Arayın, Yeşil Hayatı Tarayın...

24/02/2012

Kasa Fişlerindeki Tehlike



Bundan birkaç sene evvel sigaranın kalp-damar hastalıklarının bir numaralı sebebi olduğu ve kanserlerin çoğunun sigara ile ilişkili olduğu konusunda çok az bilgimiz vardı. Hatta sigara bazı doktorlar tarafından tedavi amacıyla tavsiye bile edilebiliyordu! Ancak yaygınlaşan kullanımına bağlı olarak yapılan araştırmalar sayesinde günümüzde sigaranın çeşitli ölümcül hastalıklara neden olduğunu bilmeyen yok.

Bugün buna benzer bir tehlike ile yüzleşiyoruz: Bisfenol A, veya kısaca BPA. Her ne kadar da kimya endüstrisi tarafından her yıl milyonlarca tonu kullandığımız sayısız ürünlere karıştırılsa da, BPA vücudumuzun alışık olmadığı yabancı bir madde. 2004 yılında Amerika’da yapılan bir araştırma sonucunda halkın yüzde doksan üç (93%)’ünün vücudunda BPA’ya rastlanmıştır. Çeşitli araştırmalara göre, çocuk ve erişkinlerin vücutlarına bir günde giren BPA miktarı kilo başına 0.03-0.07 mikrogram arasındadır. Bu değer biberonla beslenen çocuklar için 0.08 mikrogramdır. Hayvanlarda yapılan araştırmalar, insanların tolere edebileceği günlük BPA miktarının kilogram başına 0.01 miligramın altında olması gerektiğini göstermektedir. Ancak üreme sağlığının bu miktarın altında bile etkilenebileceğini gösteren pek çok araştırma vardır.

Daha önce pet şişeler, biberonlar ve damacanalardaki BPA’nın sağlığımız üzerindeki tehlikesinden bahsetmiştik. 15 ülkeden 60 bilim adamının, Avrupa Gıda Emniyeti İdaresi (EFSA)’ya yazdıkları açık mektupta, BPA'nın başta bebek ve hamileler olmak üzere tüm insanların sağlıkları için ciddi bir tehdit oluşturmasından duydukları endişeyi dile getirmesiyle, ABD'de birçok eyalet, Kanada, Danimarka ve Fransa da dahil olmak üzere birçok ülke çıkardıkları kanunlarla BPA'nın biberonlarda kullanılmasını yasaklamışlardır. Bu ülkelere ek olarak Japonya, BPA’nın kullanımını 1998’de durdurmaya başladı ve 2003’de tamamen sonlandırdı.

Kısaca bir hatırlatma yapacak olursak, BPA, cep telefonları, su ısıtıcıları, kahve makineleri, bilgisayarlar, CD ve DVD'ler, motosiklet kaskları, diyaliz ekipmanı, diş dolgu ve protezleri gibi tıbbi malzemelerde polikarbonat şeklinde; ve metal yiyecek kutularının iç yüzeyinde epoksi resin şeklinde bulunuyor. BPA bu şekillerde zararsız ama bileşiminde bulunduğu ürünlerden serbestleşebiliyor ve sindirim sistemi aracılığıyla vücudumuza girebiliyor. Bunun en yaygın örneği plastikten yapılmış biberon ve kapların sıcak suyla temasları halinde BPA'nın süt veya mamaya karışması.

Ancak BPA sadece bu kaplarda değil, hergün hepimizin elinden düşmeyen kasa fişleri, bankamatik çıktıları ve faks belgeleri gibi günlük hayatta kullandığımız termal (madeni bir parayla çizildiğinde rengi değişen) kağıtlarda çok yüksek miktarlarda bulunuyor. Amerikada’ki Environmental Health Perspectives dergisinde yayınlanan bir araştırmaya göre insanların maruz kaldıkları BPA miktarı arttıkça kandaki erkeklik hormonu olan testosteron düzeyleri de değişme gösteriyor.

Peki fast food restoranları, marketler, benzin istasyonları, bankamatikler ve postane gibi kuruluşlardan toplanan fişlerdeki BPA’nın kağıtla teması olanlara kolayca geçmesi ne anlama geliyor? Temas edilen kağıttan ele bulaşıp daha sonra ağız yoluyla veya deriden emilerek insan vücuduna giren BPA’ya en fazla maruz kalan ve dolayısıyla en  en büyük risk altında olanlar kasiyerler. Yapılan çalışmalar, kasiyerlik ve benzeri işlerde görev alan çalışanların vücudunda diğer insanlara göre yüzde otuz (30%) daha fazla BPA bulunduğunu ortaya koyuyor.

İnsanlardaki hormon sistemini bozan bir madde olan BPA kadın seks hormonlarının etkilerini artırmanın yanında erkek seks ve tiroit hormonlarının etkilerini ise azaltıyor. Bu dengelerdeki değişiklik daha sonra kendisini öğrenme ve davranış bozuklukları olarak da ortaya koyuyor. Doktorlar, BPA’nın özellikle saldırganlığı arttırdığı ve öğrenmeyi güçleştirdiği konusunda uyarmakla kalmıyor, bu kimyasalın obezite, diyabet, astım, ve kalp-damar hastalıkları ile de bağlantılı olduğunu vurguluyor. Vücutta zamanla toplanan BPA, kadınlarda meme, erkeklerde ise prostat kanseri riskini arttırıyor.

Aslında BPA’nın esas olarak insan genleri üzerinde olan kalıcı etkilerine ve bunun sonuçlarına yoğunlaşmak gerekiyor. Meydana gelebilecek herhangi bir sorunu engellemek için gereksiz fişlerin toplanmaması ve saklanmaması gerekiyor. Özellikle çocuklara tutması ve oynaması için asla fiş verilmemeli, fişlerle temastan sonra eller iyice yıkanmalı. Ancak unutmamak gerek ki fişlerle temastan sonra alkol bazlı el temizliyecilerin kullanılmaması gerekiyor çünkü bu ürünlerin BPA’nın vücut tarafından emilimini arttırdığı kanıtlanmıştır.

Ülkemizde de bu bilinç yerleşene kadar fiş kullanımını azaltmanın yanında alabileceğimiz birkaç önlem daha var. Öncelikle plastik yiyecek ve içecek kapları yerine camdan yapılmış olanlar tercih edilmeli, BPA ihtiva eden biberonlar asla kullanılmamalıdır. Metal kutulardaki yiyecek ve içecek tüketimi en aza, mümkünse sıfıra indirilmelidir. Plastik kaplardaki sıcak yiyecek ve içeceklerden özellikle kaçınılmalı, çizilmiş ve hasara uğramış plastik kaplar elden çıkarılmalıdır.


Çise Ünlüer (26 Şubat 2012)
ciseunluer@gmail.com

17/02/2012

Dünyanın En Yüksek Binası: Burj Halife




Bugün sizlere gerek yüksekliği, gerek mimarisi ile göz kamaştıran bir yapıdan bahsetmek istiyorum. 828 metre uzunluğunda Dubai’nin simgesi haline gelen ve şu an dünyanın en yüksek binası olarak kabul edilen Burj Khalifa, yani Burj Halife’yi görmeden ve üzerine çıkmadan Dubai’yi görmüş sayılmazsınız! Yapımı 4 Ocak 2010’da tamamlanan bina adını Birleşik Arap Emirlikleri başkanı Halife Bin Zayed El Nahyan’dan almış.

Ziyaretçi girişi Dubai Mall’dan yapılan Burj Halife girişinde ülkenin başbakanı Mohammed bin Rashid Al Maktoum’a ait olan bir söz altın harflerle gelenleri karşılıyor: “No matter how big the challenge, strong faith, determination and resolve will over come them”. Yani zorluk ne kadar büyük olursa olsun, güçlü bir inanç, azim ve kararlılık üzerinden gelebilir. Yapımında 12,000’den fazla işçi ve müteahhit çalışan, içerisinde 200 den fazla kat bulunduran Burj Halife’nin yapımı da bu sözün iyi bir örneği.

828 metre yüksekliğindeki Burj Halife’nin yapımından önce dünyanın en yüksek binasi olan Tayvan’ın Taipei 101 binası 508 metre, hemen ardına gelen Çin’deki Shanghai World Financial Center 492 metre, Hong Kong’daki International Commerce Center ise 484 metre yüksekliğinde. Binanın baş mimarı ve yapı mühendisi esas merkezi Chicago’da bulunan Skidmore, Owings and Merrill LLP (SOM)’da çalışan Adrian Smith ve Bill Baker. Yapımında sertleştirilmiş beton kullanılan binada yükselirken alanı azaltacak ve incelen bir siluet yaratacak taban levhaları bulunuyor. Yapı ortasında binanın 156. katına kadar uzanan spiral merkezi bir beton çekirdek ve bu beton çekirdek üzerinde yükselen çelik bir makas yer alıyor. Üç ayaklı bir tasarım örneği teşgil eden binada dev bir metal sarmal baca yapının ortasında belli bir noktadan başlayarak en tepesine kadar çıkıyor.

Yapımı 4.1 milyar dolara mal olan gökdeleni ziyaret edenlerin yukarıya çıkmadan önce girişteki bilet gişesinden belli bir miktar ödeyerek bilet almaları gerekiyor. Ancak binaya olan talep o kadar büyük ki ancak 2-3 gün sonrasına yer bulabiliyorsunuz. Oysa aynı anda yüzlerce kişi binanın en üst noktasına çıkıp yukarda birkaç dakika geçirdikten sonra aşağı iniyor, bu tecrübe toplam 1 saatten fazla sürmüyor. Binaya çıkmak için kullanılan asansörler saniyede 10 metre çıkabilecek hızda olduklarından kısa bir sürede binanın en üst noktasına ulaşabiliyorsunuz. Ama yine de sabahtan akşama kadar ziyaretciler için ayrılmış tüm zaman dilimleri dolu. Tabii gelir gelmez beklemeden binaya çıkmak isteyenler normal bilet fiyatının 5 katı miktarda bir ücret ödeyerek o an çıkma şansını elde edebiliyorlar.

Gelenleri 124. kattaki dünyanın halka açık en yüksek ve terası bulunan gözlem katına taşıyacak olan asansörlere binmek için sıra bekleyen ziyaretçilerin hem bu süre boyunca sıkılmaması hem de bina hakkında bilgi sahibi olmaları için bekleme alanalarında Burj Halife ile ilgili birçok ilginç bilgi içeren yazılar ilgi çeken animasyonlar şeklinde duvarlara yansıtılıyor. Burda öğrendiklerimden kısa bir derleme yapacak olursak: Burj Halife 95 kilometre uzaktan bile görünebiliyor. Yapımında kullanılan 31,400 ton inşaat demiri dışında kullanılan betonun toplam ağırlığı 100,000 tane filin ağılırlığına denk geliyor. Binanın dış cephesinde 24,000 ayrı ayrı kesilmiş cam paneller kullanılmış. Binanın duvar alanı 17 tane futbol sahası büyüklüğünde. Bina bünyesinde 57 asansör, 1044 daire, ve 160 lüks otel odası ve suit bulunduruyor.

Her ne kadar da bu şekilde sınırları zorlayan yapıların çevreye verdiği zararın göz ardı edilmemesi gerektiğini düşünsek bile, Burj Halife’nin dikkate alınacak birkaç “çevreci” yanı var. Bunlardan biri ülkedeki su sıkıntısına koyduğu katkı. Binanın soğutulması işlemi boyunca ortaya çıkan kondens (yoğuşmuş su) toplanarak etraftaki bitkilerin sulamasında kullanıldığından normalde bu işlem için gereken su tasarruf yapılmış oluyor. Bu yöntem sayesinde her yıl 15 milyon galon su sürdürülebilir bir plan çerçevesinde toplanıyor.

Dubai mimarisini sert bir dille eleştiren ünlü Alman mimar Albert Speer Jr tarafından “tamamen kendini beğenmişlik projesi” olarak tanımlanan binanın tepesindeki gözlem kulesinden bakıldığı zaman Dubai göz alıcı mimarisi ile akıllarda kalan bir intiba bırakıyor. Bir gün Birleşik Arap Emirlikeri’ne yolunuz düşerse, dünyanın mimari zirvesi Burj Halife’den Dubai’yi izlemenizi tavsiye ederim.


Çise Ünlüer (19 Şubat 2012)
ciseunluer@gmail.com


10/02/2012

Yiyecek Bankaları ve Paketlemeler




“Tabağında yemek bırakma yoksa arkandan ağlar” diyen annelerimizin ne kadar haklı olduğunu büyüdükçe daha iyi anlıyoruz çünkü artık arkamızdan ağlayanların sayısı koca bir kıta nüfusuna ulaştı. Öyle bir tezatla karşı karşıyayız ki insanın mantığına sığmıyor: Bir köşede yiyecek bulamadığı için açlıktan ölen, diğer bir köşede  yiyecek bolluğundan kurtulmaya çalışırken anoreksiya ve benzeri ölümcül hastalıklara yakalanan insanlar...

Bu haftanın konusu her yıl tonlarcası çöpe giden ve bu şekilde iklim değişikliğini de hızlandıran yiyecekler. Sadece Amerika’da geçen yıl 30 milyon ton yiyeceğin kullanılmadan çöpe gittiğini biliyor muydunuz? Kişi başı 90 kilo yiyecek anlamına gelen bu miktar sadece boşa giden yiyecekler açısından değil, bu yiyeceklerin üretimi sırasında tüketilen enerji açısından da küresel ısınmayı tetikliyor. Bunlara ek olarak ülkemizde de büyük bir sorun teşkil eden çöp sorunu da gittikçe ciddileşiyor çünkü artık çöpümüzü atacak bir yer bulmakta gittikçe zorlanıyoruz. Bir de unutmamak gerek ki yiyecekler çöpe atıldığında iklim değişikliğine sebep veren karbondioksitten yirmi kat daha güçlü bir gaz olan metan gazı salımına neden oluyorlar, ki bu da hafife alınacak bir durum değil!

Bu konuda çözüm geliştirmek için harekete geçen ABD Manavlar Birliği, “Yiyecek Bankları” adı altında başlattıkları girişim bünyesinde hala yenebilecek durumdayken çöpe atılan yiyecekleri kabul ediyor ve bu şekilde çöpe atılan yiyecek sorununu kökünden temizlemeyi hedefliyor. Tabii bu düşünüldüğü kadar kolay bir girişim değil. Önemli olan uzun vadede her bir bireyin gerçekten tüketebileceği kadar yiyecek alması alışkanlığının yerleştirilmesine katkı koymak. Bu durumda fazladan gelen yiyecekler önemli bir miktarda azalacak ve boşa gitmek yerine yiyecek bankalarına ve burdan da ihtiyacı olanlara bağışlanacak.

İnsan düşünmeden edemiyor, neden bu veya benzeri girişimler ülkemizde de uygulanmasın? Her ne kadar nüfusumuz daha az olsa da, kullanılmadan çöpe giden her yiyecek dünyadaki gittikçe büyüyen açlık sorununu artırıyor ve farkında olsak veya olmasak hepimizi yakından ilgilendiren küresel ısınmayı tetikliyor. Bu duruma getirilecek bir başka çözüm ise yiyecekleri çöpe atmak yerine hayvanlara vererek veya kompost yaparak bireysel olarak katkı sağlamak. İşte birkaç basit tavsiye: Artan ekmek veya kuru baklagil gibi yiyecekler kuşların ulaşabileceği pencere kenarlarına bırakılabilir, fazladan yapılan yemekler komşular ile paylaşılabilir veya daha sonra hayvan yetiştiricilerine ulaştırılabilir, artan sütler sokak kedilerine verilebilir, alışveriş yaparken ihtiyacımız kadar alınabilir, bahçeli evlerde biyolojik atıklar ayrılarak küçük öbekler halinde toprağa gömülebilir, ve en basiti sadece ihtiyaç duyulan kadar tüketerek yiyeceklerin tabaktan çöpe gitmesi önlenebilir.

Yiyeceklerden bahsetmişken hızlı hareket eden günlük yaşamda düşünmeden tükettiğimiz hamburger, patates kızartması, ve patlamış mısır paketlerinde bulunan kimyasal maddelerin insan sağlığı üzerindeki olumsuz etkilerinden de bahsetmek istiyorum. Kanada’daki Toronto Üniversitesi tarafından yapılan bir araştırmaya göre bu yiyeceklerin etrafındaki paketlerde bulunan kimyasal maddeler yiyeceklere ve buradan da yiyen kişilerin kanına geçiyor. Gerçekte su ve yağı geçirmedikleri için yiyecek paketlemesinde tercih edilen bu kimyasallar, leke tutmaz elbiselerde, yapışmaz tencere ve tavalarda, alev geciktiricilerde, ve halı ve kumaşlarda da yüzey koruyucu olarak bulunuyor.

Araştırmanın bir parçası olarak incelenen yiyecek paketlemelerinde kullanılan polyfluoroalkyl phosphate esters (PAPs) ve perfluorinated carboxylic acids (PFCAs) ağız yolu ile farelere verildikten sonra birkaç hafta geçtiğinde bile bu kimyasalların farelerin kanında yüksek miktarlarda bulunduğu ve hormon dengesi ve kolesterolü etkilediği anlaşılıyor. Sonuç olarak bu kimyasallara maruz kalan farelerde gelişme geriliği, tümör oluşumu ve erken ölümler gözleniyor.

İnsanlarda da kısırlık ve troit hastalığına neden olmakla birlikte çeşitli kanser türlerine de yol açtığı bilinen kimyasalların, bağışıklık hücrelerini azaltarak bağışıklığı baskıladıkları görülmüştür. Bazı durumlarda anneyi etkilemeyen miktarlarının bile daha sonraki nesilde ölümlere yol açabileceği de gösterilmiş, büyümeyi, üremeyi ve birçok metabolik olayı düzenleyen hormonlara ciddi hasar verdikleri kanıtlanmıştır.

Peki bu bizim için ne anlama geliyor? Kısaca özetlemek gerekirse, bu kimyasallar çeşitli yollardan insan kanına karışıyor ve ciddi sağlık sorunlarını tetikliyor. Ancak araştırma bu kimyasalların tek kaynağının yiyecek paketleri olduğunu göstermiyor. İnsanlarda saptanan bu kimyasalların başka kaynakları olması da elbette mümkün ve yiyecek paketlerindeki PAP da bu kaynaklardan biri. Buna göre, yağ geçirmez niteliğe sahip yiyecek paketleri ve yanmaz tavalar olmak üzere PAP içeren ürünlerden uzak durulmalı, özellikle hamile kadınlar ve çocuk yapmak isteyen çiftler için tehlikenin daha büyük olabileceği unutulmamalıdır.


Çise Ünlüer (12 Şubat 2012)
ciseunluer@gmail.com


04/02/2012

Yenilenen Dünyada Yenilenebilir Enerji




Bugün sizlere yenilenebilir enerji sektöründe geçtiğimiz yıl göze çarpan ve gelecek vaadeden birkaç projeden bahsetmek istiyorum.

Plastik şişeden bedava ampul

İşte basit bir girişimin insan hayatı üzerinde ne kadar büyük bir etki yaratabileceğinin inanılmaz güzel bir kanıtı. Filipinler'in başkenti Manila’da gerçekleşen yaratıcı bir buluş sayesinde içine sadece su ve çamaşır suyu konulan eski plastik şişelerle evlerin aydınlatılması sağlanıyor. Bu kadar basit bir girişimle aydınlanmak nasıl olur diye soracak olursanız: Bunu mümkün kılmak için önce plastik şişeler genellikle tenekeden yapılmış çatılarda kesilen delikler içerisine yerleştiriliyor, ardından içlerine su ve çamaşır suyu karışımı dolduruluyor. Basit ama bir o kadar etkili olan bu buluş sayesinde güneş ışığı açılan delikten dikey olarak içeriye giriyor ve 360 derece yansıyarak bulunduğu ortamı aydınlatıyor.

İçerisinde su ve çamaşır suyu bulunduran plastik şişeleri 55W ila 60W arasında ışık veren ampullere dönüştüren girişimci, buluşunu güneş enerjisini en ekonomik kullanan buluş olarak nitelendiriyor. Plastik şişeden elde edilen ampullerin ömrü ise yaklaşık 10 ay. Manila’da ortaya çıkan bu buluşu yoksul kitlelere kazandırmak isteyen Massachusetts Institute of Technology (MIT) öğrencileri projeyi geliştirme yolunda gerçekleştirdikleri çalışmalar sayesinde söz konusu ampullerin 5 yıla kadar dayanmasını sağlamayı hedefliyorlar.

Oldukça kuvvetli bir ışık sağlayan plastik şişelerin ekonomik olmalarının yanında, Manila’nın yüzde doksan (90%)’ını oluşturan yoksul kesimin yaşam standardını da doğrudan etkileyecekleri kesin. Tabii sadece Filipinler değil, projenin düşük gelirli başka ülkeler için devrim niteliğinde olduğu düşünülüyor. Tüm dünyada gündüz elektrik için daha az para harcanması anlamına gelen proje ile yoksul ailelerin yiyecek ihtiyaçlarını karşılamaları da kolaylaştırılmış olacak. İçi sadece bir litrelik su ve çamaşır suyu karışımı ile dolu plastik şişelerden sadece Manila’da 10 bin tane üretilmesi planlanıyor.

Binaların ısıtılmasında çığır açan proje

Gelelim geçtiğimiz aylarda haberlerde yer alan başka bir güzel gelişmeye. İsveç`in başkenti Stockholm’daki metro ve otobüs gibi toplu ulaşım araçlarında yolcuların nefesinden enerji üretileceğini duydunuz mu?  Bu alanda hazırlanan proje kapsamında, İsveç'te tren ve otobüs garından gelen-geçen yüzbinlerce kişinin nefes buharı ve vücut ısısı bir havuzda toplanılarak su ısıtma sistemiyle birleştirilecek.

Stockholm’un merkezi tren istasyonundan günde yaklaşık 250 bin insan geçiyor. Bu insanlar istasyonda geçirdikleri zaman boyunca gerçekleştirdikleri aktiviteler sayesinde ısı meydana getiriyor. Bu şekilde toplanan enerji ile ısıtılan sular borular vasıtasıyla Stockholm’un merkezinde yer alan binalara pompalanarak binaların ısıtılması sağlanacak. Bu sistem sayesinde binaların ısınmasında kullanılan enerji talebini yüzde yirmi beş (25%) oranında azalmasına kesin gözle bakılıyor.

Türkiye güneş ve rüzgardan enerji üretecek

Gelelim daha yakımıza. Türkiye Enerji Piyasası Düzenleme Kurulu (EPDK)’nun güneş enerjisi santrallerine yönelik hazırladığı, güneşten elektrik üretmek için lisans başvurularının nasıl yapılacağına yönelik yatırımcılara bilgi sunan düzenlemeye göre güneş enerjisine dayalı her bir üretim tesisi için yapılacak yatırım başvurusunun kurulu gücü 50 mw'yi geçemeyecek ve başvurular en yakın trafo merkezine yapılacak.

Peki Türkiye’de bu alanda yatırım yapmak isteyenlerin geçeceği süreç neleri içeriyor? TEİAŞ (Türkiye Elektrik İletim Anonim Şirketi) ve Enerji Bakanlığı’nın güneş enerjisi santrallerinin bağlanacağı trafo merkezleri ile kapasitelerini bildirmesi ile yatırımcılar ilgilendikleri bölgelere yönelik belli bir süre güneş ölçümleri yaparak sonuçları ile birlikte EPDK'ya başvuracak.

2011’in Ağustos ayında açıklan düzenleme kapsamında kampüslerinde kendi elektriklerini üretmenin yanında araştırma-geliştirme faaliyeti göstermek isteyen kurumlara yönelik kolaylık sağlanacak. Buna göre, “Kanunla kurulmuş araştırma ile yüksek öğretim kurumlarının, bilimsel araştırma geliştirme ve eğitim faaliyetleri kapsamında aynı dağıtım bölgesinde olmak, kendi ihtiyaçlarını karşılamak ve azami 10 mw kurulu gücü geçmemek kaydıyla yerleşkelerinde nükleer, yerli ve yenilenebilir enerji kaynaklarına dayalı elektrik üretim tesisi kurmak amacıyla uhdelerindeki anonim ya da limited şirketleri vasıtasıyla yapacakları lisans başvurularında” kolaylık sağlanacak.
Ülkedeki enerji kaynaklarının geliştirilmesi açısından büyük önem taşıyan by adımı atan EPDK başkanı Hasan Köktaş’a göre bugün 1600 megavatlara ulaşan rüzgar santralı kurulu gücünü uzun vadede 20 bin megavatlara, güneşte de sıfırdan başlayıp önce 600 megavata, sonra da çok daha büyük güçlere çıkarmak üzere bir sistem tasarlanmakta. Bu düzenleme sayesinde güneş yatırımcılarının neyi nasıl yapacaklarını, nasıl yarışacaklarını ve hangi kriterlere uymak zorunda olduklarını görerek yol alacakları kesin.


Çise Ünlüer (5 Şubat 2012)
ciseunluer@gmail.com