Arayın, Yeşil Hayatı Tarayın...

30/12/2009

Değişen Dünya ile Yüzleşme



UNFPA (Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu)'nun 2009 yılı dünya nüfusuna ilişkin "Değişen Dünyayla Yüzleşme: Kadınlar, Nüfus ve İklim" başlıklı raporu ile ilgili yazılı ve görsel medyada birçok haber yayınlandı. Bunlar arasında en çok göze batan nokta, iklim değişikliği sürecinin kadınlar üzerinde daha fazla etkili olacağı oldu. Rapora göre, yakın zamanda meydana gelen iklim değişikliğinin öncelikle insan faaliyetlerinden kaynaklanmakta olmakla birlikte, bu etki, neleri tükettiğimiz, genel olarak hangi enerji çeşitlerini ürettiğimiz ve kullandığımız, nerede yaşadığımız ve hatta kadınların ve erkeklerin hangi oranda eşit haklardan ve fırsatlardan yararlandıkları konularıyla direk olarak bağlantılıdır.

İklim değişikliğinin birçok yerleşim yerlerinde geçim yollarını yok ettiği ve yaşam koşullarını zorlaştırdığı için göç hareketlerine yol açtığı gerçeği henüz bizim karşılaştığımız bir durum olmasa bile, dünyadaki daha şanssız insanların hayatlarını etkilemiş ve de etkilemeye devam edecektir. Raporda, küresel ısınma ile gelen değişiklikler arasında ekonomilerin kötüye gideceği, bununla birlikte kalkınmanın zayıflayacağı, ve cinsiyetler arasındaki eşitsizliklerin gün geçtikçe artacağı belirtilmiştir. Bu eşitsizliğin artmasının en büyük nedeni olarak, birçok toplumda ev idaresinden ve aile üyelerinin bakımından sorumlu tutulan kadınların, tarımsal işgücünün büyük çoğunluğunu oluşturması ve gelir getirici fırsatlara daha az erişime sahip olmaları ifade edildi. İklim değişikliğine bağlı ek güçlüklerle karşı karşıya kalmakta olan kadınlar için bu durumun genellikle hareket kabiliyetlerini sınırladığını aklımızda bulundurarak, aniden baş gösteren havaya bağlı felaketler karşısında bu grubun savunmasızlığının artmasının kaçınılmaz olduğunu anlayabiliriz.

Küresel ısınmayı da beraberinde getiren iklim değişikliğinin nedenleri ve etkilerinin ele alındığı rapora göre, yeryüzündeki sıcaklık son 100 yıl içinde 0.74 derece yükseldi. Şu an bunu okuyan çoğunuzun “ne olacak ki 0.74 derecelik arttıştan!” dediğini duyar gibiyim. İlk başlarda çok yüksek duyulmayan bu miktar, insanların önemli bir parçası olduğu ekosistem dengelerini alt üst etmekle kalmaz, alışmış olduğumuz düzene de büyük değişiklikler yapmayı gerekli kılar. Bu konuda çalışmalar yapmakta olan bilim adamlarına göre, iklim değişikliğimin devam etmesi ya da hızlanması durumunda, yeryüzündeki sıcaklığın 2100 yılına kadar 4 ile 6 derece daha yükselmesi mümkündür.

Atmosferdeki sera gazları miktarlarının artması ile oluşan iklim değişikliğinin getireceği bir diğer felaket olan orman yangınlarındaki artışın boyutlarını kavramak için bu durumdan en çok etkilenen ülkeler arasında gelen Rusya'da sadece 2003 yılında yangınlar nedeniyle 20 milyon hektar orman kaybedildiğini bilmek yeter. Bunlara ek olarak kuraklık sorunları ile yüz yüze gelecek olan birçok ülkede ciddi boyutlarda su sıkıntısı yaşanacağı tahmin ediliyor. Emin olun ki çok yakında su sorunu yaşayacak olan ülkelerin arasında biz de varız.

Çevresel bozulmaların yanında insan sağlığı üzerindeki etkilerden de bahsetmek gerek. Doğal su kaynakları zarar gören bölgelerde tüberküloz, hepatit ve solunum yolları ve ishale bağlı hastalıklar gibi vakaların artması beklenirken; kalp rahatsızlıkları, farklı kanser türleri, böbrek rahatsızlıkları, hipertansiyon ve solunumla ilgili hastalıklar gibi kronik sağlık sorunlarının yükselen oranları da bölgedeki çevresel yıkımla ilişkilendiriliyor. Bunlarla birlikte, gittikçe kötüleşen ekonomilere dayalı olarak büyük ölçekli nüfus hareketlerinin yoğunlaşması muhtemel görünüyor. Kuraklıktan dolayı tarım yapamayan veya deniz seviyelerinin yükselmesi nedeni ile evlerini terk etmek zorunda kalacak olan birçok insanın geçim yolları bulmak için, kırsal alanlardan kentsel alanlara göç etmeleri kaçınılmaz olacak. Bu gidişata göre, ekonomi, nüfus ve tüketimdeki düzensiz büyümenin yeryüzünün uyum kapasitesini geçmesine bağlı olarak iklim değişikliğinin gittikçe daha da şiddetlenmesi ve muhtemelen yıkımsal hale gelmesi büyük bir olasılık olarak görülmektedir.

Artan sıcaklıklar, kuraklık, yangınlar, hastalıklar, gerileyen ekonomiler, ve göç... Henüz hiçbirşey tam olarak kesinleşmemişse bile, UNFPA raporuna göre, iklim değişikliği, her şeye rağmen, gelecekte yaşanacak nüfus hareketlerini şekillendirecek temel kuvvetler arasındadır. Bunları öğrendiğimizde takip edebileceğimiz iki yol var. Birincisi arkamıza yaslanıp “nasıl olsa beni etkilemez” mentalitesi ile kendimizi ortamdan soyutlamak ve en küçük bir duyarlılık göstermeden hayatımıza kaldığı yerden devam etmek, diğeri ise durumun ciddiyetini kavrayarak kişisel ve kamusal alanlarda atılacak adımları planlamaya başlamak. Umarım ki halkımız doğru yoldadır...

Çise Ünlüer (3 Ocak 2010)
ciseunluer@hotmail.com

25/12/2009

Kopenhag’da Neler Oldu?



Yeni bir küresel iklim anlaşmasının sağlanması amaçlı, 7-18 Aralık tarihleri arasında Danimarka’nın başkenti Kopenhag’da gerçekleşen Birleşmiş Milletler İklim Konferansı'na, 192 ülkenden 15 bin delege katıldı. Zirvenin, Kyoto Protokolü sonrasında iklim değişikliği ile mücadele konusunda yapılacaklar için yeni bir yol haritası ve anlaşma getirmesi bekleniyordu. Toplanmasının temel gerekçelerinden birinin, önlem alınmazsa küresel ısınmanın geri dönülmez bir seviyeye ulaşacağı ve dünyanın feleketlerle yüzyüze geleceği olduğunu düşünürsek, konferansın iklim değişikliği ile mücadelede ne kadar kritik ve yol gösterici bir yeri olduğunu kavrayabiliriz.

Daha önceki iklim konferanslarında çok da girişimci bir tavır takınmayan ABD’nin bile, bu yıl Obama hükümeti altında çok daha çözümcül bir yaklaşım içerisinde olduğu daha konferans başlamadan ortadaydı. Zirveden önce Beyaz Saray tarafından yapılan açıklamada, Kopenhag Konferansı'nda ABD'nin 2020 yılına kadar kendi sera gazı boşaltımını 2005 yılına göre yüzde on yedi (17%) oranında, 2050 yılına kadar da yüzde seksen üç (83%) oranında azaltma taahüdünde bulunacağı belirtildi. Peki ya diğer ülkeler? Konferansta neler oldu?

Zirve başlamadan önce konu ile yakından ilgilenen tüm insanlığın merak ettiği konular ve cevap beklediği sorular vardı. Varılacak anlaşmada, küresel ısınmanın sorumluluğu, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler arasında adil bir şekilde nasıl paylaştırılacaktı? Sera gazı emisyonlarına hangi seviyede dur denilmesi mecbur kılınacaktı? Uluslararası denetimler hangi kurallar çerçevesinde gerçekleşecekti? İklim zirvesinde son dakikada iklimin korunması konusunda asgari müşterekte buluşularak sağlanan uzlaşmaya göre küresel sıcaklık artışı iki dereceyle sınırlandırılmaya çalışılacak. Zirvenin kapanışından hemen önceki akşam, belirtilen amaçlar yönünde çalışmalar ve gelişmekte olan ülkelere mali yardım yapılmasını öngören Kopenhag Mutabakatı’ı imzalandı. Yasal bağlayıcılığı bulunmayan ve daha çok “uzlaşı” niteliği taşıyan “Copenhagen Accord'” başlıklı mutabakat metninde, küresel ısınmada etkili olan sera gazı salınımının önemli oranda kısıtlanması gereğinin bilimsel açıdan da desteklendiği vurgulanarak, “bu çerçevede küresel sıcaklık artışının iki dereceden daha az olmasını sağlamak amacıyla gaz salınımında kısıtlama yapılması gerektiği” belirtilmektedir. Bu kısıtlamalar altında, gelişmekte olan ülkelerin yüzde seksen (80%) ya da daha fazla oranda emisyon salınımlarını azaltmalarının gerektiği vurgulandı.

Günümüzde, endüstriyel alanda üretimlerinin büyük bir çoğunluğunu daha ucuz işçilik ve hammadde sağladıkları için gelişmekte olan ülkelerin topraklarında yapmayı tercih eden ve bunun sonucu bu ülkelerin toplam sera gazı emisyonlarının büyük ölçüde artmasına neden olan gelişmiş ülkelere büyük görevler düşmektedir. Kopenhag’da belirtilen karara göre, gelişmiş ülkelerin, gelişmekte olan ülkelerin adaptasyon çalışmaları için yeterli, öngörülebilir ve sürdürülebilir finansal kaynak, teknoloji ve kapasite geliştirme desteği sağlaması beklenmektedir. Burda bahsi geçen yardım program altında, 2010–2012 yılları arasında Avrupa Birliği’nin 10.6 milyar dolar, Japonya'nın 11 milyar dolar ve ABD'nin 3.6 milyar katkı yapması beklenmektedir.

İklim değişikliği altında incelenmesi gereken en önemli konulardan olan atmosferdeki sera etkisi yaratan zaralı gaz salınımıyla ilgili konular ise “gelişmiş ülkelerin hedefleri” ve “önde gelen gelişmekte olan ülkelerin gönüllü vaatleri” şeklinde ikiye ayrıldı. Çin'in uluslararası denetime karşı çıkması nedeniyle, salınımların denetlenmesi konusu zirve süresince tartışma yarattı. Bu konuda son verilen karara göre uluslararası denetimin ancak inceleme yapılacak ülkenin egemenlik hakkına saygı çerçevesinde gerçekleştirilebileceği belirtildi.

Görüşmelerin sonunda gelen yorumlar arasında, ABD Başkanı Barack Obama’nın varılan uzlaşmayı “mantıklı” ve “benzersiz” bulmasına, ve BM Genel Sekreteri Ban Ki Moon ve Çin temsilcilerinin de memnun ayrılmasına rağmen, dünyaca tanınmış çevre koruma örgütü Greenpeace ve AB Komisyonu elde edilen sonucu “hayal kırıklığı” olarak nitelendirdi. Eleştirilerin esas olarak yoğunlaştığı konu olan zirvede iklim koruma konusunda bağlayıcı hedeflerin belirlenememiş olması, yapılan anlaşmaların ne kadar gerçekçi olduğu sorusunu akıllara getiriyor.

Zirve öncesi, Kopenhag'dan çıkabileceği tahmin edilen dört genel sonuç bulunyordu. Bunlar arasında kapsamlı bir anlaşma, genel kuralları belirleyen ancak ayrıntıların ilerleyen ay ya da yıllarda doldurulacağı bir anlaşma, anlaşmanın 2010 ortasına ertelenmesi, ya da müzakerelerin çökmesi geliyordu. Tüm çağrılara ve iyi niyet açıklamalarına rağmen bir türlü beklenen ilerlemenin sağlanamamış olması, bundan sonra atılacak adımların ne kadar kritik olduğunu ortaya koyuyor. Peki yasal bağlayıcılık olmadan alınan kararlar ve konulan hedeflere ulaşmakta başarılı olma şansımız nedir? Yapılan açıklamalarda, gelecek yılın sonuna kadar üzerinde uzlaşılan konulara yasal bağlayıcılık getirilmesinin ele alınması önerisi de yer alıyor. Ancak anlaşmanın iklim değişikliğiyle mücadele için ne kadar kalıcı bir anlam taşıdığı tartışma konusu.

Çise Ünlüer (27 Aralık 2009)
ciseunluer@hotmail.com

17/12/2009

Güneş Enerjisinden Elektrik Üretimi



Güneş panelleri sayesinde güneş ışınlarını elektrik enerjisine dönüştürerek bedava elektrik elde edebilmenin mümkün olduğunu biliyor muydunuz? Avrupa’da yıllardır kullanılan güneş enerjisinden elektrik üretmeyi mümkün kılan çatıların kullandığı sistemle bir fabrikanın elektriğini karşılamak mümkün. Özellikle küresel iklim değişikliği sürecinde ülkemiz de dahil olmak üzere tüm dünyanın yaşayacağı enerji problemlerine çözüm olarak geliştirilen elektrik enerjisinin güneş gibi doğal kaynaklardan üretilmesi konsepti, KKTC gibi nerdeyse tüm yıl bol güneş gören ülkelerde kaçınılmaz bir çözüm sunmaktadır. Peki bu sistem nasıl çalışmaktadır?

Güneşin yaydığı ve dünyamıza da ulaşan enerji, güneşin çekirdeğinde yer alan füzyon süreci ile açığa çıkan ışıma enerjisidir. Bu enerjinin dünyaya gelen küçük bir bölümü bile, insanlığın mevcut enerji tüketiminden çok daha fazladır. Güneş enerjisinden yararlanma konusundaki çalışmalar özellikle 1970'lerden sonra hız kazanmış, güneş enerjisi sistemleri teknolojik olarak ilerleme ve maliyet bakımından düşme göstermiş, güneş enerjisi çevresel olarak temiz bir enerji kaynağı olarak kendini kabul ettirmiştir.

Tükenmeyen bir enerji kaynağı olmakla birlikte; gaz, duman, toz, karbon veya kükürt gibi zararlı maddeleri bulunmayan güneş enerjisi, tüm dünya ülkelerinin yararlanabileceği bir enerji kaynağı olduğundan dolayı birçok ülkenin dışa olan enerji bağımlılığını ortadan kaldırma kapasitesine sahiptir. Güneşi az veya çok gören yerlerde biraz verim farkı olmasına rağmen, dağların tepelerinde veya ovalarda da bu enerjiden yararlanmak mümkün olduğundan dolayı, güneş enerjisi, hiçbir ulaştırma harcaması olmaksızın her yerde sağlanabilir. Ülkemizde pahalı ve sürekli sorun çıkararak elektrik kesintilerine neden olan santrallerle kıyaslandığı zaman, ulaşım şebekelerinde çıkacak herhangi bir sorundan etkilenmeyeceği gibi, hiçbir karmaşık teknoloji gerektirmeyen güneş enerjisi, nerdeyse bütün ülkelerin yerel sanayi kuruluşları sayesinde yararlanabileceği bir enerji kaynağı sunmaktadır.

Birçok kullanım alanı bulunan güneş enerjisinin depolanabilmesi ve diğer enerji çeşitlerine dönüşebilmesi için mekanik, kimyasal ve elektrik yöntemler gereklidir. Bu çevrimlerle güneş enerjisinden doğrudan ısı veya elektrik enerjisi elde etmek mümkündür. ‘Fotovoltaik (PV) piller’ olarak da bilinen güneş pilleri, yüzeylerine gelen güneş ışığını doğrudan elektrik enerjisine dönüştüren yarıiletken maddelerdir. Yüzeyleri kare, dikdörtgen, daire şeklinde biçimlendirilen güneş pilleri, üzerilerine ışık düştüğü zaman uçlarında elektrik gerilimi oluşur. Güneş enerjisi, güneş pilinin yapısına bağlı olarak yüzde beş ile yirmi (5-20%) arasında bir verimle elektrik enerjisine çevrilebilir. Güç talebine bağlı olarak birbirlerine seri ya da paralel bağlanan modüllerden meydana gelen bu sistemi belirli bir yüzey üzerine monte ederek, birkaç Watt'tan megaWatt'lara kadar elektrik enerjisi elde etmek mümkündür. Belediye meydanları, fabrika bahçeleri, park ve bahçeler, elektrik ulaşmayan köyler gibi birçok farklı alanlarda uygulanabilen sistem, mimari tasarımlarda da çatılara kaplamalar şeklinde görülebilmektedir.

Sistemin kuruluşunda belirli dezavantajların olduğunu da belirtmekte yarar var. Güneşten gelen enerji miktarı kontrol edilemediğinden dolayı, belirli bölgelerde istenilenden daha az ve sürekli olmayan bir güneş enerjisi yoğunluyla karşılaşmak mümkündür. Güneş enerjisinden yararlanmak için yapılması gereken düzeneklerin yatırım giderleri bugünkü teknolojik aşamada yüksek olduğu için, sektördeki talep olması gerekenden düşüktür. Bugünkü birim enerji maliyeti 25-40 cent/kWh civarında değişen fotovoltaik elektriğin kullanımı, elektrik dağıtım sistemi olan şebekenin erişemediği yerlerde ekonomik görülmektedir. Ancak unutmamak gerek ki günümüzde fosil kaynaklı santrallerda üretilen enerjiye göre daha pahalı olmasına rağmen, güneş enerjisinden elektrik üretimi temiz ve çok az bakım isteyen bir sistem olduğu için gelişmiş ve gelişmekte olan birçok ülke tarafından cazip görülmektedir.

Son 20 yıldır Avrupa'nın güney ülkeleri başta gelmek üzere birçok ülkede kullanılan bu yöntem, 2004 yılında Almanya'da yasalaşan "Dönüştürülebilir Enerji Kaynakları Yasası" ile sektörün önünün açılması ile hızlanarak yayılmıştır. Bu yatırımlar sayesinde Almanya, 2010 yılında enerji ihtiyacının yüzde on üç (13%)'ünü, 2020 yılında ise yüzde yirmi (20%)'sini güneş enerjisinden sağlamayı planlıyor. Özellikle okullar, spor salonları, alışveriş merkezleri, oteller, fabrikalar, yüksek katlı iş merkezleri ve yerleşimin yoğun olduğu sitelerde tercih edilen solar sistemler, sağladıkları enerji tasarrufu ile yatırıma harcanan parayı 5 yılda karşılayabiliyor. Bankalar da bu alanlarda teşvik sağlamak amaçlı olarak yatırımcılara düşük faizli krediler açarak sistemin yayılmasına destek oluyor. Geçerli olduğu ülkelerde, Dönüştürülebilir Enerji Kaynakları Yasası'na göre güneş enerjisinden elde edilen kullanım fazlası enerjiyi devlete satarak ek bir gelir elde etmek mümkün.

Çise Ünlüer (20 Aralık 2009)
ciseunluer@hotmail.com

10/12/2009

Neyi Bekliyoruz?



Sürdürülebilir yaşam başlığı altında karbondioksit emisyonlarını azaltma yöntemlerinden alternatif enerji sistemlerine kadar bugüne dek birçok konudan bahsetmiş olmamıza rağmen, ülkemizde halen daha büyük eksikliklerin olduğundan eminim hepimiz farkındayız! Genelde bulunduğumuz durumdan şikayet etmenin ötesine gitmeyen yaklaşımlarımız sayesinde, sorunlara yapıcı bir tavırla yaklaşmak yerine daha çok “ben yaşayacağımı yaşadım, gerisini bundan sonraki nesiller düşünsün” mentalitesiyle baktığımız için, ya ileriyi net göremiyoruz, ya da görmek istemiyoruz. Ancak ne mutlu bize ki herkes böyle düşünmüyor. İşte size Kıbrıslı Türk’lerden iki güzel örnek...

“Adım Pınar. Tokyo'da yaşıyorum ve burada belediyeler atıklar konusunda gerçekten çok hassas davranıyor. Kurallar çok katı. En ufak bir usulsüzlükte belediye çöpünüzü almayarak ve üzerine de yaptığınız hata bir not şeklinde yazılarak çöpünüz ortada bırakılıyor, hatanızı düzeltip çöpünüzün alınması için bir sonraki haftaya kadar bekliyorsunuz. Anlayacağınız, bir nevi mahalle baskısı. Benim yaşadığım bölgede belediyenin kendi sattığı özel işaretlenmiş doğaya dönüşümlü poşetleri var. Çöpünüzün toplanması için bunları kullanmak ve atıklarınızı 5 kategoriye ayırmak zorundasınız. Bu torbalar geri dönüşümlü olmaları sebebiyle hem doğaya zararlı değil hem de belediye bu torba satışından gelir sağlıyor. Bu sisteme göre cam şişeler, plastik malzemeler, konserve yiyecek/içecek kutuları, piller ve spray kutular yanabilen ve yanmaz atıklar olarak kategorize edilip ayrı ayrı günlerde toplanıyor. Yeniden değerlendirilebilir atıklar (elbise ve kağıtlar) ve büyük hacimli atıkların (halı, mobilya, buzdolabı, çamaşır makinesi vs.) halktan alınması ve değerlendirilmesi için belediyeye para ödemek gerekiyor ama bence bu tür şeylerin geri değerlendiriyor olması bile verilen paradan çok daha değerli bir unsur. Kıbrıs gibi küçük bir yerde internet sayesinde istenmeyen veya ihtiyaç olmayan atıkları ihtiyacı olanlar için değerlendirmek zor olmamalı. Hatta olabilirse keşke belediyeler internet sitesinin yaptığını insan gücü kullanarak kendileri yapabilse.”

Japonya, sürdürülebilir yaşam tarzı için gerekli olan tüm alışkanlıkları halkına entegre edebilmiş ülkelerin başlarında geliyor. Pınar’ın da bahsettiği gibi basit ama etkili olan bu değişiklikler, ülkedeki yaşam standartlarını arttırmakla kalmaz, gelecek nesillerin de en az bizim sahip olduğumuz kadar imkanlarda hayatlarını sürdürmelerini mümkün kılar. Peki çocuklarınıza ve onların çocuklarına bu imkanları sağlamak için belirli alışkanlıkları terk etmeye hazır mıyız? Arabanızı mümkün olan en az miktarda ve sadece gerektiğinde kullanmaya, çöplerinizi çeşitlerine göre tek tek ayırmaya ve geri dönüşümlerini sağlamak için belediyeye para vermeye, gereksiz yere alışverişten vazgeçip azla yetinmeyi öğrenmeye hazır mısınız?

“Adım Nil. Gazimagosa serbest limanında kendi adıma tam on yıldır hurda demir-bakır-aleminyum ihracatı yapmaktayım. Demir hurdası, inşaatlardan artan kırpık ve kullanılmayan demirler, bozuk ev aletleri (çamaşır makinesi buzdolabı vs.), kullanılmayan su depoları ve makinistlerin kullanmadıkları araba parçaları ve hurdaya çıkmış ya da kayıttan düşmüş arabalar olmak üzere çeşitlere ayrılır. Bunları, genellikle küçük vanlarla toplayan vatandaşlar sayesinde, ve bazen de bozulan fabrikalardan ve atölyelerden biz kendi araçlarmızla gidip almaktayız. Bunlara ek olarak, devletin ve askerin açtığı ihalelere katılıp hurda alıyoruz. Bu demirler arazimize geldikten sonra kalitelerine göre ayrılır, büyük parçalar ve hurda arabalar preslenir. Daha sonra kamyonlarla önce rıhtıma daha sonrada gemiye aktarılıp İskenderun veya İzmir limanlarına gönderilir. Burada gönderilen hurda demirler hattehanelerde işlenerek ‘inşaat demirine’ dönüştürülür ve adaya geri döner. Dünyanın her yerinde geri dönüşüm yapan bütün kuruluşlara devlet tarafından teşvik primi verilirken, bizler bırakın prim almayı üstüne 15% KDV ödüyoruz. Dünyanın hiçbir yerinde böyle birşey görülmemiştir. Yani hem memleketi temizliyoruz, hem adaya milyonlarca girdi ve istihdam sağlıyoruz, ve bir de üstüne para ödüyoruz. Ülkemizdeki geri dönüşüm sistemleri hakkında tek bir görüşüm var o da ülke ekonomisine yüzde yüz katkı sağlayacak bir sistemin hala daha emekliyor olması ve devletin bu konuyla ilgili gereken hiçbirşeyi yapmamasından dolayı duyduğum şaşkınlık.”

Atık maddelerin gerekli işlemlerden geçirilerek başka alanlarda tekrar kullanılabilir bir hale getirilmesi hem bu maddelerden tekrar tekrar yararlanmayı sağlar hem de yeni malzeme üretimine olan bağımlılığı ve çevreye verilen zararı azaltır. Sadece inşaat alanında değil, paketleme de dahil olmak üzere daha birçok alanda geri dönüşümün sağlanması mümkündür ve kaçınılmazdır. Bilmediğimiz tek şey, durum bu kadar açık ve net bir şekilde belirgin olduğu halde, geri dönüşümü olmayan bu yolda hızla ve bilinçsizce ilerlerken birşeyleri düzeltmek için neyi bekliyor olduğumuzdur. Söz sizin...

Çise Ünlüer (13 Aralık 2009)
ciseunluer@hotmail.com

03/12/2009

Beton Yığınlarına Alternatif



Sera gazları emisyonlarının artması ve küresel ısınmaya karşı verilen savaşta en önemli etkenlerden birinin yeşil alanların korunması olduğunu düşünerek, bu olanağın giderek azaldığı hızla yapılaşan kentlerde, park ve bahçe gibi yeşil alanlara ek olarak, çatı, teras, garaj üstü gibi yapı bölümlerinin de mümkün oldukça yeşil alanlara katılması büyük bir önem taşımaktadır. Yeşil binaların en önemli uygulamalarından olan yeşil çatı sistemlerinin, sadece estetik görünüm açısından değil, çevre bilinci bakımından da bulunduğu binaya ve doğaya birçok yararları vardır.

Düz veya eğilimli çatıların yeşillendirilmesini mümkün kılan yeşil çatı sistemi, yağmur suyunu kullanıp yeşil örtüye dönüştürdüğünden atık su miktarını hafifletir. Yağmur suyuna havadan karışan ağır metaller ve tuz, yeşil çatıyı oluşturmak için kullanılan toprak tarafından tutulur ve sudan arındırılır. Çatılara kurulan bu yeşil alanlar sayesinde temelde kaybedilen yaşamsal toprak geri kazanılır ve insanların zevkle kullanabileceği yeni ve canlı ortamlar yaratılır. Biyolojik çeşitliliği artıran yeşil çatılardaki malzemeler geri dönüşümlü olmakla birlikte, elde edilmeleri ve uygulamalarında sadece insan gücü yeterli olduğundan çok düşük enerji kullanılır. Bu sistemler genel olarak uygulandıkları yapı bünyesinde doğa ile teması sağlar, güvenli ve sağlıklı ortamlar yaratır.

Yeraltı otoparkların üstleri, konut olarak veya diğer amaçlarla inşa edilen binaların çatıları gibi alanların yeşillendirilmesi Avrupa’da yatırımcılar, mimarlar, ve inşaat firmaları tarafından uzun yıllardır yaygın olarak kullanılan bir sistemdir. Birçok farklı tabakanın biraraya gelmesi ile hazırlanan yeşil çatıların en üst tabakası, sistem dahilinde kullanıldıkları takdirde yıllarca bozulmadan ve bölgenin iklim şartlarına uygun olarak kendiliğinden uzun yıllar yaşayabilen bitki türlerinden oluşur. Bulunduğu çatıyı yeşillendiren bu bitki tabakasının hemen altına, özel malzemelerle oluşturulan ve adına “bitki taşıyıcı tabaka” denilen katman yerleştirilerek, bitkilerin canlılıklarını uzun yıllar korumaları için gerekli olan besin ihtiyacı karşılanmaktadır. Bunların altına üçüncü katman olarak konulan “filtre ve drenaj tabakası”, üst katmanlardan gelen suyu süzerek, hem yağmursuz günler için depolar, hem de biriken fazla suyu bitkilerin çürümesini engellemek amacıyla drene ederek atar.

Yeşil çatıların oluşumunda bu üç tabakanın altında bulunan ve çürümeye dayanıklı özel keçelerden oluşan dördüncü katman, mekanik etkilere karşı korumak için gerekli olan basınç mukavemetine sahiptir. Beşinci katman “kök tutucu tabaka” ise bitki köklerinin yalıtıma zarar vermesini engelleyen özel kök tutucu tabaka veya köklere dayanıklı su yalıtımını sağlar. Son olarak, yeşil çatı sistemlerinin altıncı katmanı, iyi bir su yalıtımı ve yeterli taşıyıcılığa sahip bir çatı konstrüksiyonunu sağlar. Geniş çatı alanlarının kullanılır hale getirilmesine ve peyzaj düzenlemelerine olanak sağlayan yeşil çatılar, tasarım ve estetik zenginliği olarak sunduğu yeni açılımlara ilaveten, yeşil ile bütünleşmiş yeni mimari işlevlere kapı açar. Bunlara ek olarak yapıyı ultraviyole ışınlarından, çatıyı da mekanik hasarlardan korur. Çatı ve yapı ömrünü uzatır, yenileme maliyetini ve işletim giderlerini düşürür. Yeşil çatıların bünyesinde hiçbir yanıcı malzeme olmadığından ısı ve alev geçirmezler ve dolayısı ile yangın korunumunu en üst seviyeye çıkarırlar.

Sürekli artan bir şekilde beton yığını haline dönüşen ülkemizde, yeni yeşil alanlar yaratmak için önemli ve şık bir alternatif olan teras ve bahçe çatılar, yeşil çatı sistemleri ile yepyeni bir görünüme kavuşabilir. Bu durumda tek düşünmemiz gereken faktör, ülkemizin en büyük sorunlarından olan kuraklıktır. Ancak bu sorunu, kurakçıl peyzaj düzenlemeleri sağlayarak çözmek mümkündür. Çatılarımızı, ülkemizin iklimine uygun ve büyümesi için en az miktarda suya ihtiyaç duyan bitkiler kullanarak donatabilir, böylece yeşil çatı sistemlerini kendi iklimimize göre uygulayabiliriz.


Çise Ünlüer (6 Aralık 2009)
ciseunluer@hotmail.com