Arayın, Yeşil Hayatı Tarayın...

27/10/2011

Artan Nüfusta Kadının Rolü




Sembolik olarak 31 Ekim’de “kutlanacak” olsa da, dünya nüfusu artık 7 milyarı aştı! Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu (UNFPA)’ya göre şu andaki büyüme hızıyla her yıl yaklaşık 78 milyon insanın eklendiği dünya nüfusu, bu birkaç gün içerisinde 7 milyar sınırını hızla geçecek.

Ağlanacak halimize gülüyoruz misali, bu büyük “başarı”yı kutlamak amacıyla, dünya üzerindeki 7 milyarıncı bebeğin nerede doğacağını da tam olarak kestiremeyeceğimizden, bu önemli günde dünya genelinde çeşitli etkinlikler düzenlenecek ve bu doğrultuda her ülkede 31 Ekim günü doğacak ilk bebek, dünya üzerindeki "7 milyarıncı insan" olarak tarihe geçecek. Bu özel günde, dünyanın geri kalanı ile paralel olarak Türkiye'de de Sağlık Bakanlığı ve Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu tarafından düzenlenecek bir etkinlikle "Türkiye'nin 7 milyarıncı bebeği" belirlenecek.

Rakamlarla dünya nüfusuna bakacak olursak, Türkiye nüfusunun 31 Aralık 2010 itibariyle 73.7 milyon olduğunu düşünecek olursak, küresel nüfus her yıl en az bir Türkiye kadar artıyor! İşin daha korkunç yanı ise bu büyümenin yüzde doksan yedi (97%)’sini az gelişmiş ülkelerde meydana gelen doğumların oluşturuyor olması.

Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin tümünü göz önünde bulundurursak, dünya genelinde ortalama yaşam süresi 1950 yılında 48 iken, bu rakam bugün 69 civarındadır. Yani insanlar hem daha uzun yaşamakla kalmıyor, hem de bu yaşamları boyunca eskiye göre daha fazla çoğalıyor. Gelecekle ilgili yapılan tahminlere göre mevcut nüfusun aynı hızda artması durumunda dünya nüfusu 2025 yılında 8 milyara ulaşacak, 2050 yılında 9 milyarın üzerine çıkacak ve bu yüzyılın sonuna varmadan 10 milyarı aşacak.

Peki bu dengesiz büyümenin başlıca nedenleri neler? Gelişmiş ülkelerde doğum oranlarının düşük olması, ve bazı ülkelerde ölümlerin dogumlardan fazla olması nedeniyle nüfusta biraz azalma olmasına rağmen dünya nüfusunun genelde hızla artıyor olması düşündürücü. Ancak dünya nüfusunun en kalabalık olduğu Asya ülkelerinde durum çok farklı. Bugünkü 1.2 milyarlık nüfusu ile Çin ile yarışan Hindistan’ın, 2025 yılına kadar Çin’i geçerek dünyanın en yüksek nüfuslu ülkesi olması bekleniyor. Bu kontrolsüz artışın ülkedeki eşitsizliği daha da artıracağı ve sosyal gerginliğe neden olacağı kesin.

Asya’nın en kalabalık üç ülkesi olan Çin, Hindstan ve Endonezya’nın toplam nüfusu yaklaşık 3 milyara denk geliyor. Bu rakam nerdeyse dünya nüfusunun yarısı! Buna bir de yoksulluğun pençesinde olmalarına rağmen yüksek doğum oranlarıyla başı çeken Sahra Çölü’nün günyeindeki Afrika ülkeleri eklenince bizim de parçası olduğumuz dünya nüfusunu bekleyen büyük tehlike daha net anlaşılabiliyor.

Bu ülkelerdeki en büyük sorunlardan biri 215 milyon kadının istemelerine rağmen aile planlaması ve benzeri sağlık ürünlerine erişimleri olmaması. Her ne kadar da bizden uzak olduğunu düşünsek de, aynı dünyada yaşadığımız bu insanlar aklımıza getirmek istemeyeceğimiz sorunlarla yüzleşmek durumunda. Gelişmemiş ülkelerde yaşayan çok sayıda genç kız başka bir seçenekleri olmadığından küçük yaşlarda hamile oluyor ve çoğu zaman çeşitli hastalıklara maruz kalıyor. Bu kızların birçoğu doğum yaparken ölüyor ya da hayatta kalsa bile kendi çevresi tarafından ayrımcılığa uğruyor.

Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu tarafından hazırlanan "En Az Gelişmiş Ülkelerdeki Nüfus Dinamikleri: Fakirliğin Azaltılması ve Kalkınmada Zorluklar ve Fırsatlar" adlı raporda az gelişmiş ülkelerdeki hızla büyüyen genç nüfus vurgulanıyor. Rapora göre bu ülkelerdeki nüfusun yüzde altmış (60%)'ı 25 yaşın altında. Yapılan araştırmalar, bu genç nüfusun sağlık, eğitim ve iş gibi imkanlara kavuşması halinde ekonomik büyüme ve fakirliğin azaltılmasının mümkün olduğunu göstermenin yanında, bu ülkelerdeki genç kızlara yapılacak yatırımın ise kadınların güçlendirilmesine katkı koyarak çok farklı bir kalkınma payı getirebileceğine dikkat çekiyor.

Özellikle üreme sağlığına ilişkin hizmetlere yapılacak yatırımın kadını güçlendireceği, böylece çocuk sayısına karar verebilen kadınların iş dünyasında da yer alabileceği düşüncesi eğitimin önemini bir kez daha ortaya koyuyor. Gelişmekte olan ülkelerdeki kadınlara eğitim imkanları sunmak erken evliliklerin sayısını azaltmak ve daha az kanyak kullanımını sağlamakla kalmaz, aynı zamanda ülkenin ulusal ekonomisine de güçlü bir katkı koyar.

Özetlemek gerekirse, 31 Ekim'de 7 milyara ulaşması beklenen dünya nüfusunun 855 milyonu üreme sağlığı konusunda yeterli kaynağa sahip olmayan en az gelişmiş ülkelerde yaşıyor. Yüksek doğum oranından kaynaklanan hızlı ve kontrolsüz nüfus artışının bu ülkelerin sağlık ve eğitim gibi hayati alanlardaki kişi başı harcamalarını sürdürmelerini daha da zorlaştıracağı kesin.

Dünya aslında düşündüğümüzden çok daha küçük bir yer. Aynı alanı paylaştığımız farklı kültürden insanların ister istemez sorunlarını da paylaştığımızı er ya da geç anlayacağız. Siz bu yazıyı okurken, dünyada bir milyardan fazla kişi sıklıkla kanalizasyonu ve temiz suyu olmayan gecekondu mahallelerinde yaşam savaşı veriyor. Bu durum zaten sınırlı olan doğal kaynaklar üzerindeki baskıyı artırmakla kalmıyor, açlık, sosyal huzursuzluk ve savaş gibi insan hayatının sonunu getirecek olan olayların ihtimalini artırıyor. Yiyecek, su, ve enerji gibi kaynaklar için birbiriyle savaşmak zorunda kalmayacak gelecek nesiller hepimizin dileği. Bunun mümkün olup olmayacağı ise muamma.



Çise Ünlüer (30 Ekim 2011)
ciseunluer@gmail.com

21/10/2011

Adil ve Sürdürülebilir Su Kullanımı



Toplam 6.8 milyar insanın yaşadığı dünyada bu nüfusun yüzde elli (50%)’den fazlası kentsel alanlarda yaşıyor. Daha geniş çalışma veya eğitim fırsatları için kırsal alanlardan kentlere göç eden insanlar çoğu zaman geldikleri yerlerdeki yaşam şartlarından daha kötü, çevresel açıdan güvenli olmayan koşullar altında yaşamak durumunda kalıyor. Unutmamak gerekir ki, herhangi bir yerleşim yerinde yaşam standartlarını belirleyen etkenlerden biri de temiz suya ulaşım rahatlığıdır.

Bu doğrultuda, su ile bulaşan hastalıkların veya erken ölümlerin önüne geçmek tüm insanlara sağlıklı içme suyu sağlayarak olur. Ancak yüksek yoğunlukta insanların yaşadığı şehirlerde arıtılmadan temiz su sistemlerine katılan evsel ve endüstriyel atık sular yüzünden bu ekosistemlerin dinamiği ve dolayısıyla biyoçeşitliliği bozularak sadece insan hayatı değil tüm canlıların devamı için tehlike arz eden bir durum ortaya çıkıyor. Bu duruma getirilecek herhangi bir çözüm iyi planlanmış atık su şebekeleri ve arıtım sistemlerinin bu yerleşim yerlerine entegre edilmesi ile olur.

Hızla artan dünya nüfusunda Çin’in halkına getirdiği gibi her aileye 1 çocuk kısıtlaması, ilerde yaşanılacak su sorunun önüne geçebilir mi merak konusu. 1.3 milyar nüfuslu Çin’de suyun fiyatı birkaç sene öncesine kadar çok düşük olmasına rağmen hızla büyüyen sanayileşme ve üretim sayesinde suya biçilen fiyat gittikçe artıyor. Artan su fiyatı, daha geniş fırsatlar yolunda kırsal alanalardan şehirlere göç eden insanların hayatını daha da zorlaştırıyor. Peki bu durumda insan hakları hangi noktada devreye giriyor?

Ağustos ayında İsveç’te katıldığım LERU (League of European Research Universities) tarafından organize edilen “Equal and Sustainable Infrastructures” (Eşit ve Sürdürülebilir Altyapılar) konferansına İspanya’dan katılan öğrencilerden biri ülkesinde çok yağmur yağmadığından dolayı özellikle yaz ayları su sorunu çektiklerinden bahsediyor. Bu nedenden dolayı ilkokuldan başlayarak  tüm çocuklar suyu nasıl tasarruf edeceklerine dair eğitim alıyorlar. Tabii günün sonunda insanları eğiterek ancak belli bir noktaya kadar etkili olunabileceğinden bu yöntemin ne kadar etkili oluğu tartışılır. Ancak her şekilde sorunun ciddiyetini tüm topluma anlatmak açısından iyi bir başlangıç olduğu kesin.

Ülkemizde de benzeri eğitimlerin küçük yaştan başlayarak çocuklarımıza verilmesinin, su ve benzeri kayaklarımızın önemini anlamamızda yararlı olacağını düşünüyorum. Örneğin bir çocuk hayatının devamı için suyun ne kadar kritik bir kaynak olduğunu ve dikkatli kullanmazsa yakında tükeneceğini bilmesi gerekir. Bu şekilde davranan çocuklar, yaşları ne kadar küçük olursa olsun, su kullanımı ve tasarrufu konusunda kendilerine düşen sorumluluğu alarak geleceklerinin en büyük tehlikelerinden olan su sorununundan daha az etkilenebilirler, hatta bu yolda çözüm üretmeye çalışabilirler.

Suyun insan hayatının devamı açısından en değerli kaynaklardan biri olduğunun ve yer yüzündeki başka hiçbir şeyin yerini tutamayacağı bilincinin tüm insanlara yerleşmesinin önemi tartışılmaz. Bu noktada, UNESCO Başkanı İrina Bokova’nın 2010’daki Dünya Su Günü’nde söylediği şu sözleri hatırlatmak istiyorum: “İnsan nüfusu ve ekosistemlerin gelişmesi için su temiz olmalı, temiz kalmalı, ve en önemlisi herkes için erişebilir olmalıdır. Su kalitesiyle ilgili sorunları çözmek için geliştirilen yaklaşımlar kirliliği önleme, kontrol etme ve yeniden yapılanma stratejilerine dayalı olmalıdır.”

Su kaynaklarının temizlenmesi ve temiz kalmasında suyu kirleten maddelerin oluşumu ve bu kaynaklarda birikimi ile verilen mücadele karşılaşılan zorluklar arasındadır. Bu alanda ihtiyaç duyulan su arıtma ürünlerine olan talebin tüm dünyada her yıl 5.7% şeklinde artması ve 2013 yılına kadar 59 milar dolar civarına ulaşması bekleniyor. Bu miktar, dünyanın birçok noktasındaki ekonomik büyüme oranın çok üzerindedir.

Avrupa ülkeleri arasında basit bir kıyas yapacak olursak, bugün suya biçilen fiyatın en yüksek olduğu ülke sıralamasında metreküp başına yaklaşık $2 dolar ile Almanya geliyor. Almanya’yı benzer miktarlarla Danimarka, Belçika ve İngiltere takip ederken, dünyanın yenilenebilir tatlısu kaynaklarının yüzde yedi (7%)’sine sahib olan Kanada’da da 1 metreküp suyun fiyatı $0.4 civarı.

Avrupa Birliği’nin su konusunda önceliklerinin başında yoksulluğu azaltmak, insan sağlığını iyileştirmek ve geçim fırsatlarını arttırmak için güvenli içme suyu ve yeterli sanitasyona evrensel erişimi sağlamak geliyor. Bunlara ek olarak nehir, göl ve yeraltı sularının sürdürülebilir ve adil yönetimini sağlamak için gerekli organizasyonların ve altyapının kurulması ve güçlendirilmesi; ve son olarak adil, sürdürülebilir, ve uygun su dağılımının farklı kullanıcılar arasında koordine edilmesi geliyor.


Çise Ünlüer (23 Ekim 2011)
ciseunluer@gmail.com

15/10/2011

Su Yönetimi




Nerde olursak olalalım, yemek, kıyafet, enerji, hijyen gibi tüm ihtiyaçlarımızın ortak paydası: su. Dünya üzerinde içilebilir su miktarının sınırlı olduğunu biliyoruz ve bu bilinçte davranmamız gerekiyor. Bu soruna ancak ekonomik bir yaklaşımla çözüm getirilebileceğine inananlar çoğunlukta.

Dünyanın çoğu yerinde suyun fiyatını artırarak insanların günlük hayatta tükettikleri su miktarının kontrol altına alınabileceği konuşuluyor. Ancak bu durum tartışmasız eşitlik sorunlarını da yanında getirecektir. Böyle bir durumda, maddi açıdan zorluk çeken insanlar yeterli suya erişemeyebilir. Buna getirilecek bir çözüm tüm insanlara belli bir miktar su kullanım hakkı vererek, önceden belirlenen sınırın üzerine geçenlerin bu fazlalığı ödeyeceği bir sistemle olabilir. Bu şekilde gereksiz su kullanımı sınırlandırılabilir.

Her insana belli bir miktar su kullanım hakkı vermek, bir başka değişle insanların kullandığı suyu kısıtlamak, toplam su talebimizi azaltma yolunda olumlu bir adım olacaktır. Örneğin, kendilerine verilen su miktarı limitinin üzerine çıkmamak için insanlar hangi alanda ne kadar su harcaycaklarını kendileri kontrol etmek durumunda kalacağından bu alanda şimdi olduğundan çok daha dikkatli davranacak ve ister istemez su kullanımı konusunda bilinçlenecekler.

Peki bu sistemde suyun fiyatlandırmasını kim ya da hangi kuruluşlar yapacak? Her insana ne kadar su paylaştırıldığını kim kontrol edecek? İlk akla gelen fikir global bir yalaşım ile dünya çapında yapılacak bir anlaşma esasında tüm ülkeler arasında su paylaşımının sağlanması. Fiyatlandırma ise zamanla oluşacak arz-talep ilişkisinin dengeye oturmasıyla belirlenebilir. Bu şekilde suya ödenen fiyatın belirlenmesinde tüm insanlar rol oynayabilir. Tabii bu söylenildiği kadar kolay değil. Su kullanımını kontrol altına almayı hedefleyen herhangi bir çözüm yolunda cevaplanması gerekilen birçok soru ortaya çıkacaktır.

Böyle bir platform ülkeler arası rekabet ortamı yaratabilir. Bugün ülkelerin konumuna göre sahip oldukları su miktarı da değişiyor. Bu suyun her ülkeye adil bir şekilde dağıtılmasının ne kadar mümkün olduğu tartışılır. Eğer her ülkede başta olan yönetim tarafından halka dağıtılacak bir sistem düşünülürse, akılda tutulması gerekilen bir nokta bazı devletlerde ortaya çıkacak olan yolsuzluk ihtimalleridir. Bunun en iyi örneği bugün Afrika’da hale hazırda su sorunu çeken ülkelerdir. Bu nedenle, çözüm yolunda atılacak ilk adım güçlü ve dürüst bir şekilde çalışan devletlerin katılımı ve desteği ile olacaktır.

Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde yaşayan insanlar arasındaki ekonomik güç farkı ve farklı hayat şartları göz önünde buldurularak fiyatlandırma yapılmalıdır. Günün sonunda, Afrika’da işsizlik ve açlıkla savaşan biriyle İsviçre’de rahat yaşam süren birinden aynı ücreti talep etmek doğru bir yaklaşım olmaz. Bu durumda, gelişmiş ülkelerde yaşayan iyi kazançlı insanlara aynı suyu daha yüksek fiyatlardan satmak adil bir yaklaşım mıdır? Herkesin mutlu olacağı adil bir sistem yaratmak için tüm dünyada etkili olacak ama aynı anda yerel şartları da dikkate alacak kararların alınması gerek.

Bireysel su kullanımından çok daha fazla miktarlarda suya ihtiyaç duyan sanayi ve endüstrilere de ne kadar su tedarik edileceği görev verdikleri alanlara göre belirlenmelidir. Özellikle tarımla uğraşan şirketlerin ihtiyaçları doğrultusunda, herhangi bir su sarfiyatını limitleyici ama aynı anda şirketlerin büyümesini mümkün kılacak esnekliği sağlayan ve kullandıkları suyu geri dönüştürmelerini teşvik eden bir sistem geliştirilmelidir.

Dünya üzerindeki sınırlı miktarda olan su kaynaklarını iyi bir şekilde yönetmenin sağlam yatırımlar gerektirdiği kaçınılmaz bir gerçek. Olası bir yeniden yapılanmada gereken düzenin sağlanması için, oluşturulacak olan yerel kontrol merkezlerinden bilgi alınarak global bir sistem altında tüm dünya nüfusunun kullandığı su miktarı kontrol edilebilir, böylece hernagi bir eşitsizliğin önüne geçilebilir. Yani, global bir soruna yerel çözümler getirilebilir!

Bugün ne kadar rahat yaşıyorsak yaşayalım, su sorunu er ya da geç bizi de etkileyecektir. Çok yakın bir tarihte, bu değerli doğal kaynak yüzünden dünya üzerindeki dengelerin beklenilenden çok daha hızlı değişeceğini görmemiz mümkün. Özellikle küresel iklim değişikliği doğrultusunda artan sıcaklar yüzünden normalden daha hızlı eriyen buzullar, atık su yönetimi ve benzeri suyla bağlantılı sorunlara getirilecek olası çözümlerin aciliyetini arttırıyor.

Aslında çoktan vardığımız bir yol ayrımındayız ve buna göre aldığımız kararlar ya sürdürülebilir, ya değil, artık bunun ortası yok!


Çise Ünlüer (16 Ekim 2011)
ciseunluer@gmail.com

07/10/2011

Ozon Tabakasındaki Delik



Geçen gün medyada çıkan bir haber dikkatimi çekti. Nasıl çekmesin, kuzey yarımkürede atmosferin 30 kilometre üzerindeki ozon tabakasında eşi görülmemiş bir delik açılmış! Ve bu deliğin büyüklüğünü duydunuz mu? Tam 2 milyon kilometrekare!

Dünyanın farklı noktalarıdan biraraya gelen bilim insanlarından oluşan 29 kişilik heyetin gözlemleri doğrultusunda hazırlanan ve Nature dergisinde yayınlanan makaleye göre, dünyanın belli noktalarında bahar ayları boyunca yapılan ölçümlerde, ultraviyole ışınlarında yüzde üç ile beş (3-5%) arası artış görüldü. Peki bugüne kadar saptanan en büyük delik olarak kayda geçen ozan tabakasındaki bu zarar, insanlığa ne gibi olumsuzluklar getirecek? Araştırma grubunda yer alan bilimciler, kuzey kutbunda bu kadar büyük bir deliğin oluşmuş olmasını bu güne kadar farketmemiş olmamızın bu bölgedeki sorunları iyi anlamadığımız anlamına geldiğini belirtiyor.

Ne işe yarar bu ozon tabakası diye soracak olursanız, ozon tabakası, güneşten gelen zararlı ışınları emerek yerküreye ulaşan ısı miktarını limitliyor ve dünyanın aşırı ısınmasını önleyen önemli bir işlev görüyor. Ne zaman ki bu mükemmel sistemde bir delik oluşuyor, zararlı zararsız tüm ışınlar karşılarına bir engel çıkmadan dünyaya ulaşıyor. Bu durum dünyayı kendine ev bilmiş tüm canlıların hayatını olumsuz etkiliyor. Bu durumda, cilt kanseri başta olmak üzere aklımıza bile getirmek istemeyeceğimiz birçok farklı sağlık sorunu söz konusu.

Ozon (O3), 3 oksijen atomundan meydana gelen ve havadan daha ağır olduğundan dolayı atmosferin üst katmanında, yani yer yüzeyinden 10-50 kilometre yüksekte bulunan bir gaz. Gökyüzünün mavi renkte görünmesi ve gök gürültülü havalarda dışarıda farkettiğimiz temiz ve ferah bir his uyandıran havadaki koku da bu gaz sayesindedir. Güneşten gelen UV ışınlarından bizi koruyan özelliğinin yanında pek çok alanda yaşam kalitemizi yükselten ozon, dünyadaki en güçlü dezenfektanlardan biri olarak da sayılır.

Tehlikenin boyutunu idrak eder miyiz bilmem ama haberi okuduktan sonra aklıma gelen ilk soru bu deliğin tam olarak hangi ülkeler üzerinde bulunduğu oldu. Böyle bir durumla karşılaşan insan ister istemez ilk olarak beni ve sevdiklerimi nasıl etkiler diye düşünüyor. Böyle düşünen bir tek ben değilmişim ki birkaç gün sonra 700 milyon insanı etkileyeceği söylenilen ozon tabakasındaki deliğin tam olarak nerden geçtiği belirtiliyor.

İstanbul Teknik Üniversitesi Uçak ve Uzay Bilimleri Fakültesi Meteoroloji Mühendisliği Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mikdat Kadıoğlu, ozon tabakasındaki bu değişikliğin Türkiye’yi etkilemeyeceğini belirtti. Yapılan açıklamaya göre seyrelme Türkiye’nin kuzeyinden geçerek Karadeniz’in kuzeyindeki kıyılarından Romanya’ya doğru uzanıyor. Bu durumda Kıbrıs’ın da en azından şimdilik bu delikten etkilenmediğini düşünebiliriz.

Ama bu dikkatsizce davranıp korunmadan güneşe çıkmanın zararsız olacağı anlamına gelmiyor! Güneşin en zararlı ışınları olan UVC ışınlarının kanserojen olduğunu biliyoruz. Bu ışınlar normalde ozon tabakası tarafından tutulduğundan yeryüzüne ulaşmaz diye düşünülüyor. Ancak yukarda da belirtildiği gibi dünyanın farklı noktalarında yer yer incelen ve delinen ozon tabakası bu tehlikeyi gün ışığına çıkarıyor.

Hep sorunu konuştuk şimdi biraz da çözüme yoğunlaşalım diyorsanız işte ozon tabakasını ve kendimizi korumak için bu alanda bireysel olarak alabileceğiniz bazı önlemler. Her fırsatta bir tüketici olarka gücünüzü kullanın ve ozon tabakasına zarar veren kimyasal maddeleri içermeyen “ozon dostu” ürünleri satın almaya özen gösterin. Özellikle CFC ve HCFC içeren spreyleri kesinlikle kullanmayın!

Evlerinizdeki buzdolabı, derin dondurucular, ve klimaların belirli sıklıklarla servisini yaptırın. Bu servisler boyunca yapılan gaz değişimi sırasında mümkünse bu işlemi gerçekleştiren servis elemanını, eski gazın atmosfere salınmasını önlemesi için uyarın. Özellikle bizim gibi sıcak ülkelerde yaşayan insanlar için seyahatte olmazsa olmaz olan otomobil klimalarının soğutucu gaz olarak ozon tabakasına zarar veren maddeler içerebileceğini biliyor muydunuz? Peki bu zararlı maddeleri içermeyen gelişmiş modellerin varlığından haberdar mısınız? Yeni araba alırken bunlara önem vermeye çalışın.

Farklı endüstrilerde yaygın bir şekilde kullanılan yalıtım malzemelerinin ve ambalaj köpüklerinin de ozon tabakasına zarar veren kimyasal maddeler içerebileceğini unutmadan hareket etmek ve gerekmedikçe bu ürünleri tüketmemek gerekir. İnsanın günlük hayatta aklına bile gelmeyecek ama ozon tabakasına zarar veren birçok kimyasal madde mevcut. Bu konuda gerekli bilgiyi edinerek bu kimyasalları içeren ürünleri önlemek hem kendi sağlığımızı hem de dünyamızı korumamıza yardımcı olur.


Çise Ünlüer (9 Ekim 2011)
ciseunluer@gmail.com