyi şekilde görebilmek için yukardaki surların etrafından aşağıya bakmak yetiyor. Burdan Alpler’in eteklerinde yemyeşil tepelerin arasında oturan şehrin tarihi mimarisini, ve araç girmeyen taş sokaklardaki insanları gördüğünüzde Bergamo’da olmanın verdiği mutluluk içinizi dolduruyor. Merkezinde şehrin en kalabalık noktalarından biri olan meydanı yer alıyor. Meydandan araya doğru dağılan sokaklarda İtalyan kültürüne özgü yemek yerleri ve vespa mağazalarını görmek mümkün. Burdan da anlaşılacağı gibi, İtalya’nın diğer birçok şehrinde olduğu gibi Bergamo’nun her noktasında vespa süren insanlara rastlıyorsunuz.

Şehrin içini oluşturan ve inanılmaz bir tarih barındıran dar ve taşlı yollardaki tahta pancurlu ve küçük balkonlu evlerin arasında dolaşırken etraftaki çeşitli unlu mamülleri vitrinlerinde sergileyen küçük fırın ve marketleri görmezden gelmek imkansız. Aniden taze pişmiş rengarenk sebzelerle donatılmış pizzalar ve birbirinden güzel görünen lezzetli tatlılar arasında seçim yapmaya çalışırken buluyorsunuz kendinizi. Hatta bu kadar seçenek arasında kalmışken birçok fırının kendi hazırladıkları ürünlerinin yanında raflarında bulunan paketlenmiş türlü türlü organik makarnalar dünyanın başka hiçbir yerinde olmayacak kadar çeşitli ve renkli bir görüntü oluşturuyor.

Şehir içi otobüsle ulaşım en kolay ve pratik seçenek olduğundan tercih edilebilir ancak yeni bir şehri keşfetmenin en iyi ve en zevkli yolunun şehrin sokaklarında yürüyerek ve havasını soluyarak olduğunu vurgulamak gerek. Bergamo şehir merkezinden her gün 05.49-00.10 arası; havaalanından ise 06.08-00.28 arası çalışan ve Bergamo tren istasyonuna da uğrayan otobüs yolcuğu ortalama 10 dakika sürüyor. Her 30 dakikada bir olan otobüslerin ücreti ise tek yön 2 Euro.

Doğruyu söylemek gerekirse uçakla Bergamo’ya gelen nerdeyse herkes, şehrin havalimanı Orio al Serio’dan direk olarak kalkan Milano otobüslerine biniyor ve Bergamo’yu görmeden ayrılıyor. Nerdeyse uçaktan iner inmez karşınıza çıkan bu otobüslerle 1 saatte Milano’nun merkezine varmak mümkün. Bu otobüs firmalarının sağladığı servislerden yararlanmak için ister otomatik makinelerden ister bilet gişelerinden yolculuk biletlerini temin edebiliyorsunuz. Bir diğer opsiyon olarak Bergamo şehrindeki tren istasyonundan tren alarak da gidilebiliyor Milan’a, hem böylece Bergamo’yu da görme fırsatını yakalıyorsunuz.

Bergamo, diğer birçok küçük şehir gibi, gittikleri ülkerleri kısa bir sürede hızlı bir şekilde görmeyi amaçlayan çoğu turistin rağbet ettiği popüler gezi kitaplarında yer almasa bile, kesinlikle görülmesi gereken, insanı sunduğu kültür ve güzellikleriyle içine alan, gezdikçe insanın içini huzurla kaplayan bir şehir.

İtalya’ya yolunuz düşerse, doğası, tarihi ve insanları ile dört dörtlük Bergamo’yu görmenizi tavsiye ederim. Temelde düşük maliyetli havayollarının tercih ettiği Orio al Serio Havalimanı küçük olmasına rağmen dinamik bir yapısı var. Buraya varan en önemli firmalardan biri olan Ryan Air’e ek olarak Pegasus Havayolları ile İstanbul’dan direk ve diğer şehirlerden aktarmalı olarak Bergamo’ya ulaşmak mümkün.


Çise Ünlüer (8 Nisan 2012)
ciseunluer@gmail.com