Arayın, Yeşil Hayatı Tarayın...

26/07/2009

Metan ve Nitrojen Oksit Gazlarının Atmosferdeki Etkileri



Daha önce sizlere sera gazlarının en kritiği olan karbondioksitten ve bu gazın küresel ısınma üzerindeki etkilerinden bahsetmiştim. Karbondioksite ek olarak, atmosferde yükselip güneş enerjisini kapsayarak ısı kaybını engelleyen sera gazları arasında “nitrojen oksit” ve “metan” gibi bu alanda büyük önem taşıyan gazlar da bulunmaktadır. Bu hafta sizlere bu gazların nasıl meydana geldiklerinden, küresel ısınmayı nasıl etkilediklerinden, ve bu etkiyi azaltmak için neler yapabileceğimizden bahsetmek istiyorum.

Karbondioksit gazı gibi kokusuz ve renksiz olan metan gazı, bitkilerin çürümesi ile oluşur. Bataklık ve benzeri ıslak yerlerde bol bulunduğu için bazen “bataklık gazı” olarak da isimlendirilir. İnek, koyun, keçi, ve deve gibi hayvanlarda bulunan bakteriler metan gazının doğal yollardan üretilmesini ve ıslak bölgelerdeki organik maddenin bölünmesini sağlar. Atmosferde çok düşük ordanlarda mevcut olan metan gazının miktarı 1750 senesinden itibaren ikiye katlanmıştır. Bu rakamın 2050 yılına kadar tekrardan ikiye katlanması beklenmektedir. Atmosferdeki metan gazı miktarı her sene sürekli bir şekilde çiftlik hayvanları yetiştirmek, kömür madenciliği, petrol ve doğal gaz çıkarılması, pirinç tarımı, ve çöplerimizi arazilerde çürümeye bırakmak gibi aktiviteler sayesinde artmaktadır. Bu durumda tarımcılıkla uğraşan vatandaşlarımıza büyük görevler düşmektedir. Bu alanda kullanılacak olan yeni teknolojiler, bu işlemler boyunca çıkan metan gazı miktarını bol miktarda azaltabilir, bu gazın küresel ısınma üzerindeki etkileri yumuşatılabilir.

Çiftlik hayvanları ve beyaz karıncalar da metan gazının esas üreticileri arasında yer almaktadır. Hayvanların bağırsaklarında bulundan bakteriler yiyeceklerin parçalanmasına ve bir bölümünün metan gazına dönüşmesine neden olur. Örneğin, bir inek geğirince metan gazı açığa çıkar. Bir inek kendi başına günde yarım libre (227 gr.) metan gazı üretebilir. Metan gazı atmosferde yaklaşık 10 sene kalmakla birlikte, molekül bazında karbondioksitten 20 kez daha güçlü bir potansiyele sahip olduğundan, karbondioksit gazından 20 kat daha fazla ısı tutabilir. Bugünkü verilere göre metan gazı emisyonlarının toplam iklim değişiminin üçte birine neden olduğu tahmin edilmektedir. Sürekli bir şekilde artan metan gazı seviyesi, ozon tabakasının yükselmesinin de esas nedeni olarak görülmektedir.

Atmosferdeki az bulunan miktarına rağmen, nitrojen oksit küresel ısınmada önemli bir rol oynayan üçüncü büyük gazdır. Nitrojen oksit uzun yıllardır dünyanın atmosferinin bir parçası olan toprak ve okyanuslarda bulunan bakteriler tarafından açığa çıkar. İnsanlar tarafından üretilen nitrojen oksitin esas kaynağı tarım ve bu alanda kullanılan nitrojenli suni gübrelerdir. Toprağı ekip biçmek ve hayvan ya da insan atıkları ile uğraşmayı içeren aktiviteler bu gazın atmosfere karışmasına neden olur. İnek, tavuk, ve domuz gibi hayvanlar insan kaynaklı nitorjen oksitin yüzde atmışbeş (65%)’ini üretirler. Naylon üretimi ve fosil fuel yakımı gibi endüstriyel aktiviteler de bu miktarın yüzde yirmi (20%)’sinden sorumludurlar.

Nitrojen oksit renksiz ve tatlı kokulu olmakla birlikte ağrı kesici özelliğinden dolayı uyuşturucu ilaçlarda kullanılır. 1750 yılından beri, nitrojen oksit emisyonları yüzde onbeş (15%) miktarında artmıştır. Bu artışın esas nedeni tarım alanında kullandığımız nitrojen içerikli gübreler, insan veya hayvan atıklarının atık arıtma merkezlerine bırakılması, ve arabalarımızdan çıkan eksoz gazlarıdır. Nitrojen oksitin atmosferde yaklaşık yüz sene kaldığını düşünürsek, bu gazın meydana gelmesini sağlayan tüm aktivitelerin tekrardan gözden geçirilmesi ve belirli işlemlerin mümkün oldukça yenilenmesi büyük önem taşımaktadır.

İngiltere’nin önde gelen gazetelerinden The Guardian’ın haberine göre büyükbaş hayvanları vahşi hayvanların hareketlerini taklit edecek şekilde otlatmak, büyük miktarda karbondioksit ve diğer sera gazlarının topraklı alanlarda depolanmasını sağlayabilir. Bu hayvanlar sürü halinde bir alana bırakıldıklarında, bu alandaki otların boylarını kısaltacak şekilde otlanırlar. Hızlı hareket edebilen büyükbaş hayvanlar, aralıksız olarak bu işlemi gerçekleştirerek kısalan otların sürekli bir şekilde büyümesine ve durmadan havadan sera gazlarını emmelerine neden olurlar. Bu şekilde havadan alınan gazlar güvenli bir şekilde toprak tarafından emilerek bitkilerin verimliliğini artırmakla kalmaz havadaki sera gazı oranının da azalmasına yardımcı olur.

Karbondioksit gibi metan ve nitrojen oksit gibi gazların atmosferdeki oranlarını büyük bir ölçüde düşürmek mümkündür ve elimizdedir! Ülkemizde metan gazı emisyonlarını düşürmenin bir yolu çöplerimizi bıraktığımız alanları gözden geçirip alternatif metodlar geliştirmekten geçer. Dikmen çöplüğü gibi arazilere çürümeye bırakmak yerine çöplerimizi geri dönüşüm merkezleri kurarak kağıt, plastik, cam, ve teneke gibi maddeleri yeniden değerlendirebilir ve tekrardan halkımızın kullanımına sunabiliriz. Bunun yanında, ürünlerimize suni gübre eklenmesini ya tamamı ile durdurup organik tarıma önem verebilir ya da doğaya ve insan sağlığına daha az zarar veren alternatif ürünlere yönelebiliriz.


Çise Ünlüer (26 Temmuz 2009)
ciseunluer@hotmail.com

19/07/2009

Sürdürülebilir Yaşam Örneği: Ekokent!



Hava koşullarının çok uzun bir zamandır değişiyor olmasına rağmen, “süredürülebilirlik” kavramına ilk kez 1972'de Stockholm'de yapılan İnsan Çevresi Konferansı’nda dikkat çekilmiş, kaynak kullanımında kuşaklar arası bağlantı ve kalkınma ile çevrenin birlikteliği ilk kez vurgulanmıştı. Üzerinden yıllar geçmiş olmasına ve bu süreçte ekolojik denge konusunda daha pek çok uluslararası hareket gelişmiş olmasına rağmen, ancak 2005 yılında Kyoto Protokolü yürürlüğe girmiş ve gelişmiş ülkeler sera gazı emisyonlarını 1990’daki düzeyin yüzde beş (5%) altına indirmeyi kabul etmişlerdir.

Bu durumda bir öz eleştiti yapacak olursak; çevre, ekolojik denge, küresel ısınma gibi konular için alınabilecek pek çok önlem ve atılabilecek bir çok adım olmasına rağmen ülkemizde geniş çapta gerçekleştirilen farklı çözüm arayışları hala daha mevcut değildir. Bugün bile evsel atıklarımızın geri dönüşümü için yerel yönetimlerce geliştirilmiş bir çöp toplama sistemimiz yok. Yıllardır çok yakın bir gelecekte karşılaşacağımızın söylendiği su savaşlarının çok olası bir durum olduğunu, bu konuda yapılan bilimsel araştırmalardan, ülkemizde çekilen su sıkıntılarından, her yıl azalan su seviyesinden ve uluslararası gerginliklerden bile görmek mümkün. Çevre bilincinin gelişmiş ülkelerde bile daha yeni artması, görsel ve yazılı basın organlarının yardımı ile olmuştur. Medya tarafından halka ulaştırılan yayınlarda, sürekli tükenen ve kirletilen doğal kaynaklardan ve ekolojik tolerans sınırının aşıldığından bahsedilmiş, doğal kaynakları dengeli kullanma konusunda uyarılarda bulunulmuştur. Böyle bir süreçte dünyanın geri kalanı ile kıyaslandığında, ülkemiz basınında bu türden uyarıcı veya bilinçlendirici yayınlarla çok az karşılaşmak ve diğer taraftan idari organlardan da bu yönde atılan örgütleyici, yönlendirici ve zorlayıcı adımların böylesine düşük seviyelerde kaldığını görmek çok üzücüdür.

Bu eksikliği kapatmak için küçük bir adım da olsa, bu hafta sizlere çevre korunmasında çok önemli bir yeri olan “ekokent” kavramından bahsetmek istiyorum. “Sürdürülebilir şehir”, ya da diğer bir adıyla “ekokent” kavramı ilk olarak 1987 yılında Richard Register tarafından yazılan Ecocity Berkeley: building cities for a healthy future (Ekokent Berkeley: sağlıklı bir gelecek için sehirler kurmak) kitabında bahsedilmiştir. Register’e göre “ekolojik olarak sağlıklı” anlamına gelen “ekokent” aslında gerçekte var olmamakla birlikte, küresel ısınmanın baş gösterdiği günümüzde büyük ilgi görmekte, şehir-bölge planlamacıları, mimarlar ve yerel yöneticiler tarafından tartışılıp geliştirilmektedir.

Esas amacı doğayı korumak ve gelişmekte olan ülkelerde yaşam kalitesini yükseltmek olan ekokent yaklaşımı iki temel ilkeye dayanır; münkün olan her şeyi dönüştürmek ve otomobil kullanımını en aza indirgemek. Bununla birlikte, enerji kullanımı konusunda verimli binalar inşa etmek; ilkim faktörünü dikkate alan tasarımlar geliştirmek; toplu taşımacılığı yaygınlaştırmak ve kenti oturma alanı, ticaret alanı ve sanayi alanı olarak ayırmaktansa, çalışma ve oturma alanlarını birbirine yakınlaştırma gibi yaklaşımlara dikkat çekiliyor. İki tipik örneği Çin’deki Dongtan ve İspanya’daki Sociopolis olan ekokentlerin kurulma nedenleri arasında mümkün oldukça topluluğun bio-alanı içinde organik yiyecek üretimini desteklemek; evleri ve diğer binaları yerel malzemelerden inşa etmek; yenilenebilen enerji sistemlerini birleştirerek kullanmak; biyolojik çeşitliliği korumak; ekolojik iş prensiplerine sadık kalarak kullanılan tüm ürünlerin yaşam sürecini sosyal, ruhsal ve ekolojik açıdan değerlendirmek; düzgün enerji ve atık yönetimi ile toprak, su ve havayı temiz tutmak; doğayı korumak ve vahşi doğa alanlarını muhafaza etmek gelmektedir. Ekokent tasarımlarının yaygınlaşması durumunda mümkün olan en az miktarda doğal kaynak kullanarak ekolojik ayakizini en aza indirebilir; sera gazına yol açan uygulamaları sıfırlayarak sıfır karbon ilkesini hayata geçirebilir; kent içi ulaşımda motorlu araçları safdışı edip yürümeyi en mümkün hale getirerebilir; güneşten, rüzgardan, akıntıdan, dalgadan enerji kaynağı olarak en yüksek düzeyde faydalanabilir; kullanılabilir suyu en az düzeyde atıksuya dönüştürmeye sebep olabilir; binaları ve cadde-sokak düzenini hava akımlarını kesmeyecek şekilde tasarlayabilir; kentin gıdasını kent içi ve kent çevresinde aynı kentin insanları tarafından organik tarım ilkelerine göre üretebilir; ve yeniden kullanma, yeniden üretim ve dönüşüm ilkelerine uyarak ekolojik açıdan tümü ile kendine yeten yerleşim birimleri oluşturabiliriz.

Ekolojik yaklaşım uygulamaları için dünyadan birçok örnek verebiliriz. Bunlardan birtanesi serinlik sağlamak amacıyla evlerin bahçelerine fıskiyeler, rüzgâr türbinleri ve güneş panelleri kullanılan Avustralya’nın Melbourne kenti. Bu yaklaşım sayesinde evde kullanılan enerjinin yüzde seksenbeş (85%)’ini kendileri üretebiliyorlar. Ayrıca, çatılara kurulan yağmur suyu toplayıcıları sayesinde de gereksinim duyulan suyun yüzde yetmiş (70%)’i elde edilebiliyor. Ekokent projelerinde oldukça iddialı kentlerden biri olarak gösterilen Şanghay’da hükümet tarafından desteklenen bir proje altında 100,000 binanın çatısına güneş paneli yerleştirilmiştir. Başka bir örnek olarak Berlin Parlamento binasında ısınma amacıyla yakıt olarak bitkisel yağ kullanılması sayesinde karbondioksit salımı yüzde doksandört (94%) oranında azaltılmış. Paris ve Viyana gibi Avrupa’nın önde gelen şehirlerinde kamuya ait bisikletler herkesin kullanımına açık, isteyen bu bisikletleri ulaşım aracı olarak parasız kullanabiliyor. İzlanda’nın başkenti Reykjavik’de ise hidrojen enerjili toplu taşıma araçlarının geniş çapta kullanımı görülmektedir.

Ekokentler, doğanın bozulan dengesine bir çözüm üretme amaçlı, kendi kendine yeten, tatmin edici bir yaşam tarzı sürdürmeyi isteyen, birbiriyle, tüm canlılarla ve yerküreyle uyum halinde yaşamaya çalışan, kentli veya kırsal toplum insanlarının bir araya gelmesi ile oluşur. Ekokentler, dayanışma prensibine dayalı sosyal çevre ile sade bir yaşam tarzını birleştirmeye çalışır. Bunu gerçekleştirmek için ekolojik tasarım, permakültür, ekolojik mimari, yeşil üretim, alternatif enerji, toplum oluşturma uygulamaları ve benzeri birçok yöntemden yararlanılır. Bu yaklaşımların ülkemizde de uygulanması için hiçbir ciddi engel bulunmamakla birlikte, teşvikler de azdır. Halkımızın bu konuya olan ilgisini artırabilmek için gerekli kurumların medyanın da yardımı ile halkı bilinçlendirmesi, çevre korunması konusunda sadece devletimizin değil hepimizin üzerine düşen sorumluluklar olduğu gerçeğini kabullenmemiz şarttır.

KKTC’nin, toplumunun kendine yeten, çevreye ve diğer insanlara duyarlı bir anlayışı benimseyeceği; geniş ve yüksek binalar olmadan da otomobille ulaşımı zorunlu kılmayacak bir şekle geleceği; nerdeyse tüm ürünlerin dışarıdan ithal etmek yerine yerel üretimin baş göstereceği; atık sudan, ambalaj naylonlarına kadar her şeyi geri kazanabilmeyi sağlayan sistemlerle donatılacağı günlerin gerçekleşmesi dileği ile…


Çise Ünlüer (19 Temmuz 2009)
ciseunluer@hotmail.com

12/07/2009

Çevre Sorunları ve Sürdürülebilir Yaşam Tarzı



Bu hafta sizlere çok derin içerikli bir konu olan sürdürülebilir yaşamdan bahsetmek istiyorum. Daha önce çevre korunması ile ilgili yazılarda görmüş olabileceğiniz “sürdürülebilirlik” kavramı, İngilizce “sustainable” sözcüğünden geliyor. Bu sözcukle vurgunmak istenen anlam, bir kaynağı tüketmeden veya kalıcı zarar vermeden kullanmaktır. Sürdürülebilirlik, bugünü geleceğe bağlıyor ve sorumlu kılıyor. Bu başlık altında sürdürülebilir kalkınma, sürdürülebilir gelişim, sürdürülebilir enerji, sürdürülebilir tarım, sürdürülebilir mimari, sürdürülebilir üretim, ve sürdürülebilir tüketim gibi konuları inceleyebilir, kişisel seçimlerimizin yanlızca bizi değil başkalarını da nasıl derinden etkilediğini anlayabiliriz.

1960'lı yıllardan bu yana insanoğlu, çevresinde süregelen olayların etkisiyle bir olgunun farkına varmış bulunmaktadır: Eğer üretim, tüketim ve dolayısıyla kirlenme bu düzeyde devam ederse, gezegendeki bütün canlılar için yaşam koşullarının sürdürülebilir düzeyde devam etmesi mümkün değildir. Bu durum dünyanın tümüyle bize ait olmadığı, duyarsız bir tavır takınmanın hiçbir yararı olmayacağı ve aksine büyük sorunlar yaratacağı, ve de belirli bir yaşam tarzını benimsemeden gelecek nesilleri ve onların içinde bulunacakları durumu da göz önünde bulundurmamız gerektiği gerçeğini hatırlatıyor. Başka bir değişle, sürdürülebilirlik kavramı ile öne atılan tüm fikirlerin bize verdiği esas mesaj bugün bizim hayatımızın devamı için gereken kaynakları kullanış şeklimizin, bu kaynaklara gelecekte yaşamak için ihtiyaç duyacak nesillerin hayatta kalma şartlarını birebir etkilediği ve bu durumun gün geçtikçe daha da kritik bir seviyeye geldiğidir.

Değişim yolunda cevaplanması gereken birçok soru vardır. Örneğin, bugün enerji elde etmek için kullanılan fosil yakıtlara alternatif olarak ne kullanacağız? Sürekli azalan ormanlar ve kullanılabilir içme suyu miktarları hiç durmadan artan insan nüfusunu nasıl ayakta tutacak? Kısacası, bugünkü yaklaşımlarımız bu kadar yanlış ve mantıksız ise, sürdürülebilir bir küresel toplum yaratma amaçlı girişimlerimize yol gösterecek nasıl bir gelecek görüşünü belirleyeceğiz? Elimizdeki sorulara cevap arama girişimlerine başlamadan atmamız gereken ilk adım sorunlarımızı tam anlamıyla belirleyip, tüm halkımızın bu durumdan haberdar olduğuna emin olmaktır. Günümüzde çevresel konuları dört esas kategoride toplayabiliriz: su, gıda, enerji, yaşam stili.

İnsan hayatının en önemli vazgeçilmezi olan suyun tükenebilen bir kaynak olduğunu daha son birkaç yılda yeni yeni anladık. 1998 yılında dünyada 28 ülke su sıkıntısı yaşadı ve artan kuraklık ve insan nüfusu ile bu sayının 2025 senesinde 56’ya kadar yükselmesi bekleniyor. Çoğumuz bu durumdan haberdar olmamıza rağmen gerçekleri reddedercesine vurdumduymaz bir tavırla elimizdeki suyu hiç düşünmeden harcıyoruz. Susuzluğumuzu gidermek için bir şişe suya yüksek fiyatlar ödüyor, işimiz bittiği anda plastik şişeleri çöpe veya daha da kötüsü çevreye atıyoruz. Bu şişeler yol, dere, deniz kenarlarını, piknik alanlarını süslüyor. Çoğu insanımız plastik şişelerin doğada çözünmesinin yaklaşık 500 yıl sürdüğünü bildiği halde sıra çevreyi korumaya ve duyarlı davranmaya gelince bu gerçeği kolaylıkla unutabiliyor!

Sudan sonra temel ihtiyaçlarımızın başında gelen gıda konusunda anlayışımız gün geçtikçe değişmiş; taze, günlük yiyecekler yerine dondurulup paketlenmiş, raflarda aylarca beklemiş hazır gıdalarla beslenmeyi tercih etmeye başladık. Pazarlarda yerel, mevsimsel ürünler yerine aynı renk, aynı boyda, sınırlı çeşitte sebze ve meyveyi her mevsim görüyoruz. Gıdanın fiyatı yükselirken, besin değeri düşüyor. Toprağa atılan zirai ilaçlar ve kimyasal gübreler hem toprağın hem de suyun kalitesini bozuyor. Sularımızdaki kirliliğin yarısından fazlası ve topraklarımızdaki atık kirliliğinin üçte ikisinin nedeni kimyasal gübre sızıntıları. Bu yetmezmiş gibi tarım ve hayvancılık için ayrılan arazilere kontrölsüz yapılaşmanın sonucu envayi binalar yapılıyor.

Küresel ısınmanın en önde gelen nedenlerinden olan enerji tüketimi derin bir yaklaşım gerektiren bir alandir. Neden oldukları iklim değişikliklerinin yanında enerji üretmek için hesapsızca kullandığımız fosil yakıtlar, doğal gaz, petrol ve kömürün doğaya ve insan sağlığına da zarar verdiği bilinmektedir.

İş olanakları, kaliteli eğitim, geniş sosyal çevre gibi nedenlerle insanların kırsal alanlardan kentlere taşınmasıyla artan düzensiz yapılaşma, kontrolsüz trafik, ve hava kirliliği insan sağlığını olumsuz etkileyen bir başka etkendir. Bunun yanında boş zamanlarımızda spor yapmak, okumak, yürüyüşlere çıkmak, hobilerimizle uğraşmak, arkadaşlarımızla birlikte olmak veya toplumsal projelerde çalışmak yerine televizyon seyrediyor, kültürel etkinliklerde yer almayı tercih etmiyoruz. Bu durum sadece sağlık açısından kötü bir etki yaratmakla kalmıyor insanımızın yaratıcı, üretici pozisyonundan verimsiz ve çoğunlukla tüketen bir yapıya yönelmesini sağlıyor.

Kuraklık, hava kirliliği, ve küresel ısınma gibi insan hayatını etkileyen sorunların tek çözümü sürdürülebilir yaşam fikrinini benimsemek ve bu konseptin getirdiği yeniliklieri günlük hayatta uygulamaktır! Artık bilgisizlik ya da dikkatsizliğimizin arkasına sığınamayacağımız gerçeğini anlamamız, biran önce kaygısız tavırlardan silkinmemiz, ve içinde bulunduğumuz durumu sahiplenip çözüm üretme aşamasına geçmemiz gereklidir! Sürdürülebilir bir toplum yaratma mücadelesi başarıya ulaşacaksa öncelikle, hedefimiz hakkında bir görüşümüz olmalıdır. Bu durumda ilk atılacak adım çevre konularını birbirinden ayrı sorunlar olarak görmenin ötesine geçip, yeryüzünü ve bununla birlikte kendimizi kurtarmamız için atacağımız adımları planlamak, ve bu adımların en hızlı şekilde harekete geçirilebilmesi için gerekli temel ekonomik ve sosyal reformlara doğru ilerlemeye başlamaktır.

Çise Ünlüer (12 Temmuz 2009)
ciseunluer@hotmail.com

Kyoto Protokolü ve Getirdikleri



Küresel ısınmayla mücadeleyi öngören Kyoto Protokolü, 11 Aralık 1997 tarihinde Japonya’nın Kyoto şehrinde Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (BMİDÇS) içinde görüşülmüş ve 16 Şubat 2005 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Yaklaşık 169 ülke ve devlete bağlı örgütler tarafından imzalanan anlaşmanın esas amacı atmosferdeki antropojenik (insan kökenli) sera gazı yoğunlaşmasının iklim sistemine müdahale etmeycek bir biçimde dengelenmesidir.

İsmini 794’ten 1868 yılına kadar Japonya'nın başkenti olan Kyoto’dan alan Kyoto Protokolü, 1992'de Rio De Janeiro'da yapılan Dünya Zirvesi'nde kabul edilen BMİDÇS’ye ek olarak kabul edilmiştir. Birleşmiş Milletler Çevre Programı basın bildirisine göre Kyoto Protokolü gelişmiş ülkelerin 2008-2012 yılları arasındaki sera gazı (karbondioksit, metan, nitröz oksit, kükürt hekzaflorür, hidroflorokarbon – HFC, perflorokarbon – PFC) salınımlarını 1990 yılına göre ortalama yüzde beş (5%) azaltmalarını öngören bir anlaşmadır. Anlaşmaya göre her katılımcı icin 2013 yılına kadar belirtilen ulusal hedefler Avrupa Birliği için yüzde sekiz (8%), Amerika Birleşik Devletleri için yüzde yedi (7%), Japonya için yüzde altı (6%), ve de Rusya için yüzde sıfır (0%) miktarında azaltma şeklinde çeşitlilik göstermektedir.

Anlaşmayı imzalayan üyeler tarihsel ve güncel küresel sera gazı salımının gelişmiş ülkeler tarafından gerçekleştirildiği, gelişmekte olan ülkelerin kişi başı gaz salımlarının halen düşük olduğu, ve de gelişmekte olan ülkelerin küresel salımlarının sosyal ve gelişimsel ihtiyaçlarına göre artacağı gibi maddeleri kabul etmiştirler. Bu bildiriye göre Çin, Hindistan ve diğer gelişmekte olan ülkeler anlaşma gereklerinden muaftırlar çünkü şu andaki iklim değişikliklerine neden olan salımların ana sorumlusu değildirler.

Anlaşmanın kapsadığı 160 ülkenin atmosfere salınan sera gazlarının miktarını ortalama yüzde beş (5%)’e çekmesi; endüstriden, motorlu taşıtlardan, ısıtmadan kaynaklanan sera gazı miktarını azaltmaya yönelik mevzuatın yeniden düzenlemesi; daha az enerji ile ısınma, daha az enerji tüketen araçlarla uzun yol alma, daha az enerji tüketen teknoloji sistemlerinin endüstriye yerleştirilmesini sağlaması; ve de ulaşımda ve çöp depolamada çevreciliği temel ilke olarak benimsemesi beklenmiştir. Bunun yanında alınacak önlemlerin içerisinde atmosfere bırakılan metan ve karbondioksit oranının düşürülmesi için alternatif enerji kaynaklarına yönelmek; çimento, demir-çelik ve kireç fabrikaları gibi yüksek enerji tüketen işletmelerde atık işlemleri yeniden düzenlemek; termik santrallerde daha az karbon çıkartan sistemler ve teknolojiler devreye sokmak; güneş enerjisinin önünü açmak ve nükleer enerjide karbon sıfır olduğu için dünyada bu enerjiyi ön plana çıkarmak; ve son olarak fazla yakıt tüketip aynı anda bol miktarda karbon üretenden daha fazla vergi almak gelmektedir.

Günümüzde birçok devlet tarafından desteklenen Kyoto Protokolü’nde devletler “gelişmiş ülkeler” ve “gelişmekte olan ülkeler” olarak iki genel sınıfa ayrılmıştır. Bu sınıflandırmaya göre gelişmiş ülkeler “Ek 1 ülkeleri” olarak anılacak, gelişmekte olan ülkeler ise “Ek 1'de yer almayan ülkeler” olarak anılacaklardır. Kyoto Protokolü’ne göre Ek 1 ülkeleri sera gazı salınımlarını azaltmayı kabul etmişlerdir. Ek 1’in alt kümesi olan Ek 2 ülkeleri, Ek 1'de yer almayan gelişmekte olan ülkelerin masraflarını ödemekle yükümlüdürler.

Anlaşmaya göre Kyoto Protokolündeki hedeflerine uymayan herhangi bir Ek 1 ülkesi bir sonraki dönem azaltma hedeflerinin yüzde otuz (30%) şeklinde değiştirilmesi ile cezalandırılacaktır. Olası zorlukları önlemek ve de Ek 1 ülkelerinin sera gazı salınımı hedeflerine ulaşma çalışmalarını kolaylaştırmak için Kyoto Protokolü Ek 1 ülkelerinin başka ülkelerden salınım azalması satın alabilmeleri esnekliğine imkân tanımıştır. Buna göre, belirlenen seviyeden fazla salınım yapacağını anlayan bir şirket bir şekilde başka yerlerden Karbon Kredisi bulmak zorundadır. Bu da Karbon Kredisi ticaretini ve borsasını ortaya çıkarmıştır.

2004 yılında Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi'ne taraf olan ancak uzun süre Kyoto Protokolü'nü imzalamayan Türkiye 30 Mayıs 2008'de Protokolü imzalayacağını resmen açıklamış, 5 Haziran 2008 tarihinde protokolun imzalanmasına ilişkin tasarı meclise sunulmuştur. Türkiye'nin, Kyoto Protokolü’ne katılmasının uygun bulunduğuna ilişkin kanun tasarısı ise 5 Şubat 2009 tarihinde TBMM Genel Kurulu’nda kabul edilerek yasalaşmıştır. Anlaşmaya göre Türkiye’nin sera gazı emisyonlarını belirli bir miktarda azaltmasına yönelik zorunluluğu olmadığı halde bu yönde çeşitli tedbirler alınacağı, sera gazı salımlarının azaltımı için yapılabilecek projelerin teşvik edilebileceği, ve enerji güvenliği gibi konularda ülke ekonomisine katkı sağlanabileceği bildirilmiştir.

Karbondioksit emisyonlarının şehir merkezlerinde kabul edilir sınırları aştığı KKTC’de gerekli önlemlerin alınması için Kyoto Protokolü’nde belirlenen prosedürler örnek alınılabilir, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler tarafından benimsenen yaklaşımlar göz önünde bulundurularak bu konuda ilerlemeler kaydedebiliriz.

Çise Ünlüer (5 Temmuz 2009)
ciseunluer@hotmail.com

Küresel Isınma Bizi Nasıl Etkileyecek?



Önceki yazılarımda size sera gazlarının ve küresel ısınmanın ne olduğunu, ve sera gazlarının en önemlisi olan karbondioksitin karbon döngüsü içerisinde doğadaki yerini anlatmıştım. Bu hafta küresel ısınmanın insan hayatını hangi alanlarda ve nasıl etkileyeceği konusuna değinmek istiyorum.

Atmosferdeki miktarları gün geçtikçe artan karbondioksit ve benzeri sera gazarının iklim değişikliğine neden olduğu dünyanın çoğu ülkesi tarafından kabul edilen bir gerçektir. Küresel ısınmanın etkiledigi ilk alan olarak ülkemizin ekonomisinde büyük önem taşıyan tarım ve çiftçiliğe bakalım. İklim değisikliği ile gelen artan hava sıcaklıkları simdi bile az olan yağış miktarlarının azalmasına, az miktarda yağan yağmurun da çok kısa sürede buharlaşmasına neden olur. Bu buharlaşmanın etkisini azaltmak ve bitkilerin yaşamını sürdürebilmeleri için şimdiki yağmur miktarlarlarından en az yüzde yedi (7%) daha fazla takviye suya ihtiyacımız olacak.

Dünyanın her yerinde olduğu gibi, adamızda da küresel ısınmanın sonucu olarak dramatik hava değişiklikleri gözlemlenecek. Hava değişikliğine paralel olarak kuraklığın artması bekleniyor. Artan kuraklık ülkemizde yetişen tüm bitkilerin gelişimlerini etkileyecek, bazı bitkilerin yetişmesini imkansız kılacak. Hepimizin bildiği gibi her bitkinin yetişebileceği belirli bir sıcaklık vardır. Buna örnek olarak, ülkemizde bol miktarda yetiştirilen portakal meyvesinin sıcaklıklar arttıkça bu duruma ayak uydurmakta zorlanması ve üretim miktarlarının büyük bir ölçüde düşmesi beklenmektedir. Buna benzer birçok ürünün olduğunu göz önünde bulundurursak, çiftçilerimizin ve tarımla uğraşan herkesin bu durumdan olumsuz etkileneceği açıkça ortadadır.

Atmosferdekı sera gazları her yıl yükselerek yeni bir düzeye ulaşmakta ve ozon tabakası giderek incelmektedir. Küresel ısınmanın etkilediği ve etkilemeye devam edeceği bir başka alan ise insan aktiviteleridir. Yüzme ve balık tutma gibi açık havada yapılan bazı etkinlikler su kullanımını gerektirir. Artan hava sıcaklıkları ülkemizdeki su miktarının azalmasına ve gelecekte bu gibi aktivitelerin kısıtlanmasına neden olabilir. Bunun yanında yaşı ilerlemiş veya kalp hastası olan insanların güneşten olumsuz etkilenme olasılıkları gün geçtikçe artarak insan sağlığının korunması için güç bir durum meydana gelecek. Güneşin artan etkisinin bir başka uzantısı olarak deri kanseri gibi vakaların büyük bir tehlike oluşturması beklenmektedir.

Küresel ısınma ile birlikte gelen iklim değişikliğinin insanlığı etkilediği ve de etkilemeye devam edeceği kaçınılmaz bir gerçektir. Ancak bu etkinin seviyesini düşürmek bizim elimizdedir! Bunun için her bireyin kendisine sürekli “acaba bu konuda ne yapabilirim?” sorusunu sorması gerekir. Bu sorunun cevabını dört kelime ile özetleyebiliriz – “azalt, yeniden kullan, dönüştür”. Buna göre günlük hayatta kullandığımız enerji miktarını azaltmalı ve bunun yerine rüzgar ve güneş enerjisi gibi yenilenebilir enerji kaynaklarını kullanmalıyız. Buna ek olarak geridönüşümü mümkün olan ürünleri tercih etmeli, organik atıklarımızı bahçemizdeki ağaçlar ve diğer bitkiler için gübre şeklinde kullanmalıyız. Son olarak, geri dönüşüm yöntemlerini araştırlmalı ve ülkemizde kullanılmalarını sağlamak için gerekli adımları atmalıyız.

Çise Ünlüer (28 Haziran 2009)
ciseunluer@hotmail.com