Arayın, Yeşil Hayatı Tarayın...

23/04/2010

ISTE KIBRIS: Yenilenebilir Enerji Kullanimi

Iste Kibris Dergisi'nin 4. sayisinda yayinlanan "Yenilenebilir Enerji Kullanimi" konulu yazimi basligin uzerine tiklayarak okuyabilirsiniz.

22/04/2010

Dağıtım ve Tüketim



Geçtiğimiz hafta Şeylerin Hikayesi’nin ilk kısmı olan kaynak edinimi ve üretim konularını incelemiştik. Bu hafta dağıtım ve tüketim konularına değinerek Şeylerin Hikayesi’ne geçen hafta bıraktığımız yerden devam edeceğiz.

Belirli aşamalardan geçerek ürünlere dönüşen doğal kaynaklar, dağıtım için yola çıkar. Bu noktada hedeflenen esas amaç ürünlerin biran önce satılmasıdır. Müşterinin ilgisini çekmek ve stoğu en kısa zamanda azaltmak için fiyatlar mümkün oldukça düşük tutulur. Bunu sağlamanın diğer yolları da mağaza çalışanlarının maaşlarını kısmak ve sağlık sigortalarını aksatmaktan geçer. Bugün mağazalarda gördüğümüz ürünlerin maliyetleri gelişmekte olan ülkelerin doğal kaynaklarını tüketerek ve çocuk yaşta işçiler çalıştırarak en aza indirgenmektedir.

Bütün bu sistemin esas noktası olarak görünen “tüketim”, sistemi ayakta tutan ve hareketlilik katan faktörlerin en başında gelir. Değişen zaman sayesinde anne, öğretmen, çiftçi gibi esas anılmamız gereken kimliklerimizden uzaklaşarak “tüketici ulusları” oluşturmaya başladık. Bir başka değişle, meseleği, inancı, hayat görüşü ne olursa olsun insanoğlu için ilk planda hep tüketim ve tüketime yapılan katkının büyüklüğü gelmeye başladı. Zamanla oluşturduğumuz sistemde, bu tüketim zincirine yaptığımız katkıya göre birbirimizi yargılamaya ve sınıflandırmaya bile başladık!

Yapılan bir araştırmaya göre Kuzey Amerika’da bu sistem üzerinden akan materyallerin sadece yüzde bir (1%)’i 6 ay sonra kullanılabilir halde bulunmaktadır! Yüzde bir’in ne kadar küçük bir rakam olduğunun farkında mıyız? Bir materyalin bize ulaşana kadar geçtiği hasat etme, yer altından çıkarma, işlenme, ve naklenme gibi adımları düşünecek olursak, 6 ay gibi kısa bir sürecin bu ürünlerin kullanılamayacak şekilde çöpe dönüşmelerine neden olması, yeryüzündeki tüketim oranının ne kadar hızlı hareket ettiğinin güzel bir göstergesi.

Bugüne kıyaslandığı zaman 50 yıl önce yaşayan anneannelerimizin zamanında idareli olmak, elindekilerin kıymetini bilmek ve tutumlu olmak değerli sayılırdı. O noktadan bugün bulunduğumuz noktaya nasıl geldiğimiz ise düşünce kaldıran bir konu. Ekonomilerini büyütmeye çalışan ülkeler toplumlarını, tüketimi bir hayat biçimi haline getirmeye teşvik etmişlerdir. Herhangi bir mutluluk veya üzüntü durumunda alışverişi bir çeşit terapi olarak görmek artık yaygın bir davranış şekli. Bu durum, etrafımızdaki şeylerin giderek artan bir hızla tüketilmesine, kısa bir süre sonra yerine yenilerinin konmasına ve eskilerin çöpe atılmasına neden olmuştur.

Üreticiler ise bu durumu desteklemek amaçlı olan girişimlerinin bir parçası olarak geliştirdikleri ürünleri, mümkün mertebe çabuk bir şekilde kullanılmaz hale gelecek şekilde tasarlıyorlar. Durum böyle olunca tüketiciler de daha ilk kullanımdan ellerindeki ürünü çöpe atıyor ve koşarak yenisini alıyor! Bunun en güzel örneği plastik torbalar, kahve bardakları, ve tekstil ürünleri. Başka bir örnek olarak nerdeyse her sene teknolojiye akak uydurmak adına değiştirdiğimiz bilgisayarları ve bir bilgisayarın elimize gelene kadar üzerinde ne kadar çalışıldığını düşünecek olursak durumun vahimliğini kavrayabiliriz.

Şeylerin Hikayesi’nin yaratıcısı Annie Leonard’a göre moda, bu konuyu açıklayıcı iyi bir örnek. Kadın ayakkabılarının neden bir yıl kalın topuklu, diğer yıl ince topuklu, sonra yine kalın topuklu olduğunu merak ettiniz mi hiç? Tabii ki bunun nedeni, hangi topuk yapısının kadınların ayakları için daha sağlıklı olduğu konusundaki tartışmalar değil. Bu daha çok ince topuklu yılında kalın topuklu giymenizin tüketim okuna son zamanlarda hiç katkıda bulunmadığınızı ve yanı başınızdaki ince topuklu kişiye göre daha değersiz olduğunuzu herkese göstermek içindir. Bu rahatsız durum sadece ve sadece yeni ayakkabılar satılsın, tüketim okuna katkı hiç durmasın diye tasarlanmıştır.

Reklamlar ve genel olarak medya, bunda büyük rol oynar.Her birimiz, 50 yıl önce yaşayanların tüm hayatları boyunca görebilecekleri reklamlardan fazlasını bir yıl içinde görüyoruz. Ama reklamların mutluluk mu getirdikleri yoksa kendimize olan güvenimizi elimizden mi aldıkları düşünce kaldıran bir konu. Şeylerin Hikayesi’ne göre, günde 3000 kez, etrafımızda çeşitli şekilde sunulan reklamlar tarafından saçımızın, cildimizin, kıyafetlerimizin, mobilyalarımızın, arabamızın ve hatta kendimizin yanlış olduğu ve hemen alışveriş yapmaya giderek, bütün bu yanlışlıkları düzeltebileceğimiz mesajı veriliyor!

Bir düşünürseniz, yukarda bahsettiklerime hak vereceğinizden eminim. Bütün bu hikaye boyunca materyal ekonomisinin bize görünen tek yüzü alışverişten ibaret! Topraktan çıkartma, üretim ve atıkların yok edilmesi, tamamen bizim görüş alanımızın dışında gerçekleşmektedir. Bunu düşünerek, bu alanda bilinçlenmenin ne kadar gerekli olduğunun farkına varmalı, bu sistemin esiri olmadan kendimizi ve düşüncelerimizi kontrol altına almalıyız.


Çise Ünlüer (25 Nisan 2010)
ciseunluer@hotmail.com

14/04/2010

Kaynak Edinimi ve Üretim



Bir ürünün yaratılışından tüketildiği noktaya kadar geçirdiği evrelerin ilk adımı kaynak edinimidir. Kaynak edinimi, gerçek anlamda, belirli bir ürünün ham maddelerini elde etmek için bir şekilde yeryüzünün doğal haline zarar verilmesi anlamına geliyor. Suyun plansızca kullanılması, ağaçların düşünülmeden kesilmesi, dağların maden çıkarmak adına deşilmesi, ve hayvanların yok olması, kaynak edinimi için dünya üzerinde yapılan değişiklikler arasında geliyor.

Elimizdekileri kullanma hızımız ve verdiğimiz tahripten dolayı kontrolsüz tüketilen bu kaynaklar gün geçtikçe tükeniyor. Bütün bunlar, yeryüzünün insanlar için yaşanabilir olma özelliğini kaybetmesine neden oluyor. Örnek olarak, ABD dünya nüfusunun sadece yüzde beş (5%)’ine sahip olmasına rağmen dünyadaki kaynaklarının yüzde otuz (30%)’unu tüketmekte ve dünyadaki atıkların yüzde otuz (30%)’unu yaratmaktadır. Dünyadaki herkes kaynakları bu oranda tüketiyor olsaydı, 3-5 tane yeryüzüne ihtiyacımız olurdu. Bu sayede, dünyanın eski ormanlarının yüzde seksen (80%)’i yok olmuştur. Sadece Amazon ormanlarında dakikada alan olarak 7 futbol sahası büyüklüğüne denk gelen 2000 ağaç yok oluyor. Özetlemek gerekirse, hakkımıza düşenden daha fazlasını kullanıyoruz!

Kaynak ediniminin bir sonraki adımı olan üretim süreci, doğal kaynakların zehirli kimyasallarla karıştırılması işlemini içerir. Günümüzde tükettiğimiz ürünlerin üretiminde kullanılan yüzbinden fazla sentetik kimyasal olduğunu ve bunların büyük bir çoğunluğunun insan sağlığı üzerindeki etkilerinin test edilmemiş olduğunu düşünürsek, tükettiğimiz ürünler sayesinde vücudumuza giren zehirli maddelerin sağlığımıza ve doğaya olan etkilerini tam olarak bilmediğimizi anlayabiliriz. Bu zehirli maddeler gıda zincirinde birikiyor ve zamanla vücutlarımızda konsantre halinde toplanıyor. Bunlardan en ilginci, gıdalar arasında en fazla zehirli madde içereni olan anne sütü!

Bebeklerimiz doğdukları ilk günden itibaren emzirme aracılığı ile anne sütü ile beslendikleri için, zehirli maddeleri daha hayata gözlerini açar açmaz almak zorunda kalıyorlar. İnsanın en doğal haklarından biri olan bu aktivitenin bile zehirlenmiş olması, zararın büyüklüğünü gözler önüne koyuyor. Bu zehirli kimyasallardan en çok etkilenenler, aralarında doğurganlık döneminde olan kadınların da bulunduğu, ve başka bir seçenekleri olmadığı için kanserojen madde ve toksikle temas halinde çalışan fabrika işçileri.

Bu kurulu sistemde doğal kaynaklara ek olarak insanlar, ve toplumlar da heba ediliyor. Dünyada her gün ikiyüzbin insan kendilerini kuşaklar boyunca besleyip yaşam kaynağı olmuş alanlardan şehirlere taşınıyor, burdaki gecekondu mahallelerinde yaşıyor, ve ne kadar zehirli olduğuna bakmadan, ne iş olursa yapıyor. Zehirli maddelerin büyük kısmı fabrikaları ürün olarak terk ediyor ama daha da büyük kısmı yan ürün ya da büyük bir kirlilik olarak ortaya çıkıyor.

Amerika’da endüstri her yıl 4 milyon tondan fazla zehirli kimyasal saldığını kabul ediyor. Her yıl bu 4 milyon ton zehirli kimyasalla kim uğraşmak istesin ki? Amerika gibi büyük ülkeler bu duruma kendilerince “zekice” bir çözüm getirerek fabrikalarını başka fakir ülkelere taşıyor ve oradaki insanların topraklarını kirletiyor. Ancak kaynağı ne kadar uzakta olursa olsun, fabrikaların yarattığı hava kirliliğinin büyük bir bölümü rüzgarlarla taşınarak, bu kirliliği kendinden uzaklaştırmak için tüm kurnazlığı denemiş olan gelişmiş ülkelere geri geliyor.

Geçen hafta giriş yaptığımız Şeylerin Hikayesi, ilk iki adım olan kaynak edinimi ve üretimden sonra, dağıtım, tüketim, ve atıkların ortadan kaldırılması şeklinde 5 kategoriye ayrılmıştır. Önümüzdeki hafta dağıtım, tüketim, ve atıkların ortadan kaldırılması konularına da değinerek hayatımızın tüm evrelerini net bir şekilde ortaya koyan bu hikayeye devam edeceğiz.


Çise Ünlüer (18 Nisan 2010)
ciseunluer@hotmail.com

12/04/2010

Şeylerin Hikayesi



Alışverişteyken iki kere düşünmeden aldığımız şeylerin nereden geldiğini ve işimiz bitip de çöpe attığımızda hangi aşamalardan geçerek Dikmen veya diğer toplama alanlara gittiklerini hiç merak ettiniz mi? Ya da bu işlemlerin hayatımızın üzerindeki etkilerini?

Günlük hayatta kullandığımız “şeyler”, dünyanın her yerinde, kaynak edinimi, üretim, dağıtım, tüketim ve atıkların ortadan kaldırılması şeklinde tanımlanan 5 ayrı evreden geçer. Bunun tümüne materyal ekonomisi deniliyor. Ancak, her ne kadar düzenli ve herşey düşünülmüş gibi görünse de, bu sistemde birçok sorun var. Bu sorunların esas sebebi de bu sistemin çizgisel bir yapıda olması ve bizim sınırları olan bir gezegende yaşıyor olmamız. Sınırları olan bir gezegende çizgisel bir sistemi sonsuza kadar sürdürebilmek imkansız ve biz bunu daha yeni yeni anlıyoruz!

Orjinali İngilizce “Story of Stuff” olan “Şeylerin Hikayesi”, 2007 yılında Annie Leonard tarafından, tüm insanlığa üretim ve tüketim ekseninde hızlı ve etkili bir şekilde bilmemiz gereken gerçekleri eğlenceli ama bir o kadar da iğneleyici bir yöntemle anlatıyor. Ekolojik ve sosyal srounlar arasındaki ilişkiyi gözler önüne sererken bizleri daha adil ve sürdürülebilir bir dünya yaratmaya çağırıyor. Dünya ve ekonomiye ilginç bir yaklaşım sunan 20 dakikalık bu kısa film sayesinde, etrafımızdaki herşeye başka bir gözle ve değişik bir açıdan bakmamız sağlanıyor.

Hayatımızı sürdürmek için parçası olduğumuz sistem, her aşamada geçek dünyayla ve dolayısı ile toplumlar, kültürler, ekonomiler ve en de çok zarar verdiği doğa ile etkileşim halindedir. Her aşamasında büyük rol oynayan insanlar, sistem boyunca yaşarlar ve çalışırlar. Sisteme dahil olan bazı insanların diğerlerine göre daha fazla sözü geçtiği için, bu insanlar sistem boyunca verilen kararlarda daha fazla etkili olurlar. Bu “önemli” insanların en başında hükümetler gelir.

Normal koşullarda hepimiz, hükümetlerin, ait oldukları halkın değerlerini ve vizyonunu temsil ettiğini varsayarak, bu gücün, halkın yanında olması ve onu koruması gerektiğini düşünüyoruz. Hükümetlere ek olarak, sistem boyunca sözü geçen insan toplulukları arasında şirketler vardır. Yeryüzündeki en büyük 100 ekonominin 51’ini şirketlerin oluşturduğunu düşünürsek, şirketlerin hükümetler ve onların verdiği kararlar üzerindeki gücünü anlayabiliriz.

Günlük hayatımıza giren şeylerin hikayesi, kaynak edinimi, üretim, dağıtım, tüketim, ve atıkların ortadan kaldırılması şeklinde 5 kategoriye ayrılabilir. Önümüzdeki hafta, filmde geçen “kaynak edinimi” ve “üretim” konularına değinerek Şeylerin Hikayesi’ne bir giriş yapacak, etrafımızda olup bitenleri daha iyi anlamak için yeterli altyapıyı oluşturma yolunda ilk adımı atmış olacağız.


Çise Ünlüer (11 Nisan 2010)
ciseunluer@hotmail.com

02/04/2010

Ada Gitti Kavga Bitti



Senelerdir aynı sorunla yatıp kalkıyoruz. Herkesin üzerine fikir yürüttüğü ama yıllardır bir türlü çözünemeyen Kıbrıs çıkmazı! Müzakerelerin gidişatı ve politikacıların verdikleri kararlar 7’den 70’e halkın büyük bir çoğunluğunun ilgilendiği konular listesinde en başta gelsede de, farkında olmadığımız kocaman bir gerçek var: Adadaki su bitiyor!

Kıbrıs üzerine yapılan tüm konuşmalar ve geliştirilen tüm stratejilerin görmezlikten geldiği su sorunu, düşündüğümüzden çok daha ciddi boyutlarda. Adadaki iki toplum, üzerine sürekli görüşmeler gerçekleştirdikleri ada topraklarının yavaş yavaş ölmekte olduğunu farketmiyor. İki toplum arasında olan toprak anlaşmazlığından çok daha kritik bir durumda olan doğa ile aramızdaki anlaşmazlık er ya da geç herşeye noktayı koyacak bir hızda ilerliyor.

Buna çok güzel bir örnek olarak Bengal Körfezi’nde yer alan ve 30 yıla yakın bir süre boyunca Hindistan ve Bangladeş arasında bir sorun teşgil eden New Moore adasını verebiliriz. Bu ülkelerin her ikisi de uzunluğu 3.5, genişliği 3 kilometre olan ada üzerinde hak iddia etmekteydiler. New Moore üzerinde henüz kimse yaşamıyor olmasına rağmen kıyıları civarlarında bulunma ihtimali yüksek olan petrol ve doğal gaz birikimleri yüzünden adaya olan talep yüksek.

Ancak New Moore, durmadan artan su seviyesinin bir getirisi olarak, Mart ayının sonlarına doğru tamamen suya gömüldü ve yıllardır iki ülkenin kendi aralarında çözemedikleri sorun, küresel ısınma tarafından tüm dünyanın gözü önünde sonuçlandırıldı! 2000 yılına kadar her yıl 3 milimetre civarı artan su seviyeleri, son 10 yılda her sene 5 milimetre şeklinde artmaya başlayınca adanın sular altında kalması da beklenenden hızlı oldu.

Bölgedeki başka bir ada, Lohachara, aynı şekilde 1996 yılında batmış, adada yaşayan insanların hepsini göç etmek zorunda bırakmıştı. Bu durumda olan yakınlardaki başka 10 adanın da batma riski taşıdığı belirtilmiştir. 150 milyon kişinin yaşadığı Bangladeş, küresel ısınmadan en çok etkilenen ülkeler arasında en başlarda geliyor. Uzmanlara göre, 2050 yılına kadar 1 metre artması beklenen su seviyesi, ülkenin yüzde on sekiz (18%)’ini sunlar altında bırakmakla kalmaycak, yaklaşık 20 milyon insanın da bu bölgelerden göç etmesine neden olacak.

Tüm bunlar bizim için ne anlama geliyor? Kıbrıs bu sene beklenenden çok yağış görmüş, dereler dolmuş olabilir. Ancak kontol altına alınmadan boşa akan suyun hiçbir yararı olmadığı gibi belli alanlarda zararı bile olabilir. Üzerine sürekli bir sahiplenme kavgası içerisinde olduğumuz toprakların ne kadar gelecek vaad ettikleri düşünce kaldıracak boyutlardadır.

Varlığımız ve bağımsızlığımız için büyük önem taşıyan ülkemizin topraklarının üzerinde yaşamın sürdürülebilmesini sağlamak istiyorsak, geleceği düşünerek hareket etmeliyiz. Bugün kullandığımız arabanın, evimizde harcadığımız elektriğin, düşünmeden akıttığımız suyun gelecekteki yaşam standartlarımızı belirlediğini akılda tutarak, çocuklarımıza bırakacağımız en güzel miras olan doğayı mümkün oldukça korumaya çalışmalıyız.


Çise Ünlüer (4 Nisan 2010)
ciseunluer@hotmail.com